Giriş yap
Similar topics
Üye Paneli
Profiliniz Bilgiler Seçenekler İmza Avatar |
Sosyal Arkadaş ve Tanınmamış Üye listesi Grup |
Özel Mesaj Gelen Kutusu ÖM Gönder |
Gözlenmiş Konular |
Kimler hatta?
Toplam 236 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 236 Misafir :: 1 Arama motorlarıYok
Sitede bugüne kadar en çok 392 kişi 10.10.24 17:51 tarihinde online oldu.
En son konular
En bakılan konular
Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN
Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: İSLAMİ İLİMLER :._.·´¯) :: TASAVVUF
1 sayfadaki 1 sayfası
Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
TASAVVUFİ DÜŞÜNCEYE DAİR SORULAR
A- VARLIK (VÜCÛD) MESELELERİ
VAHDET-İ VÜCÛD MESELELERİ
- Vahdet-i vücûd ilkesinin ilk savunucusu sayılan Hallac-ı Mansûr şeriat mahkemelerince yargılanmış ve idamına karar verilmiş. Tasavvuf şeriatın üstünde midir ki, tasavvufcular bu şahsı savunuyorlar?
- Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını verelim. İslam tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir. Tasavvufî eğitim, tevhid merkezli olduğu için ilk devir sûfîlerinden itibaren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. İlk tasavvuf klasiklerinde gençlikle marifet ve tevhid konusu birlikte işlenmiştir.
Elinizdeki kitabın (Ebu Nasr Serrac Tusi "el-Lüma'" İslam Tasavvufu) ilk bölümlerinde de ma'rifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir. Buradaki ibarelerde ilm-i kelam ve akaid anlamında tevhid anlayışı kadar, daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat çekmektedir. Vahdet-i vücûd her ne kadar kavram olarak belki İbn Arabi'den sonra ortaya çıkmışsa da muhtevası itibarıyla ilk devirlerden beri bilinmektedir. el-Lüma' tercemesinde ilgili bölüme bir nazar atfetmek bu konuda bir fikir verecektir.
Vahdet-i vücûd: Gerçek varlık birdir. O da Hakk'ın varlığıdır. O'ndan başka hakiki vücûd sahibi bir varlık, O'ndan başka "kâim bi-nefsihî" bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücudu O'nun vücuduna nisbetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O'nun varlığına bağlıdır. Bu kevn alemindeki eşya O'nun mazharı; yani zuhur mahallidir. Dolayısıyla eşyanın varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O'nun varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O'nun vücudu yanında eşyanın varlığı yok hükmündedir.
Vahdet-i vücûd anlayışında "birlik", bilgi ve düşüncededir. Salik gerçek varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakk'ın tecellîlerinden ibaret olduğunu bilir. Hakk'ın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlallerle elde edilen bir sonuç olmayıp riyazat ve manevî yükseliş sayesinde ruhî tecribe île elde edilen neticedir. Vahdet-i vücud, kalbin manevî seyri sırasında meyd'ana gelir. Kaynağı ibadetin çokluğudur. Mücahede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeplerle kalbde meydana gelen aşk ve sevgidir.
Hallac'ın şeriat mahkemelerinde yargılanması ve idama mahkum edilmesi, şeriatın değil, o gün şeriat mahkemelerini temsil eden kişilerin hükmüdür. Bu itibarla Hallaç'ı savunup bu hükme karşı çıkanlar, aslında oradaki tarafgir tavra karşı çıkmaktadırlar. Yoksa şeriatın bir hükmüne karşı çıkmış değillerdir. Kaldı ki, şeriat mahkemelerini temsil edenlerden de Hallaç'ı haklı bulanlar vardır.
- "Ene'l-Hak" ibaresi şirk midir? Hallac-ı Mansûr bu sözle kafir olmuş mudur? Hallac-ı Mansûr ve diğer mutasavvıflardan neden "Ene'l-Hak" lafzı sadır olmuş da "Enellah" lafzı sadır olmamıştır?
- Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın "Ene'l-Hakk" dediği makam burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: "Yandım, ateş oldum." demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa "Enel-Hak" sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.
Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan
bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir. Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. "Ene'l-Hakk" sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır. "Hakk" ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden "Ene'l-Hakk" diyenler çıktığı halde "Enallah" diyenler çıkmamıştır.
- Vahdet-i vücûd, İbn Arabi'nin fikri midir, yoksa ölümünden sonra talebelerinin onun fikirlerini yorumlamaları sonucu mu ortaya çıkmıştır? İbn Arabi ile ilgili bir takım problemler var. Bunları nasıl yorumlayacağız?
- Vahdet-i vücûd, özü Kur'an ve sünnetten alınan, ilk devir sûfilerince tevhid olarak geliştirilen ve İbn Arabî tarafından sistemleştirilen bir anlayıştır. Ancak adının daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı, ilk defa Sadreddin Konevi ve onun talebeleri tarafından kullanıldığı kaydedilmektedir. Vahdet-i vücudun en önemli problemi "vahdet-i mevcûd" denilen "Panteizm" ile karıştırılmasıdır. Panteizm anlayışına göre Allah ile alem aynı şeydir. Allah mevcûd olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabîat bir nev'i hayal sahibi bir vahdettir ve ona ibadet edilir. Hegel, Didero, Spinoza, Dekart, Revakıyyûn ve İskenderiye mektebi filozofları genellikle panteisttirler. Ogüst Kant, panteizmi pozitivizm adı altında geliştirmiş ve "Allahsız kainat, ruhsuz insan, ve cevhersiz eşya" tarzında özetlemiştir. Panteistler Cenab-ı Hakk'ı alemin mecmûu sayar. O'nu îcab ve zarürete tabi, irade ve şuurdan mahrum olarak görürler. İbn Arabî ile ilgili problemlerin başında vahdet-i vücûd meselesi gelmektedir. Vahdet-i vücudun problem olması, panteizmle karıştırılmaktan kaynaklanmaktadır. Sûfiler İbn Arabî'ye aid sözler hakkında genelde meskût geçmeyi salim yol olarak görmüşlerdir. O'nun arif bir velî olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılması zor, şeriatın zahiri ile çelişir görünen sözleri ise şerh ve yoruma muhtacdır. İbn Teymiye gibi müteşeddıd bir takım alimler ona şiddetle karşı çıkarken, Kemalpaşazade gibi onun fikirlerinin isabetli olduğunu söyleyerek savunanlar da vardır. Savunma ve itham arasında sükutu tercih edenler de azımsanamayacak sayıdadır. Bu duruma göre İbn Arabi'nin sözlerini yorumlamak, anlayamadıklanmız hakkında sükut etmek en uygun yoldur.
A- VARLIK (VÜCÛD) MESELELERİ
VAHDET-İ VÜCÛD MESELELERİ
- Vahdet-i vücûd ilkesinin ilk savunucusu sayılan Hallac-ı Mansûr şeriat mahkemelerince yargılanmış ve idamına karar verilmiş. Tasavvuf şeriatın üstünde midir ki, tasavvufcular bu şahsı savunuyorlar?
- Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını verelim. İslam tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir. Tasavvufî eğitim, tevhid merkezli olduğu için ilk devir sûfîlerinden itibaren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. İlk tasavvuf klasiklerinde gençlikle marifet ve tevhid konusu birlikte işlenmiştir.
Elinizdeki kitabın (Ebu Nasr Serrac Tusi "el-Lüma'" İslam Tasavvufu) ilk bölümlerinde de ma'rifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir. Buradaki ibarelerde ilm-i kelam ve akaid anlamında tevhid anlayışı kadar, daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat çekmektedir. Vahdet-i vücûd her ne kadar kavram olarak belki İbn Arabi'den sonra ortaya çıkmışsa da muhtevası itibarıyla ilk devirlerden beri bilinmektedir. el-Lüma' tercemesinde ilgili bölüme bir nazar atfetmek bu konuda bir fikir verecektir.
Vahdet-i vücûd: Gerçek varlık birdir. O da Hakk'ın varlığıdır. O'ndan başka hakiki vücûd sahibi bir varlık, O'ndan başka "kâim bi-nefsihî" bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücudu O'nun vücuduna nisbetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O'nun varlığına bağlıdır. Bu kevn alemindeki eşya O'nun mazharı; yani zuhur mahallidir. Dolayısıyla eşyanın varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O'nun varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O'nun vücudu yanında eşyanın varlığı yok hükmündedir.
Vahdet-i vücûd anlayışında "birlik", bilgi ve düşüncededir. Salik gerçek varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakk'ın tecellîlerinden ibaret olduğunu bilir. Hakk'ın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlallerle elde edilen bir sonuç olmayıp riyazat ve manevî yükseliş sayesinde ruhî tecribe île elde edilen neticedir. Vahdet-i vücud, kalbin manevî seyri sırasında meyd'ana gelir. Kaynağı ibadetin çokluğudur. Mücahede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeplerle kalbde meydana gelen aşk ve sevgidir.
Hallac'ın şeriat mahkemelerinde yargılanması ve idama mahkum edilmesi, şeriatın değil, o gün şeriat mahkemelerini temsil eden kişilerin hükmüdür. Bu itibarla Hallaç'ı savunup bu hükme karşı çıkanlar, aslında oradaki tarafgir tavra karşı çıkmaktadırlar. Yoksa şeriatın bir hükmüne karşı çıkmış değillerdir. Kaldı ki, şeriat mahkemelerini temsil edenlerden de Hallaç'ı haklı bulanlar vardır.
- "Ene'l-Hak" ibaresi şirk midir? Hallac-ı Mansûr bu sözle kafir olmuş mudur? Hallac-ı Mansûr ve diğer mutasavvıflardan neden "Ene'l-Hak" lafzı sadır olmuş da "Enellah" lafzı sadır olmamıştır?
- Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın "Ene'l-Hakk" dediği makam burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: "Yandım, ateş oldum." demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa "Enel-Hak" sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.
Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan
bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir. Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. "Ene'l-Hakk" sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır. "Hakk" ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden "Ene'l-Hakk" diyenler çıktığı halde "Enallah" diyenler çıkmamıştır.
- Vahdet-i vücûd, İbn Arabi'nin fikri midir, yoksa ölümünden sonra talebelerinin onun fikirlerini yorumlamaları sonucu mu ortaya çıkmıştır? İbn Arabi ile ilgili bir takım problemler var. Bunları nasıl yorumlayacağız?
- Vahdet-i vücûd, özü Kur'an ve sünnetten alınan, ilk devir sûfilerince tevhid olarak geliştirilen ve İbn Arabî tarafından sistemleştirilen bir anlayıştır. Ancak adının daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı, ilk defa Sadreddin Konevi ve onun talebeleri tarafından kullanıldığı kaydedilmektedir. Vahdet-i vücudun en önemli problemi "vahdet-i mevcûd" denilen "Panteizm" ile karıştırılmasıdır. Panteizm anlayışına göre Allah ile alem aynı şeydir. Allah mevcûd olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabîat bir nev'i hayal sahibi bir vahdettir ve ona ibadet edilir. Hegel, Didero, Spinoza, Dekart, Revakıyyûn ve İskenderiye mektebi filozofları genellikle panteisttirler. Ogüst Kant, panteizmi pozitivizm adı altında geliştirmiş ve "Allahsız kainat, ruhsuz insan, ve cevhersiz eşya" tarzında özetlemiştir. Panteistler Cenab-ı Hakk'ı alemin mecmûu sayar. O'nu îcab ve zarürete tabi, irade ve şuurdan mahrum olarak görürler. İbn Arabî ile ilgili problemlerin başında vahdet-i vücûd meselesi gelmektedir. Vahdet-i vücudun problem olması, panteizmle karıştırılmaktan kaynaklanmaktadır. Sûfiler İbn Arabî'ye aid sözler hakkında genelde meskût geçmeyi salim yol olarak görmüşlerdir. O'nun arif bir velî olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılması zor, şeriatın zahiri ile çelişir görünen sözleri ise şerh ve yoruma muhtacdır. İbn Teymiye gibi müteşeddıd bir takım alimler ona şiddetle karşı çıkarken, Kemalpaşazade gibi onun fikirlerinin isabetli olduğunu söyleyerek savunanlar da vardır. Savunma ve itham arasında sükutu tercih edenler de azımsanamayacak sayıdadır. Bu duruma göre İbn Arabi'nin sözlerini yorumlamak, anlayamadıklanmız hakkında sükut etmek en uygun yoldur.
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
[size=9]B- BİLGİ (MA'RİFET) MESELELERİ
KEŞF - MÜKÂŞEFE İLE İLGİLİ MESELELER
- Keşf ve mükâşefe ne demektir?
- Keşf, perdenin açılması ve yükselmesi suretiyle bazı şeylere muttali' olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık hale gelmesi, gayb olan şeylerin meşhûd olmasıdır. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi, keşf de anî bir aydınlanma ile bazı örtülü ve karanlık şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyazat ve mücahede sonucu bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugün insanlanmızın çoğu, mücahede ve riyazat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar. Halbuki mücahede ve riyazat, vecd ve keşf, asla gaye değil, belki vasıtadır. Halk, Allah'a yakınlıkta hiçbir anlam ifade etmediği halde keşf ve mükaşefeyi kemal alameti olarak görür. Halbuki keşf, bir isti'dad işidir.
- Hz. Ali "Görmediğim Allah'a inanmam" diyor. Başkaları da buna benzer şeyler söylüyorlar. Bu konuda bilgi verir misiniz?
