Giriş yap
Similar topics
Üye Paneli
Profiliniz Bilgiler Seçenekler İmza Avatar |
Sosyal Arkadaş ve Tanınmamış Üye listesi Grup |
Özel Mesaj Gelen Kutusu ÖM Gönder |
Gözlenmiş Konular |
Kimler hatta?
Toplam 53 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 53 Misafir :: 1 Arama motorlarıYok
Sitede bugüne kadar en çok 392 kişi 10.10.24 17:51 tarihinde online oldu.
En son konular
En bakılan konular
Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN
Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Organların Dili
2 posters
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: AİLE HAYATI VE YAŞAM :._.·´¯) :: SAĞLIK
1 sayfadaki 1 sayfası
Organların Dili
BEN HASAN'IN AKCİĞERİYİM
Hasan Bey kardeşim!...
Önce sen arkana bir yaslan, ben de şöyle bir genişleyeyim ki, içime biraz daha fazla hava dolsun. Benim içime ne kadar fazla hava dolarsa senin beynin o kadar rahat çalışır ve dediklerimi daha iyi anlarsın. Ne alâkası mı var? Hiç alâkası olmaz olur mu Hasan! Senin vücudundaki her organının her şeyle, hattâ bütün kâinatla alâkası var. Senin beyninin çalışması için şekere, bu şekeri yakarak sinir hücrelerine enerji sağlamak için de oksijene ihtiyacın var. Oksijeni de havadan alarak kanına geçmesini sağlayan organ olan ben "Akciğer", sana bugün kendimden bahsedeceğim. Aslında kendinden bahsetmek iyi bir şey değil, ama benim yaptığım kendinden bahsetmek sayılmaz. Ben sadece O'ndan bahsetmek istiyorum, yani beni yapacağım işe uygun ve en mükemmel şekilde yaratana ayna oluyorum. Dolayısıyla gurura ve kibire kapılacak birşeyim zaten yok. Herşey O'na ait; sahip olduğum, sizin ilminizin yetişemediği, üzerimdeki bütün ince sanatlar ve hususiyetler hep O'nun, yani Rabbimizin malı, senin hayatını sürdürmen için beni vazifelendirerek senin vücuduna yerleştirmiş.
Kaburgaların ve göğüs kaslarınla çevrilerek yapılmış göğüs kafesinin içine, sağlı sollu iki hava torbası veya daha doğru bir ifadeyle iki körük gibi yerleştirilmişim. Üst taraftan nefes borusuyla boğazının yutak bölgesine bağlanırım, alt taraftaki karın içi organlardan da kaslı bir perde olan diyaframla ayrılırım (Resim 1).
İlk nefes alışımı sen hemen doğar doğmaz yaptım ve hiç durup dinlenmeden hâlâ devam ediyorum. Sen uyurken bile ihtiyacın olan oksijeni yetiştirebilmem için, beyninin arka kısmındaki (medulla oblongata'da) solunum merkezinden otomatik olarak aldığım komutlarla hareket ederim. Çok yakın mesai arkadaşım kalb, benden çok daha önce, sen henüz anne karnında bir aylıkken çalışmaya başlamıştı, ben o zaman istirahat ediyordum ve zaten tam da teşekkül etmemiştim. Anne karnındayken senin gıda ve oksijen gibi bütün ihtiyaçların, şimdi arada sırada kalbini kırdığın annenin kanından karşılandığı için, benim ayrıca şişip sönerek hava almama gerek yoktu. Zaten böyle bir şey yapmaya kalkışsam, hemen boğulurdum. Çünkü anne karnında iken sen bir sıvı içinde yüzüyordun ve nefes almaya kalkıştığında hemen benim içime bu sıvı dolardı ve boğulurduk.
Doğumda benim alacağım ilk nefes çok önemlidir. Bu ilk nefes oldukça da zordur, çünkü nefes borun normalden çok daha dardır, buna karşılık kılcal damarlarınla oksijen alışverişinin yapıldığı alveollerimin sayısı, vücut kütleme göre çok fazla olduğundan, nefes borumun darlığı telâfi edilir. Ben ilk hareketimi yapıp, içime hava dolduğunda kalbten bana gelen atar ve toplardamarlara basınç yaparım ve benim atardamarımı doğrudan aorta bağlayan damar, devreden çıkarak kulakçıklar arasındaki perde kapanır ve annenin dolaşımı ile yolun ayrılır. Kalbindeki bu perde kapanmaz ve delik kalırsa benim oksijenlediğim kan ile kirli kan (oksijence fakir) birbirine karışır ve çocuklarda "mavi hastalık" adı verilen rahatsızlık ortaya çıkar. Kirli ve temiz kanlar birbirine karıştığı için dokulara yeterince oksijen gidemez, deri ve gözlerin beyaz kısmı mavimtrak bir renk alır.
Dokuların yeterli oksijen alamaması yüzünden morarması sigara içenlerde de görülür. Benim en büyük düşmanım olan sigaranın içindeki yüzlerce zehirli ve zararlı maddeden biri olan karbonmonoksit kandaki hemoglobin ile birleşerek oksijen taşınmasına mani olur ve bu yüzden sigara içenlerin dudakları morumsu bir renk alır. Zaten yaşadığımız devirde iyice artmış olan hava kirliliği ile baş edemezken bir de üzerime sigara içmiyorlar mı, çileden çıkıyorum. Yahu, insan bu kadar cahil ve düşüncesiz olur! İnan ki anlayamıyorum. Rabbim beni, içine hava alsın ve bu havayı yüksek bir basınçla kana geçirsin, kandaki atık gaz olan karbondioksiti de vücudun için boğucu olacak seviyeye yükselmeden dışarı atmam için çok hususî bir şekilde yaratmış. İleride havanın bu kadar kirleneceğini bildiği için de, bana kendimi korumam için bazı sigorta mekanizmaları vermiş. Onun için çok uzun zaman hiç arıza çıkarmadan işimi yaparım. Fakat tabiattaki sentetik zehirler ve gazlar o kadar arttı ki, artık başedilecek gibi değil. Bir de bunun üzerine, içinde en az 4000 çeşit zehirli madde olduğu söylenen sigaranın dumanını benim içime doğru üflüyorlar (Resim 2). Kendileri bilirler, bir müddet sonra artık dayanamayıp da pes edersem, ne işler açarım Allah bilir. Eskiden daha çok verem oluyordum, şimdi ise artık modaya uyarak ben de kanser olmayı tercih ediyorum(!). Biraz kara mizah gibi oldu değil mi? Ne yapayım? Ben isteyerek kanser olur muyum? Bu kanser denilen illet nasıl her organı vuruyorsa, beni daha çok vurur, çünkü her an hava ile haşır neşirim. Bir an hava almayı kessem, hemen son nefesini verirsin. O zaman, aldığın havanın temiz olmasına dikkat edeceksin. Gerçi benim içime hava getiren nefes borusu ve bronş dediğiniz hava yollarımın içi, havadaki tozları yakalayıp dışarı doğru süpüren, silli bir epitel ile kaplanmış olup, sen uyurken bütün gece çalışan bu süpürgenin titrek tüycükleri (siller), gündüz soluduğun hava içindeki tozları yapıştırmış olan mukus salgısını, boğazına doğru birbirine devrederek itelerler ve sen de sabah kalktığında gırtlağındaki bu balgam kitlesini atarak kurtulursun. Sigara içenler ise dumanı benim içime doğru her çekişlerinde bu silli epitel hücrelerimden 800-1000 kadarını öldürüyorlar. Bir müddet sonra, hava ile gelen zehirli parçacıkları (karbon, kükürt, kurşun vb. gibi zerreleri) artık süpüremez hâle geliyorum, çünkü nefes borumun içindeki silli epitelin hücreleri öle öle artık dayanamaz olur ve yapısını değiştirir. Bundan sonra da gelen kirli havanın içindeki tozlar, soba borularının veya evinizin bacasının kurum bağlaması gibi hava yollarımı tıkarlar. Belki kronik obstrüktif akciğer hastalığı olurum, belki kanser? Orası Allah'ın bileceği iş! Eee, ben ne yapayım? Kendin ettin, kendin buldun. Şimdi bir de sakın kadere ve Allah'a söz söylemeye kalkışma!!!
Hasan! Biliyorum sen sigara içmiyorsun, ama ben yine de bazı arkadaşlarına anlatman için kısaca temas etmekte fayda gördüm. Sen üzerine alınma.
Biraz da sana yapılışımdaki sanat inceliklerinden bahsedeyim. Senin de bildiğin gibi, herhangi bir yapıdaki sanat ve estetik ile fonksiyonellik birlikte olursa bir değer ifade eder. Vücudunda birlikte çalıştığımız bütün arkadaşlarım gibi benim yapılışımdaki mükemmellik de, yapacağım çok önemli işe uygunluk arzeder. Senin anlıyacağın tesadüfen hücrelerin veya moleküllerin bir araya gelmesiyle, bırakın benim gibi bir organ meydana getirmeyi, benim yapımı teşkil eden çeşitli protein moleküllerinden birini bile şuursuz sebeplerle kendi kendine oluşturamazsınız. Senin her nefes alış verişinde benim içime giren havanın oksijeninin basıncının yüksek tutulması, difüzyonla benim zarlarımdan geçip yapışık durumdaki kılcal kan damarlarının da zarlarından geçmesi ve hemoglobin molekülüyle birleşmesi, bu arada kandaki yüksek basınçlı karbondioksidin de aynı zarlardan geçerek, benim içime nüfuz etmesi ve benim de bunu dışarı atmam, hiç de burada anlattığım gibi kolay olmuyor. Dakikada 13-14 solunum yapıyorsun ve her seferinde bu iş tekrarlanıyor. Çoğu zaman farkında olmadan yaptığın nefes alıp verme esnasında, benim genişleyip daralmam için önce çok esnek bir yapıda olmam gerekir. Bu esneklikle beraber en önemli birinci özelliğim, en küçük hacimde en geniş yüzeyi gösterebilmemdir. Senin daracık göğsüne incecik zarlar hâlinde yaklaşık 100 m2 kadar (veya senin vücudunu saran derinin yaklaşık 50 misli kadar) bir alanı sıkıştıran Rabbim, bu sayede gazların difüzyonuna imkân veren geniş bir yüzeyi hizmetine vermiştir. Bu ince zarlı solunum yüzeyinin gazların kolayca nüfuz edebilmesi için daima nemli olup kurumaması gerekir. Bu yüzden havanın içinde, belli bir miktar rutubet olması gerekir. Bu nemli solunum yüzeyleri, gazların difüzyonu için çok iyidir ama fizikî bir hâdise olan kılcallık ve yüzey gerilimi sebebiyle zarların birbirine yapışması ve solunumun sıkıntıya girmesi tehlikesine karşı, sürfektan maddeler bulunduran bir sıvı, benim içime salgılanır. Eğer bu sıvı olmasaydı ince zarlarım birbirine yapışır ve difüzyon mümkün olmazdı. Benim içime giren hava tıpkı bir otobandan daha tâlî yollara ayrılan trafik gibi, gittikçe daralan ve dallanan ve sonunda alveol denilen çıkmaz odacıklarda nihayetlenen bir ağ teşkil eder. Ağız ve burnundan giren hava, ana otoban olan trake'de (nefes borusunda) birleşir. Nefes borumun boyu 15 cm., çapı ise 2-3 cm. kadardır. Aslında burada söylemem gereken ve senin çoğu zaman yanlış yaptığın bir iş var, bunu söylemek benden daha çok burun adı verdiğiniz, senin yüzünün ortasındaki çıkıntılı organa düşer, zannederim ileride o da kendisindeki hikmetleri ve sanatları anlatacaktır, ama benimle de alâkalı olduğu için kısaca temas edeyim: Çoğunlukla nefes almayı bilmiyorsun, nefesi burundan alıp ağızdan vereceksin. Böylece burundan aldığın hava hem ısınacak, hem rutubetlenecek, hem de içindeki tozları temizlenecektir. Böyle yaparsan beni sıkıntıya sokmaz, soğuk algınlığı ve üst solunum yolu enfeksiyonlarına daha zor yakalanırsın. Ağızdan hava aldığın takdirde, soğuk ve kuru bir şekilde, içindeki toz ve mikroplar süzülmeden benim içime girer ve bronşitten zatürreeye kadar bir sürü hastalığa sebep olabilir. Annen-baban sen küçükken hep burnunu açık tutup, tıkanmaması için serum fizyolojik damlatırlardı; yine burnunda et olduğu için ağzı açık uyuyan çocukların, niçin kolay hasta olduklarını şimdi anlamış oldun. Yakın komşum ve ortağım burnun işine karışmış gibi oldum, ama o kendisini anlatıncaya kadar sabredemedim.
Buraya nereden gelmiştim? Ha.. Evet! Havanın bana gelirken geçtiği yollardan bahsediyordum. Tıpkı bir baca gibi çalışarak bana havayı ulaştıran nefes borum, etrafı 16-20 kadar kıkırdak halkalardan örülmüş uzun bir silindir tüp şeklindedir. Yemek borusuyla yan yana yerleştirildiklerinden bir sıkıntı olmaması için bu üst üste binen kıkırdak halkaların bir tarafı sert kıkırdak yerine, esnek bağ dokusu ile tamamlanmıştır. Böylece lokmaları yutarken, nefes borunun kıkırdakları yutmana engel olmaz. Bu kıkırdak halkaların üzerinde ve yanlarında kas lifleri vardır, nefes alış verişlerimde bu halkalar esneyerek boruyu genişletip daraltabilirler.