- Hz. Ali ve diğer İslam büyüklerinden sadır olan bu tür sözler, İmanda ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerini ve ihsan kıvamını göstermektedir: "Allah'ı görürmüşçesine kulluk." Bir bakıma "vahdet-i şühûd" da diyebileceğimiz bu makam, Allah'a îmanın şühûda dönüştüğü makamdır. Burada görmekten kasdedilen illa basar gözüyle Allah'ın zatını görmek değildir. Bu görme basiretle Allah'ın kudretini, yüceliğini ve bir oluşunu, sıfat ve isimlerinin tecellîlerini görmektir. Sıfattan mevsûfa geçip Hakk'ı idrak etmektir.
- Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes'elesi nedir? İslam'da herşey açık ve net değil midir? İslam muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Ayet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzah eder misiniz?
- Tasavvufta Allah'ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: "Alimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmin delillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır. (bk. Letaifu'l-işarat, I, 160)
İslam'ın ahkam boyutunda, günlük hayat ve sistem planında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül aleminde yorumlanması ve Hakk'ın tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğini görebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak "bu adam deli" diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçü kendileridir. İnsanın ibadet ve taat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessir Âlûsî: "Hayır, o (Kur' an) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir." (el-Ankebüt, 29/49)ayetini velîlerin ve sofilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatların rabbani alimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğini belirtmektedir.(bk. Rûhu'l-Meanî, XXI, 16) Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: "İnsanlara anlayabilecekleri biçimde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasulu'nün sözlerinin yalanlanmasını ister misiniz?" (Buhari, İlim, 49)[/size]
KEŞF - MÜKÂŞEFE İLE İLGİLİ MESELELER
- Keşf ve mükâşefe ne demektir?
- Keşf, perdenin açılması ve yükselmesi suretiyle bazı şeylere muttali' olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık hale gelmesi, gayb olan şeylerin meşhûd olmasıdır. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi, keşf de anî bir aydınlanma ile bazı örtülü ve karanlık şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyazat ve mücahede sonucu bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugün insanlanmızın çoğu, mücahede ve riyazat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar. Halbuki mücahede ve riyazat, vecd ve keşf, asla gaye değil, belki vasıtadır. Halk, Allah'a yakınlıkta hiçbir anlam ifade etmediği halde keşf ve mükaşefeyi kemal alameti olarak görür. Halbuki keşf, bir isti'dad işidir.
- Hz. Ali "Görmediğim Allah'a inanmam" diyor. Başkaları da buna benzer şeyler söylüyorlar. Bu konuda bilgi verir misiniz?
- Hz. Ali ve diğer İslam büyüklerinden sadır olan bu tür sözler, İmanda ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerini ve ihsan kıvamını göstermektedir: "Allah'ı görürmüşçesine kulluk." Bir bakıma "vahdet-i şühûd" da diyebileceğimiz bu makam, Allah'a îmanın şühûda dönüştüğü makamdır. Burada görmekten kasdedilen illa basar gözüyle Allah'ın zatını görmek değildir. Bu görme basiretle Allah'ın kudretini, yüceliğini ve bir oluşunu, sıfat ve isimlerinin tecellîlerini görmektir. Sıfattan mevsûfa geçip Hakk'ı idrak etmektir.
- Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes'elesi nedir? İslam'da herşey açık ve net değil midir? İslam muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Ayet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzah eder misiniz?
- Tasavvufta Allah'ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: "Alimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmin delillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır. (bk. Letaifu'l-işarat, I, 160)
İslam'ın ahkam boyutunda, günlük hayat ve sistem planında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül aleminde yorumlanması ve Hakk'ın tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğini görebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak "bu adam deli" diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçü kendileridir. İnsanın ibadet ve taat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessir Âlûsî: "Hayır, o (Kur' an) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir." (el-Ankebüt, 29/49)ayetini velîlerin ve sofilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatların rabbani alimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğini belirtmektedir.(bk. Rûhu'l-Meanî, XXI, 16) Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: "İnsanlara anlayabilecekleri biçimde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasulu'nün sözlerinin yalanlanmasını ister misiniz?" (Buhari, İlim, 49)[/size]
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
[size=9]İLHAM - RÜYA İLE İLGİLİ MESELELER
- Bazı tarikatlarda rüya ile ders geçilmektedir. Bunu nasıl izah edeceksiniz?
- Sorunun cevabına geçmeden önce rüya hakkında kısaca bilgi verelim: Rüya, uyku halinde zihinde beliren düşünce ve olaylar demektir. Rüyanın yoruma bağlı olarak delil olabileceği konusu Kur'an'da da geçmektedir. İbrahim'in oğlu İsmail'i rüyasında kurban ederken müşahede etmesi(bk. es-Saffat, 37/107), Yusuf'un rüyasında onbir yıldızın kendisine secde ettiğini görmesi(bk. Yusuf, 12/4) , Mısır melikinin gördüğü rüya (bk. Yusuf, 12/43) ile Hz. Peygamber'in Mekke fethine dair rüyası (el-Feth, 48/27) ve bu rüyaların doğru çıklığı Kur'an'da anlatılmaktadır. Hz. Peygamber'in: "Müminin rüyası nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden biridir." (Buharî,Tabir,26) buyurması, peygamberliğinin ilk altı ayındaki rüyalar gibi müminlerin gördükleri sadık rüyaların hak olduğuna işarettir. Nübüvvet kapısının kapandığı, ama sadık rüya kapısının açık olduğu şeklindeki hadisler (bk. Müslim, Rüya, 7), rüyanın bir bilgi edinme yolu olabileceğine işaret etmektedir.
Sûfiler, özellikle nefsanî tarikat mensubu olan Halvetî ve Kadiriler ders geçme ve manevî yükselişte rüyayı bir ölçü ve değerlendirme aracı olarak görürler. Sadık rüyaların varlığı ayet ve hadislerle sabit olduğuna ve bugün psikanaliz metodu olarak rüyalardan yararlanıldığına bakılırsa bunun çok şaşılacak bir yanı olmadığını sanıyorum. Bu iş bir yoğunlaşma, arınma ve insıbâğ meselesidir. Şuûraltına hükmedebilme meselesidir. Rüyanın görülmesi kadar yorumu da önem arzeder. Bu iş bir ilim haline gelmiş ve görülen rüyadaki sembollere göre rüyalar tabir edilmiştir.
- İlham nedir? Şeriata uygun olan ilhamın muhatab ve üçüncü şahısları bağlamadaki hükmü nedir? İlham, şer'î mükellefiyetin hükmünü yükseltebilir mi?
- İlham: Bildirmek ve haber vermek demektir. Kur'an'da: "Andolsun nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene!.." (eş-Şems,91/7-8) ayetinde geçen bu kavram, tasavvufta feyz yoluyla kalbe gelen özel anlam ve bilgi demektir. İlhamın kaynağı ya melektir, ya da doğrudan Allah'dır. İbn Arabî, velilerin ilhamı peygamberlerin vahiy aldığı kaynaktan aldıklarını belirtir. (bk. Füsûsu'l-hikem, s.63) Allah dilediği kullarına ilham yoluyla diğer insanların göremediği bazı şeyler gösterebilir. Ancak sûfilerin genelde kabul ettikleri görüşe göre bunlar başkaları için huccet olmaz. İlham, müctehidin içtihadı gibi taklid edilemez. O belki sadece işâri yorumlarda bir bilgi kaynağı alarak değerlendirilebilir. İlham, muhatabının şer'î mükellefiyetini olmasa bile, şahsî sorumluluğunu artırır. Başkaları için nevafil olan şey, ilham ile taayyün etmiş kişilerde vücûb derecesine çıkabilir. Ancak bunlar istisnaî olaylar ve istisnai kişilerdir.[/size]
- Bazı tarikatlarda rüya ile ders geçilmektedir. Bunu nasıl izah edeceksiniz?
- Sorunun cevabına geçmeden önce rüya hakkında kısaca bilgi verelim: Rüya, uyku halinde zihinde beliren düşünce ve olaylar demektir. Rüyanın yoruma bağlı olarak delil olabileceği konusu Kur'an'da da geçmektedir. İbrahim'in oğlu İsmail'i rüyasında kurban ederken müşahede etmesi(bk. es-Saffat, 37/107), Yusuf'un rüyasında onbir yıldızın kendisine secde ettiğini görmesi(bk. Yusuf, 12/4) , Mısır melikinin gördüğü rüya (bk. Yusuf, 12/43) ile Hz. Peygamber'in Mekke fethine dair rüyası (el-Feth, 48/27) ve bu rüyaların doğru çıklığı Kur'an'da anlatılmaktadır. Hz. Peygamber'in: "Müminin rüyası nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden biridir." (Buharî,Tabir,26) buyurması, peygamberliğinin ilk altı ayındaki rüyalar gibi müminlerin gördükleri sadık rüyaların hak olduğuna işarettir. Nübüvvet kapısının kapandığı, ama sadık rüya kapısının açık olduğu şeklindeki hadisler (bk. Müslim, Rüya, 7), rüyanın bir bilgi edinme yolu olabileceğine işaret etmektedir.
Sûfiler, özellikle nefsanî tarikat mensubu olan Halvetî ve Kadiriler ders geçme ve manevî yükselişte rüyayı bir ölçü ve değerlendirme aracı olarak görürler. Sadık rüyaların varlığı ayet ve hadislerle sabit olduğuna ve bugün psikanaliz metodu olarak rüyalardan yararlanıldığına bakılırsa bunun çok şaşılacak bir yanı olmadığını sanıyorum. Bu iş bir yoğunlaşma, arınma ve insıbâğ meselesidir. Şuûraltına hükmedebilme meselesidir. Rüyanın görülmesi kadar yorumu da önem arzeder. Bu iş bir ilim haline gelmiş ve görülen rüyadaki sembollere göre rüyalar tabir edilmiştir.
- İlham nedir? Şeriata uygun olan ilhamın muhatab ve üçüncü şahısları bağlamadaki hükmü nedir? İlham, şer'î mükellefiyetin hükmünü yükseltebilir mi?
- İlham: Bildirmek ve haber vermek demektir. Kur'an'da: "Andolsun nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene!.." (eş-Şems,91/7-8) ayetinde geçen bu kavram, tasavvufta feyz yoluyla kalbe gelen özel anlam ve bilgi demektir. İlhamın kaynağı ya melektir, ya da doğrudan Allah'dır. İbn Arabî, velilerin ilhamı peygamberlerin vahiy aldığı kaynaktan aldıklarını belirtir. (bk. Füsûsu'l-hikem, s.63) Allah dilediği kullarına ilham yoluyla diğer insanların göremediği bazı şeyler gösterebilir. Ancak sûfilerin genelde kabul ettikleri görüşe göre bunlar başkaları için huccet olmaz. İlham, müctehidin içtihadı gibi taklid edilemez. O belki sadece işâri yorumlarda bir bilgi kaynağı alarak değerlendirilebilir. İlham, muhatabının şer'î mükellefiyetini olmasa bile, şahsî sorumluluğunu artırır. Başkaları için nevafil olan şey, ilham ile taayyün etmiş kişilerde vücûb derecesine çıkabilir. Ancak bunlar istisnaî olaylar ve istisnai kişilerdir.[/size]
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
[size=9]C- İNSAN ve İNSAN-I KÂMİL
İNSAN ve İNSAN-I KÂMİL İLE İLGİLİ MESELELER
- İnsan niçin yaratıldı? Allah'ı bilmek için mi? Kulluk için mi? Yoksa muhabbet için mi? Ma'neviyatta öncelik muhabbete mi, ma'rifete mi, yoksa ibadete mi verilmeli?
- İnsanın yaratılışını gayesini gösteren üç ayetten ikisinde insanın boş yere yaratılmadığı (el-Müminûn.23/115) ve başıboş salıverilmeyeceği (el-Kıyame, 75/36) belirtilmektedir. Üçüncü ayette ise Allah Teala "Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat,51/56) buyurmaktadır. Ayette yaratılış gayesi olarak "kulluk" öne çıkmaktadır. Bu ayetin tefsirinde İbn Abbas'dan naklen "Beni tanısınlar" yorumu ile ma'rifet de yaratılış gayesini açıklayan bir kavram olarak devreye girmektedir. Ma'rifet de muhabbet için önemlidir. Bu yüzden diyoruz ki: Amaç kulluktur. Kulluk sevgi (muhabbet) ile olursa bir anlam kazanır. Kullukta sevginin yolu da marifetten (tanımadan) geçer. Öyleyse kul önce Allah'ı tanıyacak, sonra ibadet ve taatla O'nu sevecek ve o sevgi içinde kulluğa devam edecek.
- İnsanın büsbütün dünyadan el etek çekmesi, kendini sadece ibadete vermiş olması gerekseydi Allah insanı melek olarak yaratmaz mıydı?
- İnsanın büsbütün beşerî sıfatlardan sıyrılması anlamında dünyadan el etek çekmesi beklenemez. Aslında insandan istenen ve beklenen, gönlündeki dünya sevgisini çıkarmak ve dünya-perest olmaktan kurtulmaktır. İnsanın dünya nimetleri içinde yüzmesi sevgisi gönle yerleşmedikçe zühde engel teşkil etmez. İnsandan melek olması elbette beklenemez. Ama insan nefsinin isteklerini frenlemesini öğrenmeyince tûl-i emele çabuk mağlûb olur. İnsandaki ebediyyet duygusu çoğu zaman hedef şaşırarak ebediyyeti dünyada ve dünyalık şeylerde sanmaktadır. Tasavvufta dünyaya karşı zühdde aşırı uyarı, bu sebepledir, insanları melek yapmak için değil.[/size]
İNSAN ve İNSAN-I KÂMİL İLE İLGİLİ MESELELER
- İnsan niçin yaratıldı? Allah'ı bilmek için mi? Kulluk için mi? Yoksa muhabbet için mi? Ma'neviyatta öncelik muhabbete mi, ma'rifete mi, yoksa ibadete mi verilmeli?