Bazen öksürterek seni ikaz ettiğim olmuştur. Belki sana rahatsızlık veriyorum ama, eğer kas demetlerimi kasarak, nefes borumun çapını normalinin altıda birine inecek kadar daraltmasam ve bu dar boru içinden hızlı bir nefes verme hareketi yapamasam, benim içime kaçan yabancı cisimleri, tozları veya küçük parçacıkları dışarı atman mümkün olmaz, dolayısıyla da kısa zamanda tıkanır, havasızlıktan ölürdün. Onun için, sizin öksürük ismini verdiğiniz, o hızlı patlama ile çıkardığım hava, aslında benim içimdeki zararlı bir tozdan kurtulmam demektir. Otoban gibi çok geniş bir yol olan nefes borumun ön ucuna, Rabbim bir de ses cihazı koymuş ki, başlı başına bir harika! Şimdi bir de onu anlatmaya girsem sayfalar yetmez. Hem bana doğru gelen hava, hem de benden çıkan kirli hava, bu ses kutusundan geçerken oradaki telleri titreştirerek ne melodiler çıkarır, ne ilâhiler söyler, ne konuşmalara hayat verir. Nefes borusundan gelen hava, iki bronşa ayrılarak göğsünün sağ ve solunda oturan biz ikiz kardeşlere gelir. Aslında tam ikiz sayılmayız, çünkü sağ tarafta oturanımız üç parçalı, sol tarafta oturanımız ise iki parçalı yapılmıştır (Resim 3). Bunun hikmetini mi soruyorsun? Sol tarafta kardeşimiz kalbe yer açmak ve daha kolay yerleşmesini temin etmek için böyle yaratılmışızdır diyebilirim. Ayrıca herhangi bir bölümde kanser başladığında, yayılmadan, sadece o kısmı operasyonla çıkararak hayatımı sürdürmem mümkün olabilir, ama belki daha ne gibi hikmetleri vardır, ancak Rabbim bilir. Bu ana bronşlar bizim içimize girdikten sonra otobandan ayrılan ince yollar gibi 8-10 ana dala, bunların her biri de çapları 1 cm.'nin altına kadar düşen daha ince dallara ayrılır. Bu dallanma sistemi baş aşağı duran bir ağaca benzer (Resim 4). Bu ince dalların ucunda ise üzüm salkımı şeklinde respiratorik bronşçuklar yer alır. Üzüm salkımını yapan taneciklere benzeyen küçük kürecikler yolların bittiği en son nokta olup, esas hayatî kısımlar buralarıdır. Alveol adını alan bu küçük kürecikler çok ince bir zardan yapılmış olup etrafı kılcal damar ağı ile sarılmıştır (Resim 5). İşte gaz alış verişinin yapıldığı asıl fonksiyonel kısımlarım buralarıdır. Alveolleri saran kılcal damar ağını yapan, kalbten bana kirli kan (oksijence fakir) getiren atardamarım (pulmonar arter) ve benden topladığı temiz kanı (oksijence zengin) kalbe götüren toplardamarımın (pulmonar vena) dallanmış kollarıdır.
Benim üzerimi saran, koruyucu iki ince zar tabaka vardır. Bunların birisi benim üzerime tam yapışmış, diğeri ise göğüs boşluğunu yapan kaburgalara yapışmış olup, iki zar arasındaki kese boşluğunda çok ince bir kaygan sıvı vardır. Benim her şişip sönme hareketim sırasında, göğüs boşluğu duvarlarına yaptığım sürtünme tesiriyle ortaya çıkabilecek aşınma, bu kaygan sıvı sayesinde engellenmiş olur. Eğer bu sıvı olmasaydı, çok kısa bir süre sonra aşınır ve delinirdim. Nefes alırken şiştiğim sırada göğüs boşluğunun da bana yer açacak şekilde genişlemesi gerekir. Genişleyecek yer bulamasaydım, nefes alamazdım ve sen de ölürdün. Çok şükür ki, Yaratıcımız beni korumak için kaburgalardan bir kafes yaparken, ayrıca bu kaburgaların omurlarla yaptığı eklemlere kısmen esneme, kaburgalara da biraz burularak gerilme özelliği vermiş. Böylece göğüs boşluğu kısmen genişleyerek bana yer açıyor. Ayrıca beni mide ve bağırsaklardan ayıran kaslı perde (diyafram) de kubbeliğini azaltıp, karın içindeki organları aşağıya bastırır, bu arada karın duvarı da dışarı doğru şişkinleşir ve benim inmem için yer açılır. Hem kaburgaların, hem de diyaframın hareketi sayesinde açılan yere doğru, içimi hava ile şişirerek genişlerim. Benim göğüs boşluğunda asılı durmam, bana bağlı olan nefes borusu ve kalble bağlantımı kuran, atar ve toplardamarlar ile mümkün olabilmektedir.
Sürekli olarak dış ortama açık olduğumdan pek çok hastalığa yakalanma tehlikem yüksektir. Hasta olduğumda göstereceğim ilk belirtiler arasında, başta öksürük gelir, kimi zaman kanla karışık balgam çıkarırım, ayrıca nefes almakta zorlanırım ve göğsünde bir ağrı da meydana getiririm. Bu işaretleri gördüğün anda hemen bana dikkat etmelisin. Bakteri ve virüsler benim içime yerleşirlerse hava keseciklerimin içinde çoğalarak sertleşmeye ve iltihaba sebep olurlar.
Bilhassa alerjik bozukluklara çok hassasımdır. Bronşlarımın duvarlarındaki düz kaslar yabancı bir madde ile temas edince (meselâ çiçek tozu) salgılanan histamin, kaslarımın kasılmasına sebep olur. Ayrıca kan damarlarının iltihaplanmasına sebep olan alerjik hastalıklar da, en fazla kan taşıyan organlardan biri olarak bana çok tesir eder. Bronş kaslarımın kasılması ve alerjik reaksiyonlara karşı salgıladığım mukusun (sümüksü madde) dışarı atılamaması neticesinde bende solunum güçlüğü ortaya çıkar ve siz de benim bu hâlime astım hastalığı diyorsunuz. Benim kendimi korumak için çıkardığım bu mukus, bronşlarımın içini doldurunca ben de nefes almakta zorlanıyorum, resim 6'da mukus maddesinin meydana gelişi ve bronşun duvarlarından süzülerek birikmesi görülmektedir.
Bunun dışında akut veya kronik bronşit ve amfizem gibi hastalıkları da benim çok karşılaştığım dertler olarak kabul edebilirsin. Sinirlenmen bile bana çok tesir eder. Hemen nefes almada zorlanmaya başlarsın.
Hasan! Kusura bakma yerim dar, benim gibi müthiş bir sanat eserini böyle dört-beş sayfada özetlemek tabiî ki mümkün değil. Gerisini senin anlayışına havale ediyorum. Aman gözünü seveyim, sigara içilen yerlerden, zehirli dumanlardan ve egzoz gazlarının yoğun olduğu bölgelerden uzak dur. Temiz havalı yerlerde derin derin nefes alarak bana taze oksijen gönder, her nefes alış ve verişimde çıkardığım "hu" sesiyle zikrettiğim Yaratıcımızı, daha şuurlu olarak düşün ve her an hareketimi durdurabileceğimi aklına getirerek bol bol kudreti sonsuz Rabbimize şükret!!.
GulDemeti.COM
Hasan Bey kardeşim!...
Önce sen arkana bir yaslan, ben de şöyle bir genişleyeyim ki, içime biraz daha fazla hava dolsun. Benim içime ne kadar fazla hava dolarsa senin beynin o kadar rahat çalışır ve dediklerimi daha iyi anlarsın. Ne alâkası mı var? Hiç alâkası olmaz olur mu Hasan! Senin vücudundaki her organının her şeyle, hattâ bütün kâinatla alâkası var. Senin beyninin çalışması için şekere, bu şekeri yakarak sinir hücrelerine enerji sağlamak için de oksijene ihtiyacın var. Oksijeni de havadan alarak kanına geçmesini sağlayan organ olan ben "Akciğer", sana bugün kendimden bahsedeceğim. Aslında kendinden bahsetmek iyi bir şey değil, ama benim yaptığım kendinden bahsetmek sayılmaz. Ben sadece O'ndan bahsetmek istiyorum, yani beni yapacağım işe uygun ve en mükemmel şekilde yaratana ayna oluyorum. Dolayısıyla gurura ve kibire kapılacak birşeyim zaten yok. Herşey O'na ait; sahip olduğum, sizin ilminizin yetişemediği, üzerimdeki bütün ince sanatlar ve hususiyetler hep O'nun, yani Rabbimizin malı, senin hayatını sürdürmen için beni vazifelendirerek senin vücuduna yerleştirmiş.
Kaburgaların ve göğüs kaslarınla çevrilerek yapılmış göğüs kafesinin içine, sağlı sollu iki hava torbası veya daha doğru bir ifadeyle iki körük gibi yerleştirilmişim. Üst taraftan nefes borusuyla boğazının yutak bölgesine bağlanırım, alt taraftaki karın içi organlardan da kaslı bir perde olan diyaframla ayrılırım (Resim 1).
İlk nefes alışımı sen hemen doğar doğmaz yaptım ve hiç durup dinlenmeden hâlâ devam ediyorum. Sen uyurken bile ihtiyacın olan oksijeni yetiştirebilmem için, beyninin arka kısmındaki (medulla oblongata'da) solunum merkezinden otomatik olarak aldığım komutlarla hareket ederim. Çok yakın mesai arkadaşım kalb, benden çok daha önce, sen henüz anne karnında bir aylıkken çalışmaya başlamıştı, ben o zaman istirahat ediyordum ve zaten tam da teşekkül etmemiştim. Anne karnındayken senin gıda ve oksijen gibi bütün ihtiyaçların, şimdi arada sırada kalbini kırdığın annenin kanından karşılandığı için, benim ayrıca şişip sönerek hava almama gerek yoktu. Zaten böyle bir şey yapmaya kalkışsam, hemen boğulurdum. Çünkü anne karnında iken sen bir sıvı içinde yüzüyordun ve nefes almaya kalkıştığında hemen benim içime bu sıvı dolardı ve boğulurduk.
Doğumda benim alacağım ilk nefes çok önemlidir. Bu ilk nefes oldukça da zordur, çünkü nefes borun normalden çok daha dardır, buna karşılık kılcal damarlarınla oksijen alışverişinin yapıldığı alveollerimin sayısı, vücut kütleme göre çok fazla olduğundan, nefes borumun darlığı telâfi edilir. Ben ilk hareketimi yapıp, içime hava dolduğunda kalbten bana gelen atar ve toplardamarlara basınç yaparım ve benim atardamarımı doğrudan aorta bağlayan damar, devreden çıkarak kulakçıklar arasındaki perde kapanır ve annenin dolaşımı ile yolun ayrılır. Kalbindeki bu perde kapanmaz ve delik kalırsa benim oksijenlediğim kan ile kirli kan (oksijence fakir) birbirine karışır ve çocuklarda "mavi hastalık" adı verilen rahatsızlık ortaya çıkar. Kirli ve temiz kanlar birbirine karıştığı için dokulara yeterince oksijen gidemez, deri ve gözlerin beyaz kısmı mavimtrak bir renk alır.
Dokuların yeterli oksijen alamaması yüzünden morarması sigara içenlerde de görülür. Benim en büyük düşmanım olan sigaranın içindeki yüzlerce zehirli ve zararlı maddeden biri olan karbonmonoksit kandaki hemoglobin ile birleşerek oksijen taşınmasına mani olur ve bu yüzden sigara içenlerin dudakları morumsu bir renk alır. Zaten yaşadığımız devirde iyice artmış olan hava kirliliği ile baş edemezken bir de üzerime sigara içmiyorlar mı, çileden çıkıyorum. Yahu, insan bu kadar cahil ve düşüncesiz olur! İnan ki anlayamıyorum. Rabbim beni, içine hava alsın ve bu havayı yüksek bir basınçla kana geçirsin, kandaki atık gaz olan karbondioksiti de vücudun için boğucu olacak seviyeye yükselmeden dışarı atmam için çok hususî bir şekilde yaratmış. İleride havanın bu kadar kirleneceğini bildiği için de, bana kendimi korumam için bazı sigorta mekanizmaları vermiş. Onun için çok uzun zaman hiç arıza çıkarmadan işimi yaparım. Fakat tabiattaki sentetik zehirler ve gazlar o kadar arttı ki, artık başedilecek gibi değil. Bir de bunun üzerine, içinde en az 4000 çeşit zehirli madde olduğu söylenen sigaranın dumanını benim içime doğru üflüyorlar (Resim 2). Kendileri bilirler, bir müddet sonra artık dayanamayıp da pes edersem, ne işler açarım Allah bilir. Eskiden daha çok verem oluyordum, şimdi ise artık modaya uyarak ben de kanser olmayı tercih ediyorum(!). Biraz kara mizah gibi oldu değil mi? Ne yapayım? Ben isteyerek kanser olur muyum? Bu kanser denilen illet nasıl her organı vuruyorsa, beni daha çok vurur, çünkü her an hava ile haşır neşirim. Bir an hava almayı kessem, hemen son nefesini verirsin. O zaman, aldığın havanın temiz olmasına dikkat edeceksin. Gerçi benim içime hava getiren nefes borusu ve bronş dediğiniz hava yollarımın içi, havadaki tozları yakalayıp dışarı doğru süpüren, silli bir epitel ile kaplanmış olup, sen uyurken bütün gece çalışan bu süpürgenin titrek tüycükleri (siller), gündüz soluduğun hava içindeki tozları yapıştırmış olan mukus salgısını, boğazına doğru birbirine devrederek itelerler ve sen de sabah kalktığında gırtlağındaki bu balgam kitlesini atarak kurtulursun. Sigara içenler ise dumanı benim içime doğru her çekişlerinde bu silli epitel hücrelerimden 800-1000 kadarını öldürüyorlar. Bir müddet sonra, hava ile gelen zehirli parçacıkları (karbon, kükürt, kurşun vb. gibi zerreleri) artık süpüremez hâle geliyorum, çünkü nefes borumun içindeki silli epitelin hücreleri öle öle artık dayanamaz olur ve yapısını değiştirir. Bundan sonra da gelen kirli havanın içindeki tozlar, soba borularının veya evinizin bacasının kurum bağlaması gibi hava yollarımı tıkarlar. Belki kronik obstrüktif akciğer hastalığı olurum, belki kanser? Orası Allah'ın bileceği iş! Eee, ben ne yapayım? Kendin ettin, kendin buldun. Şimdi bir de sakın kadere ve Allah'a söz söylemeye kalkışma!!!
Hasan! Biliyorum sen sigara içmiyorsun, ama ben yine de bazı arkadaşlarına anlatman için kısaca temas etmekte fayda gördüm. Sen üzerine alınma.