- İnsanın yaratılışını gayesini gösteren üç ayetten ikisinde insanın boş yere yaratılmadığı (el-Müminûn.23/115) ve başıboş salıverilmeyeceği (el-Kıyame, 75/36) belirtilmektedir. Üçüncü ayette ise Allah Teala "Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat,51/56) buyurmaktadır. Ayette yaratılış gayesi olarak "kulluk" öne çıkmaktadır. Bu ayetin tefsirinde İbn Abbas'dan naklen "Beni tanısınlar" yorumu ile ma'rifet de yaratılış gayesini açıklayan bir kavram olarak devreye girmektedir. Ma'rifet de muhabbet için önemlidir. Bu yüzden diyoruz ki: Amaç kulluktur. Kulluk sevgi (muhabbet) ile olursa bir anlam kazanır. Kullukta sevginin yolu da marifetten (tanımadan) geçer. Öyleyse kul önce Allah'ı tanıyacak, sonra ibadet ve taatla O'nu sevecek ve o sevgi içinde kulluğa devam edecek.
- İnsanın büsbütün dünyadan el etek çekmesi, kendini sadece ibadete vermiş olması gerekseydi Allah insanı melek olarak yaratmaz mıydı?
- İnsanın büsbütün beşerî sıfatlardan sıyrılması anlamında dünyadan el etek çekmesi beklenemez. Aslında insandan istenen ve beklenen, gönlündeki dünya sevgisini çıkarmak ve dünya-perest olmaktan kurtulmaktır. İnsanın dünya nimetleri içinde yüzmesi sevgisi gönle yerleşmedikçe zühde engel teşkil etmez. İnsandan melek olması elbette beklenemez. Ama insan nefsinin isteklerini frenlemesini öğrenmeyince tûl-i emele çabuk mağlûb olur. İnsandaki ebediyyet duygusu çoğu zaman hedef şaşırarak ebediyyeti dünyada ve dünyalık şeylerde sanmaktadır. Tasavvufta dünyaya karşı zühdde aşırı uyarı, bu sebepledir, insanları melek yapmak için değil.[/size]
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
[size=9]İNSANIN MANEVİ YAPISI (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İLE İLGİLİ MESELELER
- Tasavvufta ruhdan çok bahsedilir. "Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir" (el-İsra, 17/85) ayetine rağmen bu bilgiler nereden çıkmıştır?
- Tasavvufta ruhtan çok bahsedilmesinin sebebi, tasavvufun insanın ruhî boyutu ve manevî tarafı ile ilgilenmesidir. İnsan ruhu, Kur'an'ın beyanına göre ilahî menşe'lidir. "Ben Adem'in yaratılışını tamamladığımda ona rûhumdan üfürdüm." (el-Hicr, 15/29 ; Sâd, 38/72) buyrulmuştur. Bedeni toprak ve sudan olan insanın ruhu, ilahî kaynaklı olduğundan insanlar tarafından merak edilmiş, soru ve araştırma konusu yapılmıştır. Asr-ı saadetteki yahudîlerin Hz. Peygamber'e "ruhun ne olduğunu" sormaları üzerine inen ayette: "Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir'' (el-İsra. 17/85)buyurulmuştur. Bu ayette ruhun "Rabbın emrinden" oluşunun beyan edilmesi, aslında ruhun özelliği hakkında bir ip ucudur. O da insanın halîfe oluşuyla izah edilebilir. Halîfe, kendisini istihlaf edenin özelliklerine sahip olur. Çünkü O'nun adına bir takım görevler üstlenecektir. İşte insan, "imaret" (yönetim ve idare) özelliği taşıyan ruhuyla yeryüzünde Allah adına bir takım sorumluluklar üstlenmiş bulunmaktadır. Ruh hakkında "çok az bilgi verilmesinin" beyan edilmesi, ruh konusunun önemi ve büyüklüğüne göre bilginin çok az oluşunu belirtmek içindir. Tasavvufta ruh ile ilgili verilen bilgiler ise genellikle ruhun tezahürleri ve özellikleri ile ilgilidir. Doğrudan ruhun kendisiyle ilgili değildir.
- Nefsin mertebeleri ve özellikleri nelerdir?
- Nefsin manevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmare, levvame, mülheme, mutmeinne, râziye, marziyye ve kamile gibi.
Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefstir. Kur'an'daki: "Çünkü nefs, kötülüğü şiddetle emreder." (Yusuf, 12/53) ayet-i kerimesi nefsin bu makamına işaret eder.
Nefs-i emmare mertebesinde bulunan salik iyilik işlemez, kötülüklerden kaçmaz; ancak kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar. Fakat bu nedamet, onun davranışlarını etkilemez. Bu sıfatla muttasıf olan nefs, hevasına fazlaca düşkündür. Bu mertebedeki salikin zikri "Lâ ilahe illallah", seyri "seyr ilallah"dır.
Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülazemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temayül gösteren nefstir. Adını Kur'an'daki: "Levvâme (pişmankar) nefse andolsun." (el-Kıyame, 75/2) ayetinden alır. Zikri, Allah lafza-i celali, seyri "seyr lillah"dır. Bu makamda muhabbetullah hasıl olur.
Nefs-i mülheme: İlham ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Adını "Andolsun nefse isyanını ve itaatını ilham edene." (eş-Şems,91/8) ayetinden alır. Bu mertebede zikir "Hû", seyr "seyr alellah"dır.
Nefs-i mutmeinne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile hemhâl olan nefstir. Bu nefs, Cenab-ı Hakk'ın tevfîk ve inayetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıztıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fena bulup "Nûr-i Muhammedi" zuhur ettiğinden nefs, hitab-ı ilahîye mazhar olur: "Ey itmi'nâna ermiş itâatkâr nefs!" (el-Fecr, 89/27) Bu makamın zikri "Hakk" ismidir. Seyri "seyr maallah"dır.
Nefs-i râziye: Kendisi hakkında tecellî eden kaza hükümlerine tereddüdsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, salikin esrar-ı ilahiyyeye muttali olduğu makamdır. Zikir "Hay" ismidir. Seyr "seyr fillah"dır. Kur'an'daki: "Dön Rabbına, sen O' ndan râzî olarak" (es-Şems. 89/28) ayeti bu makama işarettir.
Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızanın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah'dan, Allah'ın kuldan râzî olduğu makamdır. Yukarda geçen ayetin devamı olan: "Rabbın da senden râzî olarak" ifadesi bunu göstermektedir. Bu makamda zikir "Kayyûm" ismi, seyr "seyr anillâh"dır.
Nefs-i kâmile: Bu makamda salik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşad mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. Zikri "yâ Kahhâr!" ismi, seyri "seyr billâh"dır.
- İnsan kendi başına nefsin mertebelerini aşabilir mi?
- Sûfiler tarafından değişik şekillerde yapılan nefs makamlarına aid tasnifler genellikle itibarîdir. Bu bakımdan bunları insanın kendi başına aşması mümkün değildir. Mutlaka başında bir mürşid bulunmalıdır. Ayrıca yapılan bu tasnif çok kesin hatlarıyla birbirinden ayrılmış, matematiksel bir tasnif değildir. Zaman zaman tedahüller olabilir. Ayrıca "mülheme" makamı nefsin ilhama mazhar olduğu makamdır. Bu makam ancak ehliyetli ve liyakatli mürşidler marifetiyle aşılabilir. İlham almaya başlayan nefsin sahibi ucüb ve benliğe kapılabilir. Kendini "erdim" sanabilir. Böyle durumlar da "mezlaka-i akdâm" denilen ayak kaymalarına sebebiyet verebilir.
- Nefs-i emmâre nedir? Nefs-i emmâreden kurtulmak için ne yapmalıyız?
- Nefs-i emmare daima kötülük sayılan şeylere ilgi duyan ve sahibini o tür şeylere sevkeden nefstir. Yaptığı kötülüklerden de pek pişmanlık duymaz. Emmare konumunda bulunan bir nefsi şerîata riayet ve mu'tedil bir riyazatla terbiye etmeye çalışmak lazımdır. Bu bir irade eğitimidir. Nefsin hoşlandıklarını geri bırakarak onun her istediğini yapmak yerine, ona aklın ve şeriatın emirlerini yaptırmaya çalışmak gerekir. Nefs, genellikle çocuğa benzetilir. Çocuğunu sütten kesmek isteyen anne nasıl çocuğuna direnir ve bu direnmede iradesini ortaya koyar ve böylece muvaffak olursa, nefs-i emmare ile başa çıkmak için de sağlam bir irade ortaya koymak ve şeriat ölçüleri içinde mücahede etmek lazımdır.
- Kalb hakkında bilgi verir misiniz?
- Kalb birşeyin merkezi ve özü demektir. Birşeyi tersyüz etmek, değiştirmek veya değişkenlik anlamınada gelir. Kur'an'da genelde idrak ve anlama merkezi, düşünme ve kavrama gücü anlamına yaklaşık 140 yerde geçmektedir. Kalb îman yeridir. Fıkıh ve kelam alimleri kavramak ve idrak anlamına "akıl" kelimesini tercih ederlerken, sûfiler "kalb" kelimesini tercih etmişlerdir.
Sûfilerin başlangıçta anlama ve idrak manasında kullandığı bu kavram, sonraları daha bir derinlik kazanarak "gönül" anlamında kullanılır olmuştur. Sûfilere göre kalb aynı zamanda keşf ve ilham merkezidir. Çünkü kalb Hakk'ın tecellîgahıdır. Kalb, sevgi ve ilgi merkezi olduğundan sevgide birlik esastır. Kalb iki anlama gelir. Birincisi insanın sol memesinin altında çam kozalağını andıran et parçası, ikincisi ise insan bedenine tevdî edilen ruhanî ve rabbanî bir latifedir. Bunun cismanî kalb ile de bir ilişkisi vardır. Nitekim: "Gerçek şudur ki, kör olan gözler değil, gögüslerdeki kalblerdir." (el-Hacc, 22/46) ayeti buna delildir.[/size]
- Tasavvufta ruhdan çok bahsedilir. "Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir" (el-İsra, 17/85) ayetine rağmen bu bilgiler nereden çıkmıştır?
- Tasavvufta ruhtan çok bahsedilmesinin sebebi, tasavvufun insanın ruhî boyutu ve manevî tarafı ile ilgilenmesidir. İnsan ruhu, Kur'an'ın beyanına göre ilahî menşe'lidir. "Ben Adem'in yaratılışını tamamladığımda ona rûhumdan üfürdüm." (el-Hicr, 15/29 ; Sâd, 38/72) buyrulmuştur. Bedeni toprak ve sudan olan insanın ruhu, ilahî kaynaklı olduğundan insanlar tarafından merak edilmiş, soru ve araştırma konusu yapılmıştır. Asr-ı saadetteki yahudîlerin Hz. Peygamber'e "ruhun ne olduğunu" sormaları üzerine inen ayette: "Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir'' (el-İsra. 17/85)buyurulmuştur. Bu ayette ruhun "Rabbın emrinden" oluşunun beyan edilmesi, aslında ruhun özelliği hakkında bir ip ucudur. O da insanın halîfe oluşuyla izah edilebilir. Halîfe, kendisini istihlaf edenin özelliklerine sahip olur. Çünkü O'nun adına bir takım görevler üstlenecektir. İşte insan, "imaret" (yönetim ve idare) özelliği taşıyan ruhuyla yeryüzünde Allah adına bir takım sorumluluklar üstlenmiş bulunmaktadır. Ruh hakkında "çok az bilgi verilmesinin" beyan edilmesi, ruh konusunun önemi ve büyüklüğüne göre bilginin çok az oluşunu belirtmek içindir. Tasavvufta ruh ile ilgili verilen bilgiler ise genellikle ruhun tezahürleri ve özellikleri ile ilgilidir. Doğrudan ruhun kendisiyle ilgili değildir.
- Nefsin mertebeleri ve özellikleri nelerdir?
- Nefsin manevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmare, levvame, mülheme, mutmeinne, râziye, marziyye ve kamile gibi.
Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefstir. Kur'an'daki: "Çünkü nefs, kötülüğü şiddetle emreder." (Yusuf, 12/53) ayet-i kerimesi nefsin bu makamına işaret eder.
Nefs-i emmare mertebesinde bulunan salik iyilik işlemez, kötülüklerden kaçmaz; ancak kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar. Fakat bu nedamet, onun davranışlarını etkilemez. Bu sıfatla muttasıf olan nefs, hevasına fazlaca düşkündür. Bu mertebedeki salikin zikri "Lâ ilahe illallah", seyri "seyr ilallah"dır.
Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülazemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temayül gösteren nefstir. Adını Kur'an'daki: "Levvâme (pişmankar) nefse andolsun." (el-Kıyame, 75/2) ayetinden alır. Zikri, Allah lafza-i celali, seyri "seyr lillah"dır. Bu makamda muhabbetullah hasıl olur.
Nefs-i mülheme: İlham ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Adını "Andolsun nefse isyanını ve itaatını ilham edene." (eş-Şems,91/8) ayetinden alır. Bu mertebede zikir "Hû", seyr "seyr alellah"dır.