Biraz da sana yapılışımdaki sanat inceliklerinden bahsedeyim. Senin de bildiğin gibi, herhangi bir yapıdaki sanat ve estetik ile fonksiyonellik birlikte olursa bir değer ifade eder. Vücudunda birlikte çalıştığımız bütün arkadaşlarım gibi benim yapılışımdaki mükemmellik de, yapacağım çok önemli işe uygunluk arzeder. Senin anlıyacağın tesadüfen hücrelerin veya moleküllerin bir araya gelmesiyle, bırakın benim gibi bir organ meydana getirmeyi, benim yapımı teşkil eden çeşitli protein moleküllerinden birini bile şuursuz sebeplerle kendi kendine oluşturamazsınız. Senin her nefes alış verişinde benim içime giren havanın oksijeninin basıncının yüksek tutulması, difüzyonla benim zarlarımdan geçip yapışık durumdaki kılcal kan damarlarının da zarlarından geçmesi ve hemoglobin molekülüyle birleşmesi, bu arada kandaki yüksek basınçlı karbondioksidin de aynı zarlardan geçerek, benim içime nüfuz etmesi ve benim de bunu dışarı atmam, hiç de burada anlattığım gibi kolay olmuyor. Dakikada 13-14 solunum yapıyorsun ve her seferinde bu iş tekrarlanıyor. Çoğu zaman farkında olmadan yaptığın nefes alıp verme esnasında, benim genişleyip daralmam için önce çok esnek bir yapıda olmam gerekir. Bu esneklikle beraber en önemli birinci özelliğim, en küçük hacimde en geniş yüzeyi gösterebilmemdir. Senin daracık göğsüne incecik zarlar hâlinde yaklaşık 100 m2 kadar (veya senin vücudunu saran derinin yaklaşık 50 misli kadar) bir alanı sıkıştıran Rabbim, bu sayede gazların difüzyonuna imkân veren geniş bir yüzeyi hizmetine vermiştir. Bu ince zarlı solunum yüzeyinin gazların kolayca nüfuz edebilmesi için daima nemli olup kurumaması gerekir. Bu yüzden havanın içinde, belli bir miktar rutubet olması gerekir. Bu nemli solunum yüzeyleri, gazların difüzyonu için çok iyidir ama fizikî bir hâdise olan kılcallık ve yüzey gerilimi sebebiyle zarların birbirine yapışması ve solunumun sıkıntıya girmesi tehlikesine karşı, sürfektan maddeler bulunduran bir sıvı, benim içime salgılanır. Eğer bu sıvı olmasaydı ince zarlarım birbirine yapışır ve difüzyon mümkün olmazdı. Benim içime giren hava tıpkı bir otobandan daha tâlî yollara ayrılan trafik gibi, gittikçe daralan ve dallanan ve sonunda alveol denilen çıkmaz odacıklarda nihayetlenen bir ağ teşkil eder. Ağız ve burnundan giren hava, ana otoban olan trake'de (nefes borusunda) birleşir. Nefes borumun boyu 15 cm., çapı ise 2-3 cm. kadardır. Aslında burada söylemem gereken ve senin çoğu zaman yanlış yaptığın bir iş var, bunu söylemek benden daha çok burun adı verdiğiniz, senin yüzünün ortasındaki çıkıntılı organa düşer, zannederim ileride o da kendisindeki hikmetleri ve sanatları anlatacaktır, ama benimle de alâkalı olduğu için kısaca temas edeyim: Çoğunlukla nefes almayı bilmiyorsun, nefesi burundan alıp ağızdan vereceksin. Böylece burundan aldığın hava hem ısınacak, hem rutubetlenecek, hem de içindeki tozları temizlenecektir. Böyle yaparsan beni sıkıntıya sokmaz, soğuk algınlığı ve üst solunum yolu enfeksiyonlarına daha zor yakalanırsın. Ağızdan hava aldığın takdirde, soğuk ve kuru bir şekilde, içindeki toz ve mikroplar süzülmeden benim içime girer ve bronşitten zatürreeye kadar bir sürü hastalığa sebep olabilir. Annen-baban sen küçükken hep burnunu açık tutup, tıkanmaması için serum fizyolojik damlatırlardı; yine burnunda et olduğu için ağzı açık uyuyan çocukların, niçin kolay hasta olduklarını şimdi anlamış oldun. Yakın komşum ve ortağım burnun işine karışmış gibi oldum, ama o kendisini anlatıncaya kadar sabredemedim.
Buraya nereden gelmiştim? Ha.. Evet! Havanın bana gelirken geçtiği yollardan bahsediyordum. Tıpkı bir baca gibi çalışarak bana havayı ulaştıran nefes borum, etrafı 16-20 kadar kıkırdak halkalardan örülmüş uzun bir silindir tüp şeklindedir. Yemek borusuyla yan yana yerleştirildiklerinden bir sıkıntı olmaması için bu üst üste binen kıkırdak halkaların bir tarafı sert kıkırdak yerine, esnek bağ dokusu ile tamamlanmıştır. Böylece lokmaları yutarken, nefes borunun kıkırdakları yutmana engel olmaz. Bu kıkırdak halkaların üzerinde ve yanlarında kas lifleri vardır, nefes alış verişlerimde bu halkalar esneyerek boruyu genişletip daraltabilirler.
Bazen öksürterek seni ikaz ettiğim olmuştur. Belki sana rahatsızlık veriyorum ama, eğer kas demetlerimi kasarak, nefes borumun çapını normalinin altıda birine inecek kadar daraltmasam ve bu dar boru içinden hızlı bir nefes verme hareketi yapamasam, benim içime kaçan yabancı cisimleri, tozları veya küçük parçacıkları dışarı atman mümkün olmaz, dolayısıyla da kısa zamanda tıkanır, havasızlıktan ölürdün. Onun için, sizin öksürük ismini verdiğiniz, o hızlı patlama ile çıkardığım hava, aslında benim içimdeki zararlı bir tozdan kurtulmam demektir. Otoban gibi çok geniş bir yol olan nefes borumun ön ucuna, Rabbim bir de ses cihazı koymuş ki, başlı başına bir harika! Şimdi bir de onu anlatmaya girsem sayfalar yetmez. Hem bana doğru gelen hava, hem de benden çıkan kirli hava, bu ses kutusundan geçerken oradaki telleri titreştirerek ne melodiler çıkarır, ne ilâhiler söyler, ne konuşmalara hayat verir. Nefes borusundan gelen hava, iki bronşa ayrılarak göğsünün sağ ve solunda oturan biz ikiz kardeşlere gelir. Aslında tam ikiz sayılmayız, çünkü sağ tarafta oturanımız üç parçalı, sol tarafta oturanımız ise iki parçalı yapılmıştır (Resim 3). Bunun hikmetini mi soruyorsun? Sol tarafta kardeşimiz kalbe yer açmak ve daha kolay yerleşmesini temin etmek için böyle yaratılmışızdır diyebilirim. Ayrıca herhangi bir bölümde kanser başladığında, yayılmadan, sadece o kısmı operasyonla çıkararak hayatımı sürdürmem mümkün olabilir, ama belki daha ne gibi hikmetleri vardır, ancak Rabbim bilir. Bu ana bronşlar bizim içimize girdikten sonra otobandan ayrılan ince yollar gibi 8-10 ana dala, bunların her biri de çapları 1 cm.'nin altına kadar düşen daha ince dallara ayrılır. Bu dallanma sistemi baş aşağı duran bir ağaca benzer (Resim 4). Bu ince dalların ucunda ise üzüm salkımı şeklinde respiratorik bronşçuklar yer alır. Üzüm salkımını yapan taneciklere benzeyen küçük kürecikler yolların bittiği en son nokta olup, esas hayatî kısımlar buralarıdır. Alveol adını alan bu küçük kürecikler çok ince bir zardan yapılmış olup etrafı kılcal damar ağı ile sarılmıştır (Resim 5). İşte gaz alış verişinin yapıldığı asıl fonksiyonel kısımlarım buralarıdır. Alveolleri saran kılcal damar ağını yapan, kalbten bana kirli kan (oksijence fakir) getiren atardamarım (pulmonar arter) ve benden topladığı temiz kanı (oksijence zengin) kalbe götüren toplardamarımın (pulmonar vena) dallanmış kollarıdır.
Benim üzerimi saran, koruyucu iki ince zar tabaka vardır. Bunların birisi benim üzerime tam yapışmış, diğeri ise göğüs boşluğunu yapan kaburgalara yapışmış olup, iki zar arasındaki kese boşluğunda çok ince bir kaygan sıvı vardır. Benim her şişip sönme hareketim sırasında, göğüs boşluğu duvarlarına yaptığım sürtünme tesiriyle ortaya çıkabilecek aşınma, bu kaygan sıvı sayesinde engellenmiş olur. Eğer bu sıvı olmasaydı, çok kısa bir süre sonra aşınır ve delinirdim. Nefes alırken şiştiğim sırada göğüs boşluğunun da bana yer açacak şekilde genişlemesi gerekir. Genişleyecek yer bulamasaydım, nefes alamazdım ve sen de ölürdün. Çok şükür ki, Yaratıcımız beni korumak için kaburgalardan bir kafes yaparken, ayrıca bu kaburgaların omurlarla yaptığı eklemlere kısmen esneme, kaburgalara da biraz burularak gerilme özelliği vermiş. Böylece göğüs boşluğu kısmen genişleyerek bana yer açıyor. Ayrıca beni mide ve bağırsaklardan ayıran kaslı perde (diyafram) de kubbeliğini azaltıp, karın içindeki organları aşağıya bastırır, bu arada karın duvarı da dışarı doğru şişkinleşir ve benim inmem için yer açılır. Hem kaburgaların, hem de diyaframın hareketi sayesinde açılan yere doğru, içimi hava ile şişirerek genişlerim. Benim göğüs boşluğunda asılı durmam, bana bağlı olan nefes borusu ve kalble bağlantımı kuran, atar ve toplardamarlar ile mümkün olabilmektedir.
Sürekli olarak dış ortama açık olduğumdan pek çok hastalığa yakalanma tehlikem yüksektir. Hasta olduğumda göstereceğim ilk belirtiler arasında, başta öksürük gelir, kimi zaman kanla karışık balgam çıkarırım, ayrıca nefes almakta zorlanırım ve göğsünde bir ağrı da meydana getiririm. Bu işaretleri gördüğün anda hemen bana dikkat etmelisin. Bakteri ve virüsler benim içime yerleşirlerse hava keseciklerimin içinde çoğalarak sertleşmeye ve iltihaba sebep olurlar.
Bilhassa alerjik bozukluklara çok hassasımdır. Bronşlarımın duvarlarındaki düz kaslar yabancı bir madde ile temas edince (meselâ çiçek tozu) salgılanan histamin, kaslarımın kasılmasına sebep olur. Ayrıca kan damarlarının iltihaplanmasına sebep olan alerjik hastalıklar da, en fazla kan taşıyan organlardan biri olarak bana çok tesir eder. Bronş kaslarımın kasılması ve alerjik reaksiyonlara karşı salgıladığım mukusun (sümüksü madde) dışarı atılamaması neticesinde bende solunum güçlüğü ortaya çıkar ve siz de benim bu hâlime astım hastalığı diyorsunuz. Benim kendimi korumak için çıkardığım bu mukus, bronşlarımın içini doldurunca ben de nefes almakta zorlanıyorum, resim 6'da mukus maddesinin meydana gelişi ve bronşun duvarlarından süzülerek birikmesi görülmektedir.
Bunun dışında akut veya kronik bronşit ve amfizem gibi hastalıkları da benim çok karşılaştığım dertler olarak kabul edebilirsin. Sinirlenmen bile bana çok tesir eder. Hemen nefes almada zorlanmaya başlarsın.
Hasan! Kusura bakma yerim dar, benim gibi müthiş bir sanat eserini böyle dört-beş sayfada özetlemek tabiî ki mümkün değil. Gerisini senin anlayışına havale ediyorum. Aman gözünü seveyim, sigara içilen yerlerden, zehirli dumanlardan ve egzoz gazlarının yoğun olduğu bölgelerden uzak dur. Temiz havalı yerlerde derin derin nefes alarak bana taze oksijen gönder, her nefes alış ve verişimde çıkardığım "hu" sesiyle zikrettiğim Yaratıcımızı, daha şuurlu olarak düşün ve her an hareketimi durdurabileceğimi aklına getirerek bol bol kudreti sonsuz Rabbimize şükret!!.
GulDemeti.COM
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
BEN HASAN'IN BURNUYUM
Hasan!.. Kâinatı yaratan Rabbimiz eşyayı tanımamız için onlara renk, şekil, ses, sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk, koku ve tat gibi farklı hususiyetler vermiştir. Maddeye verdiği bu hususiyetleri tanıyıp idrak etmek için de uygun duyu organlarını senin vücuduna yerleştirmiştir. Işığı gözünle, ses dalgalarını kulağınla alırsın. Onlar sahip oldukları mükemmel sanatı ve üzerlerinde tecelli eden isimleri anlatarak Rabbimize tercüman oldular. Bugün de ben burun, maddenin kokusunu almak üzere yaratılmış kimyevî bir duyu organı olarak sana farklı sanat incelikleri ve harikalıklar göstererek kendimi tanıtırken, Rabbimin ilim ve kudretinin tecellisini farklı bir boyuttan görebilmen için küçük bir pencere açmaya çalışacağım.
Yüzünün tam ortasına o kadar ustaca, mahir ve hassas bir şekilde yerleştirilmişim ki, biraz yerimden oynasam veya yaralanıp hasarlansam, yüzünün tipi derhal değişir ve çok çirkinleşirsin. Allah sanki bütün yüzünü ve gövdeni yarattıktan sonra hepsi ile ve hattâ ruhun ile uyum gösterecek olan beni, çok mükemmel bir şekilde yerleştirmiş. Sonsuz çeşitlilik ve tipte profilden görünüşlerim varsa da genelde ince, uzun, dar, geniş, yassı, kemerli, ucu sivri veya küt gibi tiplerim vardır. İnsanın yüzüne ve organlarının mevzûniyetine, şekline, tipine bakarak insanın huyu-suyu hakkında hüküm belirten eski âlimlerin bazısı benim şeklime bakarak insanın zekâsı, iradesi vs huyları hakkında hükümler bile vermişlerdir. Benim şeklim ile senin ruhî yapın ve değişik huyların arasında gerçekten bir irtibat vardır, ama sadece bana bakarak hüküm vermek insanı yanıltır, çünkü diğer organların şeklinin karşılıklı olarak birbirine tesiri vardır, bazıları diğerini nötralize edebilir, ayrıca terbiye ve ahlâkî eğitim de birçok vasıfları değiştirir. Onun için sen insanların sadece burun şekline bakarak hemen hüküm verme.