Nefs-i mutmeinne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile hemhâl olan nefstir. Bu nefs, Cenab-ı Hakk'ın tevfîk ve inayetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıztıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fena bulup "Nûr-i Muhammedi" zuhur ettiğinden nefs, hitab-ı ilahîye mazhar olur: "Ey itmi'nâna ermiş itâatkâr nefs!" (el-Fecr, 89/27) Bu makamın zikri "Hakk" ismidir. Seyri "seyr maallah"dır.
Nefs-i râziye: Kendisi hakkında tecellî eden kaza hükümlerine tereddüdsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, salikin esrar-ı ilahiyyeye muttali olduğu makamdır. Zikir "Hay" ismidir. Seyr "seyr fillah"dır. Kur'an'daki: "Dön Rabbına, sen O' ndan râzî olarak" (es-Şems. 89/28) ayeti bu makama işarettir.
Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızanın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah'dan, Allah'ın kuldan râzî olduğu makamdır. Yukarda geçen ayetin devamı olan: "Rabbın da senden râzî olarak" ifadesi bunu göstermektedir. Bu makamda zikir "Kayyûm" ismi, seyr "seyr anillâh"dır.
Nefs-i kâmile: Bu makamda salik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşad mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. Zikri "yâ Kahhâr!" ismi, seyri "seyr billâh"dır.
- İnsan kendi başına nefsin mertebelerini aşabilir mi?
- Sûfiler tarafından değişik şekillerde yapılan nefs makamlarına aid tasnifler genellikle itibarîdir. Bu bakımdan bunları insanın kendi başına aşması mümkün değildir. Mutlaka başında bir mürşid bulunmalıdır. Ayrıca yapılan bu tasnif çok kesin hatlarıyla birbirinden ayrılmış, matematiksel bir tasnif değildir. Zaman zaman tedahüller olabilir. Ayrıca "mülheme" makamı nefsin ilhama mazhar olduğu makamdır. Bu makam ancak ehliyetli ve liyakatli mürşidler marifetiyle aşılabilir. İlham almaya başlayan nefsin sahibi ucüb ve benliğe kapılabilir. Kendini "erdim" sanabilir. Böyle durumlar da "mezlaka-i akdâm" denilen ayak kaymalarına sebebiyet verebilir.
- Nefs-i emmâre nedir? Nefs-i emmâreden kurtulmak için ne yapmalıyız?
- Nefs-i emmare daima kötülük sayılan şeylere ilgi duyan ve sahibini o tür şeylere sevkeden nefstir. Yaptığı kötülüklerden de pek pişmanlık duymaz. Emmare konumunda bulunan bir nefsi şerîata riayet ve mu'tedil bir riyazatla terbiye etmeye çalışmak lazımdır. Bu bir irade eğitimidir. Nefsin hoşlandıklarını geri bırakarak onun her istediğini yapmak yerine, ona aklın ve şeriatın emirlerini yaptırmaya çalışmak gerekir. Nefs, genellikle çocuğa benzetilir. Çocuğunu sütten kesmek isteyen anne nasıl çocuğuna direnir ve bu direnmede iradesini ortaya koyar ve böylece muvaffak olursa, nefs-i emmare ile başa çıkmak için de sağlam bir irade ortaya koymak ve şeriat ölçüleri içinde mücahede etmek lazımdır.
- Kalb hakkında bilgi verir misiniz?
- Kalb birşeyin merkezi ve özü demektir. Birşeyi tersyüz etmek, değiştirmek veya değişkenlik anlamınada gelir. Kur'an'da genelde idrak ve anlama merkezi, düşünme ve kavrama gücü anlamına yaklaşık 140 yerde geçmektedir. Kalb îman yeridir. Fıkıh ve kelam alimleri kavramak ve idrak anlamına "akıl" kelimesini tercih ederlerken, sûfiler "kalb" kelimesini tercih etmişlerdir.
Sûfilerin başlangıçta anlama ve idrak manasında kullandığı bu kavram, sonraları daha bir derinlik kazanarak "gönül" anlamında kullanılır olmuştur. Sûfilere göre kalb aynı zamanda keşf ve ilham merkezidir. Çünkü kalb Hakk'ın tecellîgahıdır. Kalb, sevgi ve ilgi merkezi olduğundan sevgide birlik esastır. Kalb iki anlama gelir. Birincisi insanın sol memesinin altında çam kozalağını andıran et parçası, ikincisi ise insan bedenine tevdî edilen ruhanî ve rabbanî bir latifedir. Bunun cismanî kalb ile de bir ilişkisi vardır. Nitekim: "Gerçek şudur ki, kör olan gözler değil, gögüslerdeki kalblerdir." (el-Hacc, 22/46) ayeti buna delildir.[/size]
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Tasavvufi Düşünceye Dair Sorular
KABİR ve TEFEKKÜR-İ MEVT İLE İLGİLİ MESELELER
- Tasavvufta kabir ziyaretlerine bilhassa yaşadığı asırda şöhret bulmuş ilim adamları ile sûfilerin kabirlerinin ziyaretlerine çok önem verilmektedir. Hadislerde ise: "Sizden öncekiler kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha siz kabirleri mescid edinmeyin! Sizi bundan sakındırıyorum!" (Muvatta', Kasru's-salat fı's-sefer, 85); "Allah yahûdî ve hristiyanlara lanet etsin, onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler." (Buhari, Salat, 48, Cenaiz 162, Enbiya 50; Ebu Davûd, Cenaiz 72; Nesaî, Mesacid, 13) buyrulur. Bu konuda neler söylersiniz?
- Tasavvuf ricalinin, ulema ve meşayihın kabirlerini ziyaretlerine büyük önem verdiği doğrudur. Allah Rasûlü'nün, kabirlerin mabed edinilmemesi konusundaki emirleri ortadadır. Bunların arasını nasıl telif ederiz? Şimdi bir kerre sizin de zikrettiğiniz hadislerde Allah Rasûlü'nün hedefi açıktır: Kabirleri mabed, ölüleri de mabud edinmemek. Allah Rasûlü aynı endişe ile kabir ziyaretini de yasaklamış, daha sonra bu endişenin zail olmasını müteakip tekrar izin vermişti. Bu duruma göre, kabirlerin mabed edinilmesi gibi bir tehlike söz konusu ise o zaman ziyaretin bile yasaklanması gerekir. Ama böyle bir tehlikenin sözkonusu olmadığı zaman ve mekanlarda sırf ölümden ibret almak, ölüm ötesine hazırlanmak ve şefaati umulan, hakkında hüsn-i zan beslenilen bir büyük zatın kabrinin Allah rızası için ziyaret etmek şer'î bakımdan mahzurlu olmasa gerektir. Nitekim herşeye rağmen türbe içinde ve mezar üstünda namaz kılmak caiz görülmemiştir. Daha önce bir başka vesîle ile zikrettiğimiz gibi, bugün dînî konulara ilginin bilginin önüne geçmesinden kaynaklanan cehalet, bir takım yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Yoksa kabir ve türbeleri başında üç İhlas, bir Fatiha okuyarak ziyaret etmenin ne zararı olabilir? Kaldı ki bu tür ziyaretlerde insanın hayal dünyası kişiyi alıp zaman tünelinden ziyaret edilen şahsın dönemine götürmekte ve böylece bir süre de olsa insan dünya kaygılarını unutup güzel insanların huzurlu dünyasını hayalinde canlandırmaktadır. Konunun bu boyutlarını da düşünmek gerekir. Tek veçheden bakıldığında isabetli karar vermek zordur.