Zaten benim anlatmak istediğim, ince sanatlar ve hikmetli yaratılışımdaki objektif gerçekler olacak; yukarıda sözünü ettiğim hususlar ise sübjektif olduğundan şimdi senin sahana girmiyor. Sadece senin yüzünde değil, memeliler başta olmak üzere bütün omurgalı hayvanlarda Yaratıcım beni başın en ucundaki bir çıkıntı olarak dizayn etmiş. Bilhassa hayvanlarda avlanmak, karnını doyurmak, yavrusunu veya eşini bulmak için en çok kullanılan organ ben olurum ve vücudun en önünde tıpkı bir dedektör gibi hassas bir şekilde kokuları tespit ederim. Hayvanlar herhangi bir şey bulduklarında onun içine önce beni sokarak o maddenin ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Onun için insanlar arasında da "her işe burnunu sokmak" tabiri çok kullanılır. Hayvanların birçoğundaki koklama duyusu siz insanlardan fazladır. Onların aklı ve şuuru olmadığından hayatta kalabilmeleri için gerekli birçok bilgiyi burunlarıyla alırlar. İnsanlar ise akıl ve şuur sahibi olduklarından "her işe burnunu sokmaya" gerek yoktur. Tabiî ki bu durum "benim işim yoktur ve gereksizim" mânâsına gelmez. Tam aksine birçok vazifem ve çok hikmetli bir yapılışım vardır.
Yüzünün tam ortasında tümsek şeklinde dıştan görülen etli yapıdaki kısmımın iskeleti kıkırdaktan olduğu için kolaylıkla eğilip bükülebilir. Uç kısmım sivridir ve iki yanımda kanatlar vardır. Gözlerin arasına denk gelen dip kısmımda ise bu kıkırdak parçanın bağlandığı kafatası iskeletinin bir parçası olan nazal kemik bulunur ve bana kuvvetli bir destek olur. Tam ortamdan geçen kıkırdaktan bir perde ile içimdeki boşluk iki kanal şeklini almıştır ve bu kanallar dışarıya iki delikle açılır. Taban kısmımda bulunan sert damak aynı zamanda ağız boşluğunun da tavanını teşkil eder. Bunun arka kısmında uzanan yumuşak damak ise boğaz bölgesinin bana yakın olan kısmına (nasopharynx) uzanır ve yutkunma sırasında yukarı doğru kalkarak yiyeceklerin ve tükürüğün arka bölgeme dolmasını önlemek için üst yutağı kapatır. Bazen yemek yerken gıcık tutar öksürürsen bu kapak kapanmaz ve yediklerin benim içimde dolup, deliklerimden dışarı çıkabilir, hattâ siz bu duruma halk arasında çok sıkıntı çekilen bir iş için "burnumdan geldi" diyorsunuz. Bu sistemin bir faydası da, bazen hastalarda ve ameliyata gireceklerde ağız yolunun kapalı olduğu durumlarda benim içimden geçen bir boru ile yiyecek-içecek ve hava almanız mümkün olur.
Hayatının devamı için şart olan soluk alıp-verme işinde kullandığın havanın senin akciğerlerine kadar sürecek olan yolculuğu benden başlar. Benim deliklerimden giren hava her zaman akciğerlerine gidecek kadar temiz ve uygun vasıflarda değildir. Akciğerlerine uygun olmayan hava gidecek olursa, onları çok kolay üşütür, iltihaplandırır ve hasta edersin. Böyle kötü bir durumla karşılaşmaman için herşeyi bilen ve ona göre tedbirli yaratan Rabbim benim iç boşluğumun ön kısmına havayı süzücü kıllar yerleştirmiş, daha arka kısmımın iç sathını da ıslak bir yapıdaki mukus epiteliyle döşemiştir. Benim iç boşluğumun yapısı oldukça karışıktır. İki dış duvarım boyunca önden arkaya doğru uzanan üçer çıkıntı bulunur. Boynuzcuk (choncha: alt, orta ve üst boynuzcuk) adı verilen bu kıvrımlı yapılar benim iç sathımın genişlemesini ve böylece akciğerlerine giden havanın daha kolay ısınıp nemlendirilmesini sağlar, yani havayı içine çektiğinde doğrudan akciğerlerine gitmez. Ön kısmımdaki kıllar vasıtasıyla önce büyük toz parçaları vs tutulur, sonra bu boynuzcuklarımın meydana getirdiği kıvrımlı dehliz içinden geçerken daha küçük kömür tozları, is, bakteriler ve çiçek tozları boynuzcukların üzerini döşeyen yapışkan mukus (sümüksü) zarların salgıları ve kirpiksi uzantılarıyla tutulur. Aynı zamanda benim içimdeki basınç dışarıdan daha düşük olduğundan içimden geçen havayı kolayca ısıtır ve nemlendiririm.
Üst boynuzcuğumun yanı ve üstü koku duyusuna ait çok hususî bir epitel ile döşenmiştir. Üzeri silli (kirpikli) hücreler olan koku alıcılar (receptörler) ile bunlara destek olan hücreler koklama epitelini meydana getirirler. Havaya moleküllerini salan bütün maddelerin kendine ait bir kokusu vardır. Koklama duyusunun idrak edilmesi çok kompleks bir reaksiyon zinciri neticesinde beyinde ortaya çıkar. Fakat bu işlerin nasıl olduğunu ben bilemiyorum ama çeşitli teorilerden bahsediliyor. Hava akımlarıyla bana kadar ulaşan moleküllerin titreşimleri ve yapı özellikleri farklı olduğundan her bir molekül alıcı hücrelerimde farklı kimyevî reaksiyonlara ve elektrikî uyarmalara sebep olur. Hava ile gelen moleküller koklama epitelimin üzerindeki nemin içinde eriyerek çözünür ve koku sinirlerinin hücrelerini kimyevî olarak uyarırlar. Kuru havalarda benim mukozam da kurur ve nemini kaybederse moleküller çözünemediği için koku alman güçleşir. Vücudunda çok az miktarda bulunan çinko elementinin eksikliğinde de koku alma duyumda zayıflama veya kaybolma görülebilir.
Sarımsağın renginin, tadının ve kokusunun gülden veya yaseminden farklı oluşunun sebebi her canlının kendine has bir lâboratuar gibi farklı mahiyette bileşiklerden yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla bu farklı bileşiklerden havaya yayılan moleküller ve bunların uyardığı tesir de muhakkak farklı olacaktır. Fakat enteresan olan, bu kadar farklı yapıdaki moleküllerin herbirini farklı kokular şeklinde algılayıp, ayırdeden ve hafızasına yerleştiren mükemmel sistemin işleyişindeki harikalıktır. Herhangi bir koku ile ilk defa karşılaşıldığında onun öncekilerden farklı olduğunu yapısından ve titreşimlerinden farkedip, beyindeki koku ile ilgili hafızaya kaydetmek ve daha sonra aynı koku ile tekrar karşılaşıldığında onun ne olduğunu hemen söyleyebilmek çok kompleks ve tam bilinmeyen bir muamma olarak koku fizyologlarının çalışma sahalarına giriyor. Benim koku alıcı hücrelerimin güzel bir özelliği de bulunduğu ortamdaki farklı kokuları ilk anda çok şiddetli olarak duyması, belli bir müddet sonra ise artık eskisi kadar uyarılmamaları ve geçici bir felç diyebileceğimiz paralize olma durumuna girmeleridir. Böylece alışma dediğimiz durum ortaya çıkar ve bu da bir rahmettir. Yoksa lağım ve çöp işçilerinin, tabakhane ve mezbaha çalışanlarının o kokular içinde çalışması mümkün olamazdı.
Benim içimi döşeyen mukosa kanla ve doku sıvılarıyla kolayca şişebilir, soğuk algınlığı gibi bir enfeksiyon veya saman nezlesi gibi alerjik bir tesirle iltihaplandığında (nezle veya rhinitis) benim iç boşluğum tamamen tıkanabilir. Nefes alman zorlaşabilir. Zaten üst solunum yolları enfeksiyonlarında önce benim akıntım ve tıkanmam başlar. Nasıl akmayan bir su kokuşur ve bataklık olur, akarsu ise pislik tutmaz, aynen öyle de, benim tıkanmam durumunda hemen mikroplar çok hızlı üreyip, diğer solunum organlarına bulaşmaya başlar. Onun için üşüttüğünde ne yapıp yapıp benim tıkanmamam için çalışmalısın. Sıcak, kokulu ve baharatlı çayların faydası vardır, ama en iyisi binde dokuz oranındaki tuzlu suyu (serum fizyolojik) benim içime çekersen çok kolay açılırım. Burun damlalarının ise alışkanlık yapma başta olmak üzere çeşitli yan tesirleri olduğundan çok sıkışmadan kullanma. Benim her iki yanımdaki ve üzerimdeki kafatası kemikleri arasındaki boşlukların (sinüslerin) iltihaplanması, bademcik iltihabı ve polip gibi durumlarda benim akıntım süreklilik kazanarak nezle veya kronik rhinitis'e dönüşür. Ayrıca birçok hastalıkta ilk belirti olarak benim kanamalarım önemli bir işarettir. Yüksek tansiyondan, çeşitli ateşli hastalıklara kadar pekçok şey benim içimde kanamaya sebep olabilir. Aslında yüksek tansiyonlularda benim kanamam bir ikaz ve sigorta olarak da görülebilir. Eğer tansiyondan dolayı benim damarım çatlayıp kanamasa ve basıncı düşürmese, beyinde bir damar çatlayıp çok kötü sonuçlara varabilir.
Hasan!.. Bundan sonra bir çiçeğin kokusunu veya başka bir güzel kokuyu duyduğunda, o kokunun ruhunda estirdiği güzel duyguların tesiriyle havayı derin derin içine çekip şükretmeyi unutma. O havayı sana nimet olarak veren Rabbimiz, eğer onun içindeki zararlı pislikleri temizleyici bir filtre olarak beni sana ihsan etmeseydi, akciğerlerin çok çabuk iflâs edecek şekilde is ve tozla dolardı. Yediklerinden lezzet alamazdın, çünkü lezzet duygusu da sadece tat ile değil, koku ile de müşterek ortaya çıkan bir duygudur. Meselâ burnundaki koku epiteli harâb olan birisi yediğinin elma mı, yoksa turp mu olduğunun farkına varamaz. Yemeklerin kokusunu almadan, yediğinin lezzetini alamazsın.
Sevgili Hasan, daha fazla kendimi anlatmayı lüzumsuz görüyorum, gözlüklerin bile gözünde dururken benim üstüme oturuyor! Mikroskopik inceliklerime girip zihnini fazla yormadan çok kısa sana kendimi özetledim. İçimdeki tek bir kılın bile tesadüfen yerleşme ihtimali yokken, binlerce hikmetle yüklü olarak benim gibi bir organın kendi kendine oluşması hiç mümkün olabilir mi? Hangi heykeltıraş yonttuğu bir heykelin burnunu elinde çekiç ve keski, hayalinde bir model ve irade gücü olmadan yapabilir? Bir heykelin burnundan binlerce defa daha mükemmel olan beni yaratan Rabbim olmadan başka bir izah yolu var mıdır? O zaman, yüzünü yıkayıp aynaya bakarken bana bir daha bak ve hiç yoktan Yaratanımızı unutma!
Prof.Dr.Arif Sarsılmaz
Hasan!.. Kâinatı yaratan Rabbimiz eşyayı tanımamız için onlara renk, şekil, ses, sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk, koku ve tat gibi farklı hususiyetler vermiştir. Maddeye verdiği bu hususiyetleri tanıyıp idrak etmek için de uygun duyu organlarını senin vücuduna yerleştirmiştir. Işığı gözünle, ses dalgalarını kulağınla alırsın. Onlar sahip oldukları mükemmel sanatı ve üzerlerinde tecelli eden isimleri anlatarak Rabbimize tercüman oldular. Bugün de ben burun, maddenin kokusunu almak üzere yaratılmış kimyevî bir duyu organı olarak sana farklı sanat incelikleri ve harikalıklar göstererek kendimi tanıtırken, Rabbimin ilim ve kudretinin tecellisini farklı bir boyuttan görebilmen için küçük bir pencere açmaya çalışacağım.
Yüzünün tam ortasına o kadar ustaca, mahir ve hassas bir şekilde yerleştirilmişim ki, biraz yerimden oynasam veya yaralanıp hasarlansam, yüzünün tipi derhal değişir ve çok çirkinleşirsin. Allah sanki bütün yüzünü ve gövdeni yarattıktan sonra hepsi ile ve hattâ ruhun ile uyum gösterecek olan beni, çok mükemmel bir şekilde yerleştirmiş. Sonsuz çeşitlilik ve tipte profilden görünüşlerim varsa da genelde ince, uzun, dar, geniş, yassı, kemerli, ucu sivri veya küt gibi tiplerim vardır. İnsanın yüzüne ve organlarının mevzûniyetine, şekline, tipine bakarak insanın huyu-suyu hakkında hüküm belirten eski âlimlerin bazısı benim şeklime bakarak insanın zekâsı, iradesi vs huyları hakkında hükümler bile vermişlerdir. Benim şeklim ile senin ruhî yapın ve değişik huyların arasında gerçekten bir irtibat vardır, ama sadece bana bakarak hüküm vermek insanı yanıltır, çünkü diğer organların şeklinin karşılıklı olarak birbirine tesiri vardır, bazıları diğerini nötralize edebilir, ayrıca terbiye ve ahlâkî eğitim de birçok vasıfları değiştirir. Onun için sen insanların sadece burun şekline bakarak hemen hüküm verme.
Zaten benim anlatmak istediğim, ince sanatlar ve hikmetli yaratılışımdaki objektif gerçekler olacak; yukarıda sözünü ettiğim hususlar ise sübjektif olduğundan şimdi senin sahana girmiyor. Sadece senin yüzünde değil, memeliler başta olmak üzere bütün omurgalı hayvanlarda Yaratıcım beni başın en ucundaki bir çıkıntı olarak dizayn etmiş. Bilhassa hayvanlarda avlanmak, karnını doyurmak, yavrusunu veya eşini bulmak için en çok kullanılan organ ben olurum ve vücudun en önünde tıpkı bir dedektör gibi hassas bir şekilde kokuları tespit ederim. Hayvanlar herhangi bir şey bulduklarında onun içine önce beni sokarak o maddenin ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Onun için insanlar arasında da "her işe burnunu sokmak" tabiri çok kullanılır. Hayvanların birçoğundaki koklama duyusu siz insanlardan fazladır. Onların aklı ve şuuru olmadığından hayatta kalabilmeleri için gerekli birçok bilgiyi burunlarıyla alırlar. İnsanlar ise akıl ve şuur sahibi olduklarından "her işe burnunu sokmaya" gerek yoktur. Tabiî ki bu durum "benim işim yoktur ve gereksizim" mânâsına gelmez. Tam aksine birçok vazifem ve çok hikmetli bir yapılışım vardır.
Yüzünün tam ortasında tümsek şeklinde dıştan görülen etli yapıdaki kısmımın iskeleti kıkırdaktan olduğu için kolaylıkla eğilip bükülebilir. Uç kısmım sivridir ve iki yanımda kanatlar vardır. Gözlerin arasına denk gelen dip kısmımda ise bu kıkırdak parçanın bağlandığı kafatası iskeletinin bir parçası olan nazal kemik bulunur ve bana kuvvetli bir destek olur. Tam ortamdan geçen kıkırdaktan bir perde ile içimdeki boşluk iki kanal şeklini almıştır ve bu kanallar dışarıya iki delikle açılır. Taban kısmımda bulunan sert damak aynı zamanda ağız boşluğunun da tavanını teşkil eder. Bunun arka kısmında uzanan yumuşak damak ise boğaz bölgesinin bana yakın olan kısmına (nasopharynx) uzanır ve yutkunma sırasında yukarı doğru kalkarak yiyeceklerin ve tükürüğün arka bölgeme dolmasını önlemek için üst yutağı kapatır. Bazen yemek yerken gıcık tutar öksürürsen bu kapak kapanmaz ve yediklerin benim içimde dolup, deliklerimden dışarı çıkabilir, hattâ siz bu duruma halk arasında çok sıkıntı çekilen bir iş için "burnumdan geldi" diyorsunuz. Bu sistemin bir faydası da, bazen hastalarda ve ameliyata gireceklerde ağız yolunun kapalı olduğu durumlarda benim içimden geçen bir boru ile yiyecek-içecek ve hava almanız mümkün olur.
Hayatının devamı için şart olan soluk alıp-verme işinde kullandığın havanın senin akciğerlerine kadar sürecek olan yolculuğu benden başlar. Benim deliklerimden giren hava her zaman akciğerlerine gidecek kadar temiz ve uygun vasıflarda değildir. Akciğerlerine uygun olmayan hava gidecek olursa, onları çok kolay üşütür, iltihaplandırır ve hasta edersin. Böyle kötü bir durumla karşılaşmaman için herşeyi bilen ve ona göre tedbirli yaratan Rabbim benim iç boşluğumun ön kısmına havayı süzücü kıllar yerleştirmiş, daha arka kısmımın iç sathını da ıslak bir yapıdaki mukus epiteliyle döşemiştir. Benim iç boşluğumun yapısı oldukça karışıktır. İki dış duvarım boyunca önden arkaya doğru uzanan üçer çıkıntı bulunur. Boynuzcuk (choncha: alt, orta ve üst boynuzcuk) adı verilen bu kıvrımlı yapılar benim iç sathımın genişlemesini ve böylece akciğerlerine giden havanın daha kolay ısınıp nemlendirilmesini sağlar, yani havayı içine çektiğinde doğrudan akciğerlerine gitmez. Ön kısmımdaki kıllar vasıtasıyla önce büyük toz parçaları vs tutulur, sonra bu boynuzcuklarımın meydana getirdiği kıvrımlı dehliz içinden geçerken daha küçük kömür tozları, is, bakteriler ve çiçek tozları boynuzcukların üzerini döşeyen yapışkan mukus (sümüksü) zarların salgıları ve kirpiksi uzantılarıyla tutulur. Aynı zamanda benim içimdeki basınç dışarıdan daha düşük olduğundan içimden geçen havayı kolayca ısıtır ve nemlendiririm.
Üst boynuzcuğumun yanı ve üstü koku duyusuna ait çok hususî bir epitel ile döşenmiştir. Üzeri silli (kirpikli) hücreler olan koku alıcılar (receptörler) ile bunlara destek olan hücreler koklama epitelini meydana getirirler. Havaya moleküllerini salan bütün maddelerin kendine ait bir kokusu vardır. Koklama duyusunun idrak edilmesi çok kompleks bir reaksiyon zinciri neticesinde beyinde ortaya çıkar. Fakat bu işlerin nasıl olduğunu ben bilemiyorum ama çeşitli teorilerden bahsediliyor. Hava akımlarıyla bana kadar ulaşan moleküllerin titreşimleri ve yapı özellikleri farklı olduğundan her bir molekül alıcı hücrelerimde farklı kimyevî reaksiyonlara ve elektrikî uyarmalara sebep olur. Hava ile gelen moleküller koklama epitelimin üzerindeki nemin içinde eriyerek çözünür ve koku sinirlerinin hücrelerini kimyevî olarak uyarırlar. Kuru havalarda benim mukozam da kurur ve nemini kaybederse moleküller çözünemediği için koku alman güçleşir. Vücudunda çok az miktarda bulunan çinko elementinin eksikliğinde de koku alma duyumda zayıflama veya kaybolma görülebilir.
Sarımsağın renginin, tadının ve kokusunun gülden veya yaseminden farklı oluşunun sebebi her canlının kendine has bir lâboratuar gibi farklı mahiyette bileşiklerden yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla bu farklı bileşiklerden havaya yayılan moleküller ve bunların uyardığı tesir de muhakkak farklı olacaktır. Fakat enteresan olan, bu kadar farklı yapıdaki moleküllerin herbirini farklı kokular şeklinde algılayıp, ayırdeden ve hafızasına yerleştiren mükemmel sistemin işleyişindeki harikalıktır. Herhangi bir koku ile ilk defa karşılaşıldığında onun öncekilerden farklı olduğunu yapısından ve titreşimlerinden farkedip, beyindeki koku ile ilgili hafızaya kaydetmek ve daha sonra aynı koku ile tekrar karşılaşıldığında onun ne olduğunu hemen söyleyebilmek çok kompleks ve tam bilinmeyen bir muamma olarak koku fizyologlarının çalışma sahalarına giriyor. Benim koku alıcı hücrelerimin güzel bir özelliği de bulunduğu ortamdaki farklı kokuları ilk anda çok şiddetli olarak duyması, belli bir müddet sonra ise artık eskisi kadar uyarılmamaları ve geçici bir felç diyebileceğimiz paralize olma durumuna girmeleridir. Böylece alışma dediğimiz durum ortaya çıkar ve bu da bir rahmettir. Yoksa lağım ve çöp işçilerinin, tabakhane ve mezbaha çalışanlarının o kokular içinde çalışması mümkün olamazdı.
Benim içimi döşeyen mukosa kanla ve doku sıvılarıyla kolayca şişebilir, soğuk algınlığı gibi bir enfeksiyon veya saman nezlesi gibi alerjik bir tesirle iltihaplandığında (nezle veya rhinitis) benim iç boşluğum tamamen tıkanabilir. Nefes alman zorlaşabilir. Zaten üst solunum yolları enfeksiyonlarında önce benim akıntım ve tıkanmam başlar. Nasıl akmayan bir su kokuşur ve bataklık olur, akarsu ise pislik tutmaz, aynen öyle de, benim tıkanmam durumunda hemen mikroplar çok hızlı üreyip, diğer solunum organlarına bulaşmaya başlar. Onun için üşüttüğünde ne yapıp yapıp benim tıkanmamam için çalışmalısın. Sıcak, kokulu ve baharatlı çayların faydası vardır, ama en iyisi binde dokuz oranındaki tuzlu suyu (serum fizyolojik) benim içime çekersen çok kolay açılırım. Burun damlalarının ise alışkanlık yapma başta olmak üzere çeşitli yan tesirleri olduğundan çok sıkışmadan kullanma. Benim her iki yanımdaki ve üzerimdeki kafatası kemikleri arasındaki boşlukların (sinüslerin) iltihaplanması, bademcik iltihabı ve polip gibi durumlarda benim akıntım süreklilik kazanarak nezle veya kronik rhinitis'e dönüşür. Ayrıca birçok hastalıkta ilk belirti olarak benim kanamalarım önemli bir işarettir. Yüksek tansiyondan, çeşitli ateşli hastalıklara kadar pekçok şey benim içimde kanamaya sebep olabilir. Aslında yüksek tansiyonlularda benim kanamam bir ikaz ve sigorta olarak da görülebilir. Eğer tansiyondan dolayı benim damarım çatlayıp kanamasa ve basıncı düşürmese, beyinde bir damar çatlayıp çok kötü sonuçlara varabilir.
Hasan!.. Bundan sonra bir çiçeğin kokusunu veya başka bir güzel kokuyu duyduğunda, o kokunun ruhunda estirdiği güzel duyguların tesiriyle havayı derin derin içine çekip şükretmeyi unutma. O havayı sana nimet olarak veren Rabbimiz, eğer onun içindeki zararlı pislikleri temizleyici bir filtre olarak beni sana ihsan etmeseydi, akciğerlerin çok çabuk iflâs edecek şekilde is ve tozla dolardı. Yediklerinden lezzet alamazdın, çünkü lezzet duygusu da sadece tat ile değil, koku ile de müşterek ortaya çıkan bir duygudur. Meselâ burnundaki koku epiteli harâb olan birisi yediğinin elma mı, yoksa turp mu olduğunun farkına varamaz. Yemeklerin kokusunu almadan, yediğinin lezzetini alamazsın.
Sevgili Hasan, daha fazla kendimi anlatmayı lüzumsuz görüyorum, gözlüklerin bile gözünde dururken benim üstüme oturuyor! Mikroskopik inceliklerime girip zihnini fazla yormadan çok kısa sana kendimi özetledim. İçimdeki tek bir kılın bile tesadüfen yerleşme ihtimali yokken, binlerce hikmetle yüklü olarak benim gibi bir organın kendi kendine oluşması hiç mümkün olabilir mi? Hangi heykeltıraş yonttuğu bir heykelin burnunu elinde çekiç ve keski, hayalinde bir model ve irade gücü olmadan yapabilir? Bir heykelin burnundan binlerce defa daha mükemmel olan beni yaratan Rabbim olmadan başka bir izah yolu var mıdır? O zaman, yüzünü yıkayıp aynaya bakarken bana bir daha bak ve hiç yoktan Yaratanımızı unutma!
Prof.Dr.Arif Sarsılmaz
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
BEN HASAN'IN KARACİĞERİYİM
Sevgili Hasan seninle bugün vücudunun en hayatî organı olarak biraz konuşmak istiyorum. Benim kalb veya mide gibi sesim çıkmaz, beyin gibi elektrik dalgaları da yaymadığım için çoğunlukla varlığımın farkında bile olmazsın. Halbuki bu sessiz görüntüm altında bütün vücudunun kimyasını kontrol eden merkez laboratuvarıyım. Vücudunun bütün kanı benim içimden geçer ve her an müdahele ederek denetime tabi tutarım. Yanlış anlama "atarım, tutarım"derken kendi adıma konuşmuyorum, çünkü bende bu işleri yapacak ne ilim ne irade ne de bir güc var, ben sadece Yaratıcımızın bana yüklediği müthiş programa itaat etmekle yükümlüyüm. Benim yürüttüğüm kimya reaksiyonlarına ait ilim ne bende ne de seni idare ediyor gibi görünen beyninde mevcuttur. Bugün insanlığın ulaştığı tıbbî ve biyolojik bilimlerdeki bilgi seviyesine rağmen henüz yaptığım bütün işleri tam olarak öğrenebilmiş değiller.
Laboratuvarlarda yapılan çok basit kimyevî deneyleri bile yürüten ve planlayan kimyacıları gördükleri halde benim gibi eşi benzeri olmayan bir laboratuvarın kendi kendine veya tesadüfen kurulduğunu iddia etme gafletinde bulunanlara hem acıyor hem de gülüyorum.
Vücudunda vazifeli olarak iş gören bütün organların benimle doğrudan veya dolaylı olarak bir şekilde münasebeti vardır. Bir nevî kimyevî beyin vazifesi görürüm. Her türlü salgı üretimi, sindirim başta olmak üzere bütün metabolizma faaliyetleri, kanın terkibinin ve yapısının kontrolü gibi müthiş bir ilim gerektiren birçok iş bütün âcizliğime rağmen bana yükletilmiştir. Bir anda şaşırmaman için yaptığım işleri sana çok kısa özetlesem bile yine de anlamakta yetersiz kalırsın, ama sadece şunu söyleyeyim: Bugün biyokimcacıların henüz tesbit edebildiklerine göre 80'den çok hadisenin içinde bizzat bulunuyor, 5000 den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştiriyor ve müdahele edip kontrolümde tutuyorum !.
Ne oldu ? Şaşırdın değil mi ? Bu yaptıklarım henüz tesbit edilebilenler, daha ince teferruatımı henüz tam bilemiyorsunuz. Sizin en mükemmel laboratuvarlarınızda bile çok az sayıda ve birbirinden bağımsız farklı üretimler yaplırken benim yaptığım binlerce reaksiyonun herbiri diğeri ile zincirleme bağlantılı ve geri beslemeli kontrol devreleri halinde yürütülür. Görünüşüm ise tam aksine çok sade ve yeknesak bir yapı arzeder. Koyu kahverenginde, 1,4 kg. ağırlığındaki dört lobtan yapılmış halimle karın boşluğunun sağ tarafında barsaklarının üzeriyle göğüs kafesi arasına ve midenin sağın yerleştirilmiş bir pozizyondayım. Vücudunun en büyük ve ağır salgı bezi olduğum için, sen koşarken, takla atarken, top oynarken, çeşitli spor hareketleri yaparken yerimden kopmamam için mezenter adı verilen bağlarla vücut duvarındaki çeşitli kısımlara sağlam bir şekilde bağlanmış durumdayım. Onun için hiç korkmadan her türlü hareketi yapabilirsin.
İnsanların çoğu beni sadece safra üreten bir organ olarak görür, halbuki safra üretmek benim işlerim içinde en önemsizi sayılabilir, eskiden beni sindirim sisteminin eki olarak görürlerdi ve hep safra üretimi ile gündeme gelirdim. Halbuki bu görüş bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Artık herkesin kabul ettiği gibi stratejik konumda olan ve içinde birçok mütehassıs kimyagerin çalıştığı dev bir laboratuvar hükmündeki bir organım. Benim yaptığım işlerin kanı temizlemek gibi bir kısmına böbrekler de yardımcı olur, ancak böbreklerin işini yapmak üzere "sun'î böbrek cihazları" veya hemodiyaliz makineleri icad edildiği halde benim yaptığım işlere ait hiçbir makine henüz yapılamadı. Ancak çok çaresiz kalınan durumlarda hastanın kanını temizlemek için bazı hayvanların karaciğeri geçici olarak takılabilir.
Yaptığım faaliyetlerin büyüklüğünü anlaman için şöyle bir ölçü daha vereyim: Benim çalışmam sırasında ürettiğim ısı, bütün vücudunun dinlenme anında ürettiği ısının üçte birine eşittir. Özel bir kan dolaşımı sistemine sahibim ve tam yolların kavşak noktasında bulunduğum için barsaklarından gelen içinde emilmiş besin moleküllerinin bulunduğu kan, genel dolaşıma katılmadan önce dalaktan gelen kanı da alıp, kapı toplardamarımdan geçerek muhakkak bana uğrar ve gelen gıdaların cinsine, miktarına göre kanın terkibini kontrol ederim. Barsaklardan gelen kanın bu şekilde benden geçmesi mecburi bir gümrük kontrolüne benzetilebilir. 24 saatte bana uğrayarak kontrol edilen kan miktarı 2000 litre kadardır. Ortalama 70 yıllık bir insan ömrü boyunca 1,5 ton protein, 12,5 ton da karbonhidrat işleyerek senin ihtiyacına göre sentezler veya parçalarım.
Yaptığım işler saymakla bitmezse de hiç olmazsa belli başlıklar altında kabaca özetleyebilirim:
Karbonhidrat metabolizması adını verdiğiniz kandaki şeker miktarının ayarlanmasında hipofiz, pankreas ve böbreküstü bezi ile birlikte çalışırım ve vücudunun yakıtı olan şekerin miktarını çok hassas şekilde ayarlarım. Çok tatlı veya hamur işi yediysen fazla şekeri glikojene çevirip depolarım. Aç kalır da kanında yakıt olarak şeker azalırsa, bu glikojeni parçalayıp şekere (glikoza) çevirir ve benzini bitmiş araba gibi yolda kalmaman için hemen imdadına gönderirim.
Vücudunun temel yapıtaşları olan proteinlere ait metabolizmada da söz sahibiyim. Çok sayıda enzim sentezlerim ve bu enzimleri yaparken çok çeşitli protein moleküllerini kullanırım. Kan pıhtılaşmasına ait birçok pıhtılaşma faktörünü, albumin ve bağışıklık sistemine ait gamma globulinler başta olmak üzere birçok özel proteini sentezler ve kana veririm. Alyuvarların yapımında çok önemli vazifeler üstlenirim ve kan yapımında gerekli olan demiri depolarım. Biliyorsun kâinatta israf yoktur. Ben nasıl israf edebilirim. Onun için yaşlanmış alyuvarlar ölünce onların uygun şekilde parçalanmasında dalağa yardım eder ve taşıdıkları demirin tekrar kullanılması için depolama işi yaparım.
Yağ metabolizmasında da çok önemli işler görürüm. Benim ürettiğim safra salgısı sayesinde yediğin yağlı gıdaların sindirimi için yağ moleküllerini tıpkı deterjanların yağlı lekeleri çıkarırken parçalaması gibi küçük moleküllere ayırırım ve emilimini temin ederim, tabii bu arada yağda eriyen A, D, E ve K gibi vitaminlerin de emilimi sağlanır. Vücudun ihtiyacından fazla varsa yağları ve yağda eriyen vitaminleri depolarım. Zira yağlar vücudunuz için ve özellikle kalb kasınız için önemli bir yakıt kaynağıdır. Günde 800-1000 ml. safra salgılarım. İnce kanalcıklarımdan süzülen safrayı safra kesesinde biriktirir ve onikiparmak barsağına gıdalar gelince de buraya akıtırım. Safra salgıma sarımsı yeşil rengini veren, yaşlanmış alyuvarların yıkımıyya ortaya çıkan ve barsaklar yoluyla atılan bilirubin maddesidir.
Yeknesak koyukahverengi olarak gördüğünüz esas doku kısmım kan damarlarını yapan endotel hücrelerinden, safra kanacıkları ve bunların arasını dolduran hepatosit adı verilen hücrelerden ibarettir. Bütün dokumun % 70'ini teşkil eden hepatositler (karaciğer parankima hücreleri) vücudun diğer hücrelerinden daha fazla metabolik faaliyetlere katılırlar. Benim içimdeki çok zengin kan damarı ağının içini döşeyen damar epiteli (endotel) arasında yer alan Kupffer hücreleri adı verilen özel bazı hücre tipleri vardır ki, yaptıkları faaliyetlere şaşmamak elde değildir. Bu hücreler hem mikroplara karşı antikor yapımında görevlidir hem de kemik iliğinde yeni dünyaya gelmiş kan hücreleri benden geçerken bu hücreler tarafından tek tek kontrol edilirler. Bazen arızalı, kusurlu, bozuk ve hatta zararlı kan hücreleri üretilmişse ben bunları yakalayıp parçalamak zorundayım, aksi takdirde kanının içinde anarşi baş gösterir. İşte bu kupffer hücreleri rüşvet bilmeyen gümrükçüler gibi bütün kan hücrelerinin kimliğini sorar, enini boyunu ölçer ve sağlıklı olanları dolaşıma verirken, kusurlu olanları hemen keserek parçalarlar, ben de israf etmeden demir vs. gibi kıymetli kısımlarını gerektiğinde kullanmak üzere depo ederim.
Yediğin gıdalarla birlikte çevreden hergün çok sayıda zehirli maddeleri de içine almaktasın. Zaten normal metabolizma süreçlerinde bazı artık maddeler açığa çıkmaktadır. Bakteri veya mantarlarla bulaşmış ve bozulmuş gıdaların birçoğunun tadı henüz değişmediğinden farkedemediğin için yiyip içmektesin. Aslında vücuduna giren zehirlerle çok uzun zaman yaşayamaman gerekirdi, ama şefkâti ve merhameti sonsuz Rabbimiz seni bu zehirlerden korumak için bana önemli bir vazife vermiştir. Kanına karışan bu zehirli bileşikleri yakalar ve onları zararsız hale getirmek için parçalar ve tanınmaz hale sokarım. Birçok ilaçlar aslında zararlı ve zehirli olduğu halde mecburen kullanıyorsun, ben de onların zehir tesirlerini bozmaya çalışıyorum. Ürettiğim safra içindeki bazı tuzlar, metabolizma artıklarının, ilaçların ve zehirlerin vücuttan dışarı atılmasında rol oynarlar. Ama tabii ki, benim de bir tahammül gücüm vardır, takatimin üzerinde zehirli maddeyle karşılaşırsam ben de sinyal vermeye başlarım.
Nasıl mı sinyal veririm ? İmdat !! Yetişin zehirleniyorum !! diye bağırırım. Sesimi duyamıyormusun ? Ben ses vermem, renk veririm !. Ellerinin içinde kızarıklıklar çıkmaya, deride kaşıntılar başladığında bilmelisin ki, zehirlerle baş etmekte zorlanıyorum. Kendine, yiyip içtiklerine dikkat etmelisin.
Protein metabolizması ile ilgili olarak çeşitli seviyelerde ortaya çıkan azotlu artıkların yakılmasını sağlayarak zehir haline dönüşmeden idrar veya dışkıyla dışarı atılmasını sağlayacak hale getirmek için çok çalışırım ve kanını temizlerim.
Bu kadar çok ve önemli vazifem olunca çok tabiidir ki bendeki en küçük bir arıza hemen hastalık olarak kendini gösterir. Benim çalışma bozukluğumun ilk belirtilerinden birisi sarılıktır. Kandaki bilirubinin aşırı derecede artması gözün beyaz kısmında ve deride sararmaya yolaçar. En çok korktuğum şey ise viruslardır, özellikle hepatit B ve C virüsleri beni çok tahrib ederek, dokumu bozarlar. Alkol bir numaralı düşmanımdır. Alınan az miktardaki alkolü bile zararsız hale getireceğim diye canım çıkar, bir de üzerine hepatit virüsü gelirse işim biter ve siroz olurum. Ancak bu hale gelmeden önce karaciğer yetmezliği adı altında çok çeşitli sinyaller veririm. Bu belirtilerin başında çeşitli deri döküntüleri, mide ve barsak sıkıntıları, yemeklerden sonra uyku ve başağrıları gelir, fakat bunlar genellikle hafif şikayetler olduğundan birçok insan bu sinyalleri anlamamazlıktan gelirler. Çok sayıda fonksiyonu olan bir organ olunca benimle ilgili testlerin sayısı da yüzü geçer. Bu testler protein, yağ, karbonhidrat ve safra metabolizmasına, ilaçların ve benim ürettiğim zehirlerin vücuttan atılmasına dayanır. Kan ve idrar tahlillerinde benimle ilgili birçok bilgi ortaya çıkar. Daha ileri tahliller için ise biyopsi, sintigrafi, tomografi gibi teknikler de kullanılır.
Hastalıklarımla senin biraz keyfini kaçırdım galiba, ama sana sevindirici bir haber de vereyim. Sevgili Hasan, organların içinde kendini yenileme gücü en yüksek olan organ benim. Nasıl ? Sevindin değil mi ? Öyle olmasaydı, çoktan biterdim. Bu kadar işin altından kalmak, binlerce madde için reaksiyon hazırlamak ve yüzlerce zehire karşı koymak için bana ve sana acıyan Rabbim, bana öylesine müthiş bir yenilenme kabiliyeti vermiş ki, hayret edersin. Meselâ; bir hepatit (sarılık) de benim hücrelerimin % 90'ını harab olduğu halde, eğer iyi istirahat eder, perhize dikkat edersen, kalan % 10'luk kısmımla hem kendimi hem de seni Allah'ın izniyle kurtarabilirim. Ama hastalığı küçümser de istirahat etmezsen, geri dönülmez bir yola girer ve bu dünyadan ayırılırız.
Sana tavsiyem, temizliğe çok dikkat etmendir, çünkü hepatit'in birinci sebebi pisliktir. Ayrıca kan alman gerekirse çok dikkat et ! Bilmediğin, tanımadığın insanlardan kan almamaya gayret et. Hayatını temiz ve ahlaklı yaşayan arkadaşlarının kan gruplarını öğren ve bir yere not et !. Allah göstermesin, herhangi bir kan nakli gerekirse bu bildik temiz arkadaşlarından kan alırsın ve sonra, hepatit'le başın ağrımaz. Aşırı yağlı yemekten ve yağlanmaktan kaçınmalısın, zira yağları ben depolamak zorunda olduğumdan çalışmamı zorlaştırmaktadır.
Alkol'ün benim bir numaralı düşmanım olduğunu daha önce söylemiştim. Zaten sen yasaklara riayet eden bir insan olduğun için içim rahat, ama yine de bir hatırlatayım. Dinimizin önemli bir emri olan alkol yasağının hikmetini benim çalışmamı görünce daha iyi anlayacaksın. Sakın ola ki, bazı alkoliklerin kendilerini ve başkalarını kandırmak için "falan doktor söylemiş, az miktarda alkol kalb damarlarını açarmış" vs. gibi safsatalara inanma ! Onu benim külahıma anlatsınlar ! Ben bir gram alkolü zararsız hale getirmek için neler çekiyorum ve ne kadar harab oluyorum, onu bana sorsunlar. Bir de yürekleri kaldırırsa, karaciğer kanseri veya siroz olmuş hastaları hastanede ziyaret etsinler, daha iyi anlarlar. Son anda biraz sinirlendim, ama kusura bakma Hasan ! Bu kadar yalan karşısında ister istemez sinirleniyorum. Benim gibi bir sanat harikasını ve senin vücudunun en önemli motorunu basit bir zevk için feda edenleri görünce üzülüyor ve onların akıllarının başlarına gelmesi için dua ediyorum. Gözünü seveyim Hasan, bana iyi bak !
Sevgili Hasan seninle bugün vücudunun en hayatî organı olarak biraz konuşmak istiyorum. Benim kalb veya mide gibi sesim çıkmaz, beyin gibi elektrik dalgaları da yaymadığım için çoğunlukla varlığımın farkında bile olmazsın. Halbuki bu sessiz görüntüm altında bütün vücudunun kimyasını kontrol eden merkez laboratuvarıyım. Vücudunun bütün kanı benim içimden geçer ve her an müdahele ederek denetime tabi tutarım. Yanlış anlama "atarım, tutarım"derken kendi adıma konuşmuyorum, çünkü bende bu işleri yapacak ne ilim ne irade ne de bir güc var, ben sadece Yaratıcımızın bana yüklediği müthiş programa itaat etmekle yükümlüyüm. Benim yürüttüğüm kimya reaksiyonlarına ait ilim ne bende ne de seni idare ediyor gibi görünen beyninde mevcuttur. Bugün insanlığın ulaştığı tıbbî ve biyolojik bilimlerdeki bilgi seviyesine rağmen henüz yaptığım bütün işleri tam olarak öğrenebilmiş değiller.
Laboratuvarlarda yapılan çok basit kimyevî deneyleri bile yürüten ve planlayan kimyacıları gördükleri halde benim gibi eşi benzeri olmayan bir laboratuvarın kendi kendine veya tesadüfen kurulduğunu iddia etme gafletinde bulunanlara hem acıyor hem de gülüyorum.
Vücudunda vazifeli olarak iş gören bütün organların benimle doğrudan veya dolaylı olarak bir şekilde münasebeti vardır. Bir nevî kimyevî beyin vazifesi görürüm. Her türlü salgı üretimi, sindirim başta olmak üzere bütün metabolizma faaliyetleri, kanın terkibinin ve yapısının kontrolü gibi müthiş bir ilim gerektiren birçok iş bütün âcizliğime rağmen bana yükletilmiştir. Bir anda şaşırmaman için yaptığım işleri sana çok kısa özetlesem bile yine de anlamakta yetersiz kalırsın, ama sadece şunu söyleyeyim: Bugün biyokimcacıların henüz tesbit edebildiklerine göre 80'den çok hadisenin içinde bizzat bulunuyor, 5000 den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştiriyor ve müdahele edip kontrolümde tutuyorum !.
Ne oldu ? Şaşırdın değil mi ? Bu yaptıklarım henüz tesbit edilebilenler, daha ince teferruatımı henüz tam bilemiyorsunuz. Sizin en mükemmel laboratuvarlarınızda bile çok az sayıda ve birbirinden bağımsız farklı üretimler yaplırken benim yaptığım binlerce reaksiyonun herbiri diğeri ile zincirleme bağlantılı ve geri beslemeli kontrol devreleri halinde yürütülür. Görünüşüm ise tam aksine çok sade ve yeknesak bir yapı arzeder. Koyu kahverenginde, 1,4 kg. ağırlığındaki dört lobtan yapılmış halimle karın boşluğunun sağ tarafında barsaklarının üzeriyle göğüs kafesi arasına ve midenin sağın yerleştirilmiş bir pozizyondayım. Vücudunun en büyük ve ağır salgı bezi olduğum için, sen koşarken, takla atarken, top oynarken, çeşitli spor hareketleri yaparken yerimden kopmamam için mezenter adı verilen bağlarla vücut duvarındaki çeşitli kısımlara sağlam bir şekilde bağlanmış durumdayım. Onun için hiç korkmadan her türlü hareketi yapabilirsin.
İnsanların çoğu beni sadece safra üreten bir organ olarak görür, halbuki safra üretmek benim işlerim içinde en önemsizi sayılabilir, eskiden beni sindirim sisteminin eki olarak görürlerdi ve hep safra üretimi ile gündeme gelirdim. Halbuki bu görüş bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Artık herkesin kabul ettiği gibi stratejik konumda olan ve içinde birçok mütehassıs kimyagerin çalıştığı dev bir laboratuvar hükmündeki bir organım. Benim yaptığım işlerin kanı temizlemek gibi bir kısmına böbrekler de yardımcı olur, ancak böbreklerin işini yapmak üzere "sun'î böbrek cihazları" veya hemodiyaliz makineleri icad edildiği halde benim yaptığım işlere ait hiçbir makine henüz yapılamadı. Ancak çok çaresiz kalınan durumlarda hastanın kanını temizlemek için bazı hayvanların karaciğeri geçici olarak takılabilir.
Yaptığım faaliyetlerin büyüklüğünü anlaman için şöyle bir ölçü daha vereyim: Benim çalışmam sırasında ürettiğim ısı, bütün vücudunun dinlenme anında ürettiği ısının üçte birine eşittir. Özel bir kan dolaşımı sistemine sahibim ve tam yolların kavşak noktasında bulunduğum için barsaklarından gelen içinde emilmiş besin moleküllerinin bulunduğu kan, genel dolaşıma katılmadan önce dalaktan gelen kanı da alıp, kapı toplardamarımdan geçerek muhakkak bana uğrar ve gelen gıdaların cinsine, miktarına göre kanın terkibini kontrol ederim. Barsaklardan gelen kanın bu şekilde benden geçmesi mecburi bir gümrük kontrolüne benzetilebilir. 24 saatte bana uğrayarak kontrol edilen kan miktarı 2000 litre kadardır. Ortalama 70 yıllık bir insan ömrü boyunca 1,5 ton protein, 12,5 ton da karbonhidrat işleyerek senin ihtiyacına göre sentezler veya parçalarım.
Yaptığım işler saymakla bitmezse de hiç olmazsa belli başlıklar altında kabaca özetleyebilirim:
Karbonhidrat metabolizması adını verdiğiniz kandaki şeker miktarının ayarlanmasında hipofiz, pankreas ve böbreküstü bezi ile birlikte çalışırım ve vücudunun yakıtı olan şekerin miktarını çok hassas şekilde ayarlarım. Çok tatlı veya hamur işi yediysen fazla şekeri glikojene çevirip depolarım. Aç kalır da kanında yakıt olarak şeker azalırsa, bu glikojeni parçalayıp şekere (glikoza) çevirir ve benzini bitmiş araba gibi yolda kalmaman için hemen imdadına gönderirim.
Vücudunun temel yapıtaşları olan proteinlere ait metabolizmada da söz sahibiyim. Çok sayıda enzim sentezlerim ve bu enzimleri yaparken çok çeşitli protein moleküllerini kullanırım. Kan pıhtılaşmasına ait birçok pıhtılaşma faktörünü, albumin ve bağışıklık sistemine ait gamma globulinler başta olmak üzere birçok özel proteini sentezler ve kana veririm. Alyuvarların yapımında çok önemli vazifeler üstlenirim ve kan yapımında gerekli olan demiri depolarım. Biliyorsun kâinatta israf yoktur. Ben nasıl israf edebilirim. Onun için yaşlanmış alyuvarlar ölünce onların uygun şekilde parçalanmasında dalağa yardım eder ve taşıdıkları demirin tekrar kullanılması için depolama işi yaparım.
Yağ metabolizmasında da çok önemli işler görürüm. Benim ürettiğim safra salgısı sayesinde yediğin yağlı gıdaların sindirimi için yağ moleküllerini tıpkı deterjanların yağlı lekeleri çıkarırken parçalaması gibi küçük moleküllere ayırırım ve emilimini temin ederim, tabii bu arada yağda eriyen A, D, E ve K gibi vitaminlerin de emilimi sağlanır. Vücudun ihtiyacından fazla varsa yağları ve yağda eriyen vitaminleri depolarım. Zira yağlar vücudunuz için ve özellikle kalb kasınız için önemli bir yakıt kaynağıdır. Günde 800-1000 ml. safra salgılarım. İnce kanalcıklarımdan süzülen safrayı safra kesesinde biriktirir ve onikiparmak barsağına gıdalar gelince de buraya akıtırım. Safra salgıma sarımsı yeşil rengini veren, yaşlanmış alyuvarların yıkımıyya ortaya çıkan ve barsaklar yoluyla atılan bilirubin maddesidir.
Yeknesak koyukahverengi olarak gördüğünüz esas doku kısmım kan damarlarını yapan endotel hücrelerinden, safra kanacıkları ve bunların arasını dolduran hepatosit adı verilen hücrelerden ibarettir. Bütün dokumun % 70'ini teşkil eden hepatositler (karaciğer parankima hücreleri) vücudun diğer hücrelerinden daha fazla metabolik faaliyetlere katılırlar. Benim içimdeki çok zengin kan damarı ağının içini döşeyen damar epiteli (endotel) arasında yer alan Kupffer hücreleri adı verilen özel bazı hücre tipleri vardır ki, yaptıkları faaliyetlere şaşmamak elde değildir. Bu hücreler hem mikroplara karşı antikor yapımında görevlidir hem de kemik iliğinde yeni dünyaya gelmiş kan hücreleri benden geçerken bu hücreler tarafından tek tek kontrol edilirler. Bazen arızalı, kusurlu, bozuk ve hatta zararlı kan hücreleri üretilmişse ben bunları yakalayıp parçalamak zorundayım, aksi takdirde kanının içinde anarşi baş gösterir. İşte bu kupffer hücreleri rüşvet bilmeyen gümrükçüler gibi bütün kan hücrelerinin kimliğini sorar, enini boyunu ölçer ve sağlıklı olanları dolaşıma verirken, kusurlu olanları hemen keserek parçalarlar, ben de israf etmeden demir vs. gibi kıymetli kısımlarını gerektiğinde kullanmak üzere depo ederim.
Yediğin gıdalarla birlikte çevreden hergün çok sayıda zehirli maddeleri de içine almaktasın. Zaten normal metabolizma süreçlerinde bazı artık maddeler açığa çıkmaktadır. Bakteri veya mantarlarla bulaşmış ve bozulmuş gıdaların birçoğunun tadı henüz değişmediğinden farkedemediğin için yiyip içmektesin. Aslında vücuduna giren zehirlerle çok uzun zaman yaşayamaman gerekirdi, ama şefkâti ve merhameti sonsuz Rabbimiz seni bu zehirlerden korumak için bana önemli bir vazife vermiştir. Kanına karışan bu zehirli bileşikleri yakalar ve onları zararsız hale getirmek için parçalar ve tanınmaz hale sokarım. Birçok ilaçlar aslında zararlı ve zehirli olduğu halde mecburen kullanıyorsun, ben de onların zehir tesirlerini bozmaya çalışıyorum. Ürettiğim safra içindeki bazı tuzlar, metabolizma artıklarının, ilaçların ve zehirlerin vücuttan dışarı atılmasında rol oynarlar. Ama tabii ki, benim de bir tahammül gücüm vardır, takatimin üzerinde zehirli maddeyle karşılaşırsam ben de sinyal vermeye başlarım.
Nasıl mı sinyal veririm ? İmdat !! Yetişin zehirleniyorum !! diye bağırırım. Sesimi duyamıyormusun ? Ben ses vermem, renk veririm !. Ellerinin içinde kızarıklıklar çıkmaya, deride kaşıntılar başladığında bilmelisin ki, zehirlerle baş etmekte zorlanıyorum. Kendine, yiyip içtiklerine dikkat etmelisin.
Protein metabolizması ile ilgili olarak çeşitli seviyelerde ortaya çıkan azotlu artıkların yakılmasını sağlayarak zehir haline dönüşmeden idrar veya dışkıyla dışarı atılmasını sağlayacak hale getirmek için çok çalışırım ve kanını temizlerim.
Bu kadar çok ve önemli vazifem olunca çok tabiidir ki bendeki en küçük bir arıza hemen hastalık olarak kendini gösterir. Benim çalışma bozukluğumun ilk belirtilerinden birisi sarılıktır. Kandaki bilirubinin aşırı derecede artması gözün beyaz kısmında ve deride sararmaya yolaçar. En çok korktuğum şey ise viruslardır, özellikle hepatit B ve C virüsleri beni çok tahrib ederek, dokumu bozarlar. Alkol bir numaralı düşmanımdır. Alınan az miktardaki alkolü bile zararsız hale getireceğim diye canım çıkar, bir de üzerine hepatit virüsü gelirse işim biter ve siroz olurum. Ancak bu hale gelmeden önce karaciğer yetmezliği adı altında çok çeşitli sinyaller veririm. Bu belirtilerin başında çeşitli deri döküntüleri, mide ve barsak sıkıntıları, yemeklerden sonra uyku ve başağrıları gelir, fakat bunlar genellikle hafif şikayetler olduğundan birçok insan bu sinyalleri anlamamazlıktan gelirler. Çok sayıda fonksiyonu olan bir organ olunca benimle ilgili testlerin sayısı da yüzü geçer. Bu testler protein, yağ, karbonhidrat ve safra metabolizmasına, ilaçların ve benim ürettiğim zehirlerin vücuttan atılmasına dayanır. Kan ve idrar tahlillerinde benimle ilgili birçok bilgi ortaya çıkar. Daha ileri tahliller için ise biyopsi, sintigrafi, tomografi gibi teknikler de kullanılır.
Hastalıklarımla senin biraz keyfini kaçırdım galiba, ama sana sevindirici bir haber de vereyim. Sevgili Hasan, organların içinde kendini yenileme gücü en yüksek olan organ benim. Nasıl ? Sevindin değil mi ? Öyle olmasaydı, çoktan biterdim. Bu kadar işin altından kalmak, binlerce madde için reaksiyon hazırlamak ve yüzlerce zehire karşı koymak için bana ve sana acıyan Rabbim, bana öylesine müthiş bir yenilenme kabiliyeti vermiş ki, hayret edersin. Meselâ; bir hepatit (sarılık) de benim hücrelerimin % 90'ını harab olduğu halde, eğer iyi istirahat eder, perhize dikkat edersen, kalan % 10'luk kısmımla hem kendimi hem de seni Allah'ın izniyle kurtarabilirim. Ama hastalığı küçümser de istirahat etmezsen, geri dönülmez bir yola girer ve bu dünyadan ayırılırız.
Sana tavsiyem, temizliğe çok dikkat etmendir, çünkü hepatit'in birinci sebebi pisliktir. Ayrıca kan alman gerekirse çok dikkat et ! Bilmediğin, tanımadığın insanlardan kan almamaya gayret et. Hayatını temiz ve ahlaklı yaşayan arkadaşlarının kan gruplarını öğren ve bir yere not et !. Allah göstermesin, herhangi bir kan nakli gerekirse bu bildik temiz arkadaşlarından kan alırsın ve sonra, hepatit'le başın ağrımaz. Aşırı yağlı yemekten ve yağlanmaktan kaçınmalısın, zira yağları ben depolamak zorunda olduğumdan çalışmamı zorlaştırmaktadır.
Alkol'ün benim bir numaralı düşmanım olduğunu daha önce söylemiştim. Zaten sen yasaklara riayet eden bir insan olduğun için içim rahat, ama yine de bir hatırlatayım. Dinimizin önemli bir emri olan alkol yasağının hikmetini benim çalışmamı görünce daha iyi anlayacaksın. Sakın ola ki, bazı alkoliklerin kendilerini ve başkalarını kandırmak için "falan doktor söylemiş, az miktarda alkol kalb damarlarını açarmış" vs. gibi safsatalara inanma ! Onu benim külahıma anlatsınlar ! Ben bir gram alkolü zararsız hale getirmek için neler çekiyorum ve ne kadar harab oluyorum, onu bana sorsunlar. Bir de yürekleri kaldırırsa, karaciğer kanseri veya siroz olmuş hastaları hastanede ziyaret etsinler, daha iyi anlarlar. Son anda biraz sinirlendim, ama kusura bakma Hasan ! Bu kadar yalan karşısında ister istemez sinirleniyorum. Benim gibi bir sanat harikasını ve senin vücudunun en önemli motorunu basit bir zevk için feda edenleri görünce üzülüyor ve onların akıllarının başlarına gelmesi için dua ediyorum. Gözünü seveyim Hasan, bana iyi bak !
Dr.Nuran Yılmaz
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
BEN HASAN'IN BAĞIRSAĞIYIM
Hasan! Şimdi bana kızacaksın "Durup dururken sen de nereden çıktın? Başka kendisini anlatacak kimse kalmadı mı?" "Uzun bir hortumdan başka nesin ki?" diye çıkışmadan önce sana dikkatli davranmanı tavsiye ederim. Benim içimdeki zâhiren çirkin görünen kıvamlı maddeye veya son kısımlarımdaki dışkılara bakıp da, yüzünü buruşturma!. Şunu bilmelisin ki, senin kalbin de, böbreğin de, karaciğerin de, beynin de ben olmasam çalışmaz!!!. "Haydi!.. Şimdi çok attın, bu kadar da mübalâğa yapma!! Alt tarafı basit bir hortumsun!!! Hiç kalbim, böbreğim, karaciğerim sana muhtaç olur mu?!" diyebilirsin, ama önce beni bir dinle, bakalım sonra yine aynı fikirde olacak mısın?
Hasancığım! Beni anlaman için önce sana canlılara ait şu temel prensibi söyleyeyim: Bütün canlılık hâdiseleri ve tabiatta cereyan eden bütün hayat" fonksiyonlar, muhakkak bir enerji kullanımıyla yürütülür. Bir canlı sisteme enerji girmezse, hiçbir metabolizma faaliyeti ve hayat" fonksiyon yerine getirilemez. Tıpkı benzini olmayan bir otomobilin yürümemesi gibi. Otomobilin motoru, aküsü, karbüratörü vs. bütün kısımları tam ve sağlıklı olsa bile depoda benzin yoksa, veya benzin motora gelmiyorsa, bütün diğer milyarlık parçalar sağlam olsa bile o araba çalışmaz. Şimdi diyebilir misin, "benim arabamın elektronik beyni, aküsü, motoru, marj motoru vs. gibi çok mükemmel parçaları var, ama niçin çalışmıyor?". Diyemezsin, çünkü en temel özellik olan yakıt faktörü eksiktir. Aynen bunun gibi, bütün canlılar âleminde ve tabi" insan nev'inde de, sahip olunan binlerce hikmetlerle yüklü organların çalışması için önce yakıta ihtiyaç vardır. Yakıt veya enerji ise, gıda olarak aldığımız bitkiler ve hayvanlar tarafından bizim için üretilir. Fakat bizim için üretilmiş bu enerji, temel yapı taşları ve vitaminlerin depolandığı gıda maddelerinden, ağzımızdan vücut içine aldığımız şekliyle istifade edemeyiz. Bu gıda maddelerinin sindirim dediğimiz muameleden geçerek en küçük yapı taşlarına kadar parçalanması ve sonra da emilerek kanına geçmesi, yani yukarıdaki misale göre simsiyah ve koyu olduğu için otomobilinde yakamadığın ham petrolün, yanabilmesi için rafine olarak şeffaf ve uçucu olan benzine dönüşmesi gerekir. İşte benim vazifem de petrolden benzin elde edilmesi gibi, senin vücudunun ihtiyacı olan karbonhidrat, protein, yağ, vitaminler, mineral tuzları ve su gibi temel ihtiyaç maddelerini, gıdaların içinden rafine ederek senin hizmetine sunmaktır. Şayet ben bu işi yapmasaydım, ne mi olurdu? Eskiyen ve yıpranan hiçbir organın kendini tamir edemezdi, parmağını oynatacak gücü kendinde bulamazdın. Enerji ve temel yapı taşlarının yokluğundan dolayı bütün organların iflâs eder, bir müddet sonra da hep birlikte ölürdük. Anladın mı şimdi benim ne kadar mühim bir boru olduğumu?
İlk bakışta beni içi boş, yumuşak ve kaygan bir boru gibi görüyorsun ve bu yüzden de basitliğime hükmedebiliyorsun. Tabi" ki, bir kalb, akciğer, böbrek veya karaciğer gibi çok teferruatlı kısımlarım yok. Fakat bu hâlimle Yaratıcımız sanki şunu demek istiyor "Ben bazen ilk bakışta çok sanatlı olduğu anlaşılmayan, basit gibi görünen şeylerde o kadar harika sanatlar gizlemişim ve onlara o kadar mükemmel işler yaptırırım ki, çok daha sanatlı olanları ona muhtaç kılarım" veya "Ben dilersem sadelik içinde daha fazla sanatlar gizleyebilirim" gibi bizim hayret ve takdir hislerimize hitap etmektedir. Sizin bahçe sulamakta kullandığınız hortumlar kısa sürede bozulup, delinip koptuğu hâlde, benim dört ayrı kattan yapılmış duvarlarım bir hastalığa tutulmadığı takdirde bütün ömrün boyunca delinmeden hayatını sürdürür. Bu dört katlı duvarımın en dışı sağlam bir bağ dokusundan, altındaki kısım enine ve boyuna ayrı ayrı dizilmiş iki düz kas tabakasından, bunun altındaki kısım gevşek lifli bağ dokusu içine yayılmış bezlerden ve en iç tabaka ise esas emilme işleminin yapıldığı epitel dokusundan ibaret mukozadan müteşekkildir.
Şimdi gelelim hayatın temelindeki birinci fonksiyon olan sindirimle ilgili işleri nasıl yapabildiğime. Yine en başta şunu söyleyerek gurur kapısını kapayayım: benim bu işlere yetecek ne aklım, ne gücüm, ne de iradem vardır, ancak O'nun emir ve iradesi altında sadece bana emredilenleri uygulamakla mükellefim.
Basit bir hortum gibi görünen benim duvarlarımda öyle kompleks kimyev" işlemler olur ki, aklın durur. Her türlü maddeyi parçalayacak husus" enzimleri üretip iç boşluğuma salgılayan hücrelerimin her biri ayrı bir fabrika hükmündedir. Bu fabrikaların bir kısmında, proteinleri çeşitli peptid kademelerine parçalayan enzimler, bir kısmında peptidleri aminoasitlere parçalayan enzimler, bir kısmında karbonhidratları glikoza kadar parçalayan, bir kısmında yağları yağ asitlerine ve gliserine parçalayan enzimler üretilir. Bunların her birinin kendi içinde de özel tipleri vardır. Meselâ, meyve şekerini parçalayan enzim ile süt şekerini parçalayan enzim, nişastayı parçalayan enzim hep farklı tipteki enzimlerdir. Bu enzimlerin en iyi şekilde tesir etmesi için benim iç ortamımın da uygun bir pH derecesine sahip olması gerekir, çünkü enzimlerimin çok hassas çalışma şartları vardır. Meselâ bana gelmeden önce bu gıdaların uğradığı ikinci durak olan midendeki enzimler asitli bir ortamda (pH=2,5-3 arasında) çalıştığı hâlde, benim enzimlerimin çalışabileceği bir ortam meydana getirilmesi için, bazik sıvılar salınır ve bu kuvvetli asit ortam nötrleştirilir.
Mideden itibaren gıda artıklarının atıldığı son çıkışa (anüs) kadar olan benim boyum 8,5 metre kadardır. Ancak bu uzunluğumu kendi içimde ince ve kalın bağırsaklar olarak ikiye ayırmam gerekir. Bunun 7 m kadarı ince bağırsaklar, 1,5 m kadarı da kalın bağırsaklar olarak isimlendirilir. İnce ve uzun olan 7 m'lik kısım da kendi içinde yine üç bölgeye ayrılır. Mideden hemen sonra gelen, çok kısa (25-30 cm kadar) ve nispeten kalınca olan onikiparmak bağırsağı (duedonum) isimli başlangıç bölgeme, karaciğerinde yapılıp deterjan gibi iş görerek yağların parçalanmasını kolaylaştıran safra tuzları ve pankreasından gelen sindirim enzimleri dökülür. Bu enzimlerin tesiriyle biraz daha parçalanan gıdalar, ikinci kısmım olan jejunum ve üçüncü kısmım olan ileum'a geçerler. Bu iki kısmımı birbirinden pek kolay ayıramazsın. Jejunum'da kan dolaşımı çok daha yoğun olduğundan rengi daha kırmızımsı olup bu bölgenin kasılma hareketleri daha hızlı ve güçlüdür. İleum kısmım daha dar ve ince duvarlı, kan dolaşımı daha az, hareketleri daha sınırlı olup mezenter'imdeki yağ miktarı daha fazladır. Mezenter'in ne olduğunu merak ettiysen şöyle tarif edebilirim: Senin daracık karnının içinde benim karışıp düğüm olmamam ve kan damarlarının yerleşmesi için bir zemin oluşturduğu gibi beni bir arada tutarak vücut duvarına sağlam bir şekilde bağlayan zar şeklindeki ince bağ dokusuna mezenter denir. Mezenter içindeki ana kan damarı dallara ayrılır ve benim duvarlarımdan içeri geçerek en önemli işi gören kısımlarım olan villus'lerin içine kılcal damar ağı şeklinde dağılır.
Villus'lara halk arasındaki anlaşılacak tabiriyle memecikler diyebiliriz, benim iç duvarımın dantel gibi kıvrımlarından yapılmış olup, içimi halı gibi döşeyen villus'lar, en hayat" kısımlarımdır. Halının ipleri gibi olan bu küçük çıkıntıların sayesinde iç yüzeyim son derece genişlemiş olur. Eldiven parmağı şeklindeki bu memeciklerin içine, ilmi ve kudreti sonsuz Yaratıcımız, kılcal damar ağı ve lenf kanalcıklarını yerleştirmiştir. Gıdaları parçalayacak enzimleri salgılayan bez hücrelerimin dışında bazı bezlerin salgısı da, mide asidinin tahriş edici tesiriyle parçalanmaktan beni korur. Bazı hücreler, gıdaların kolayca geçmesi için kayganlaştırıcı ve koruyucu mukus maddesi salgılar. Villus'larımın sindirim enzimi salgılayan hücrelerinin dışında bazı hücreleri ise en son birimine kadar parçalanmış gıda maddelerini emerek kana geçirmeye yararlar.
Hasan! Bu kadar mükemmel bir organizasyonu nasıl olur da tabiat denilen şuursuz bir kavrama verirler anlamıyorum. Şu anlattıklarımda o kadar küll" bir ilim ve kudretin tezahürü var ki, insanın bazen aklı duracak gibi oluyor. Hem gıda maddelerinin özelliğini bileceksin, hem senin diğer organlarının ihtiyacını bileceksin, ona göre enzimler ve emme mekanizmasını ayarlayacaksın, hem bunları daracık bir sahaya sıkıştıracaksın, hem israfsız ve en ideal şekilde arızasız yapacaksın; Allah aşkına Hasan, bunlar kendi kendine olur mu?. Şimdi sana kalkıp da emme mekanizmamı anlatacak olsam, bu işi yapan minnacık hücrelerime (haşa) ilâhlık vermeye kalkışabilirsin. Her bir gıda molekülü için özel taşıyıcı moleküller ve sistem kuran Yaratıcım, bu milyonlarca memeciğin her birinin içine kan ve lenf yolu ismini alan iki taşıma mekanizması koymuştur. Kan yoluyla şekerler, aminoasitler, su ve tuzlar, doğrudan doğruya; lenf yoluyla da yağlar emilerek dolaylı olarak kana geçirilir. Emildikten sonra bu gıda maddeleri artık vücudunun malı olmuştur ve ihtiyaç içinde bekleyen bütün vücut hücrelerine kanla taşınır.
Peki, artıklar ne olacak? Yediğin her şey faydalı ve kullanılacak özellikte olmadığından, hattâ bir kısmı zehirli ve zararlı maddeler olduğundan, bir an önce dışarı atılmaları gerekmektedir. İnce kısımlarımda emilmeyen gıda artıkları henüz çok sulu durumdadır, böylece atılacak olsa, çok su ve mineral kaybı ile israf olacağından 1,5 metrelik kalın bağırsak kısmında, bu artıkların suyu ve bazı mineral tuzları emilerek koyulaştırılır. Kalın bağırsak denilen bölümüm de kendi içinde üçe ayrılabilir. İnce bağırsakla birleşen kısmıma körbağırsak (caecum-çekum) denir ve ucunda appendix bulunur. Bu kısım bazen iltihaplandığında apandisit denilen hastalık tablosu ortaya çıkar. Şişmiş, iltihaplı olan bu parçayı ameliyatla almadan tedavi olamazsın. Kimilerinin iddiasına göre bu parçam tarih öncesi çağlarda ataların sadece ot yediği için uzunmuş da, şimdi daha çok et yenildiği için kısalmış ve körelmiş bir kalıntı organmış da falan filan.. Bunların hepsi hikâye Hasan!. Yaratıcımız hiçbir şeyi boş ve abes yaratmamıştır.
Her şeye binlerce hikmet ve gaye yüklemiştir. Vazifesi olmasaydı, gereksiz olsaydı, yaratmazdı. Her şeyi yerli yerinde hikmetli yaratan Rabbim, appendix'i unutmuş olabilir mi? Nitekim daha sonra bir çok araştırıcı hekimler, bu parçamın ne kadar gerekli olduğunu gösterdiler. Lenfoid bir organ olarak, herhangi bir şekilde benim içime karışan mikroplarla mücadele için burada antikorlar üretilir. Zaten bu yüzden zengin bir damar ağına sahiptir. İşe yaramaz bir kısım olsaydı, bu kadar zengin damar ağına gerek olmazdı.
Kalın kısmımın diğer bölümleri colon (çıkan, enine ve inen olmak üzere üç bölümdür) ve rectum (veya sigmoid colon)'dur. Kalın kısmımın içini döşeyen mukoza oldukça düzdür. Artıkların kolayca atılmasını sağlamak için sümüksü bir salgı yapar. Kalın bağırsak kısmımda ayrıca çok bol miktarda faydalı bakteriler yerleştirilmiş olup, bu yaratıklar da senin ihtiyacın için çalışırlar. B12, tiamin ve riboflavin gibi B grubu vitaminleri ile K vitamini buradaki bakteriler tarafından sentezlenir. Gördün mü işler ne kadar hikmetli yürütülüyor?. Dışkı hâlinde dışarı atılması gereken artıkların bulunduğu en pis yerde bile hayat" vitaminler üretiliyor. Bilhassa K vitamini olmazsa kanın pıhtılaşma özelliği ortaya çıkamaz ve küçük bir damar zedelenmesinde kan kaybından ölürdün. Hiç aklına gelir miydi, kanalizasyon çukuru gibi görülen kalın bağırsağında hayat" vitaminler üretilsin? İşte Rabbimiz böyle hikmetli işler yapar!.
Hasan, şimdi de bu kadar uzun bir hortum gibi olan bir organın hareketleri nasıl düzenleniyor ve içindeki gıda maddeleri nasıl yürütülüyor ve en sonra da nasıl dışarı atılıyor diye merak edebilirsin. Kısaca izah edecek olursam, senin beyninin irad" işleri yürüten kısmının bu işlerden hiç haberi bile olmaz. Zaten haberi olsa karıştırır ve hep benimle meşgul olacağından