- Rabıta-i mevt veya tefekkür-i mevt denilen "ölümü düşünme" konusunun tasavvuftaki yeri nedir? Açıklar mısınız?
- Tasavvufta "tefekkür-i mevt" olarak, bazan da rabıta-i mevt olarak anılan "ölümü hatırlayıp düşünme" olayının çok önemi vardır. Hz. Peygamber: "Dünyevî zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayınız." (Tirmizî, Zühd, 4; Nesaî, Cenaiz, 3; İbn Mace, Zühd, 31) buyurur. Bir defasında da "kendisine zekî müminin kim olduğu" sorulmuştu da şu karşılığı vermişti: "Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır." (İbnMace, Zühd, 31) Benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar "Ölmeden evvel ölmek" (bk. Keşfu'l-hafa, II, 291, hadis: 2669)şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt bir bakıma her nefesi son nefes bilmektir. Tefekkür-i mevt "Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz." (Tirmizî, Kıyame, 25) hadisinin ışığında insanın amellerini tartması, ölümü hatırlayarak nasıl hesap vereceğini düşünmesidir. Kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmasıdır. Bedenin rûha verdiği bulanıklığı atmasıdır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: "Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?" şeklindeki şaşırtıcı sorularına: "Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım." şeklinde radikal cevaplar vermesidir. İnsana en yakın olan şey, ölümdür. Çünkü herkes ölecek yaştadır.
KAYNAK: Prof.Dr. H.Kamil YILMAZ, "İslam Tasavvufu", Altınoluk, İstanbul 1996, s.443-558
- Tasavvufta kabir ziyaretlerine bilhassa yaşadığı asırda şöhret bulmuş ilim adamları ile sûfilerin kabirlerinin ziyaretlerine çok önem verilmektedir. Hadislerde ise: "Sizden öncekiler kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha siz kabirleri mescid edinmeyin! Sizi bundan sakındırıyorum!" (Muvatta', Kasru's-salat fı's-sefer, 85); "Allah yahûdî ve hristiyanlara lanet etsin, onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler." (Buhari, Salat, 48, Cenaiz 162, Enbiya 50; Ebu Davûd, Cenaiz 72; Nesaî, Mesacid, 13) buyrulur. Bu konuda neler söylersiniz?
- Tasavvuf ricalinin, ulema ve meşayihın kabirlerini ziyaretlerine büyük önem verdiği doğrudur. Allah Rasûlü'nün, kabirlerin mabed edinilmemesi konusundaki emirleri ortadadır. Bunların arasını nasıl telif ederiz? Şimdi bir kerre sizin de zikrettiğiniz hadislerde Allah Rasûlü'nün hedefi açıktır: Kabirleri mabed, ölüleri de mabud edinmemek. Allah Rasûlü aynı endişe ile kabir ziyaretini de yasaklamış, daha sonra bu endişenin zail olmasını müteakip tekrar izin vermişti. Bu duruma göre, kabirlerin mabed edinilmesi gibi bir tehlike söz konusu ise o zaman ziyaretin bile yasaklanması gerekir. Ama böyle bir tehlikenin sözkonusu olmadığı zaman ve mekanlarda sırf ölümden ibret almak, ölüm ötesine hazırlanmak ve şefaati umulan, hakkında hüsn-i zan beslenilen bir büyük zatın kabrinin Allah rızası için ziyaret etmek şer'î bakımdan mahzurlu olmasa gerektir. Nitekim herşeye rağmen türbe içinde ve mezar üstünda namaz kılmak caiz görülmemiştir. Daha önce bir başka vesîle ile zikrettiğimiz gibi, bugün dînî konulara ilginin bilginin önüne geçmesinden kaynaklanan cehalet, bir takım yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Yoksa kabir ve türbeleri başında üç İhlas, bir Fatiha okuyarak ziyaret etmenin ne zararı olabilir? Kaldı ki bu tür ziyaretlerde insanın hayal dünyası kişiyi alıp zaman tünelinden ziyaret edilen şahsın dönemine götürmekte ve böylece bir süre de olsa insan dünya kaygılarını unutup güzel insanların huzurlu dünyasını hayalinde canlandırmaktadır. Konunun bu boyutlarını da düşünmek gerekir. Tek veçheden bakıldığında isabetli karar vermek zordur.
- Rabıta-i mevt veya tefekkür-i mevt denilen "ölümü düşünme" konusunun tasavvuftaki yeri nedir? Açıklar mısınız?
- Tasavvufta "tefekkür-i mevt" olarak, bazan da rabıta-i mevt olarak anılan "ölümü hatırlayıp düşünme" olayının çok önemi vardır. Hz. Peygamber: "Dünyevî zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayınız." (Tirmizî, Zühd, 4; Nesaî, Cenaiz, 3; İbn Mace, Zühd, 31) buyurur. Bir defasında da "kendisine zekî müminin kim olduğu" sorulmuştu da şu karşılığı vermişti: "Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır." (İbnMace, Zühd, 31) Benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar "Ölmeden evvel ölmek" (bk. Keşfu'l-hafa, II, 291, hadis: 2669)şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt bir bakıma her nefesi son nefes bilmektir. Tefekkür-i mevt "Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz." (Tirmizî, Kıyame, 25) hadisinin ışığında insanın amellerini tartması, ölümü hatırlayarak nasıl hesap vereceğini düşünmesidir. Kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmasıdır. Bedenin rûha verdiği bulanıklığı atmasıdır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: "Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?" şeklindeki şaşırtıcı sorularına: "Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım." şeklinde radikal cevaplar vermesidir. İnsana en yakın olan şey, ölümdür. Çünkü herkes ölecek yaştadır.
KAYNAK: Prof.Dr. H.Kamil YILMAZ, "İslam Tasavvufu", Altınoluk, İstanbul 1996, s.443-558
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: İSLAMİ İLİMLER :._.·´¯) :: TASAVVUF
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
22.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN
» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
12.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN
» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
12.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN
» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
17.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN
» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
11.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN
» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
11.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN
» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
11.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
11.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
11.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN
» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
11.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN
» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
11.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN
» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
11.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN
» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
11.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN
» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
11.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN
» Ne NeDiR?
20.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN
» ÖĞÜT VEREN AYETLER
20.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN
» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
22.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN
» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
11.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN
» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
11.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN
» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
11.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN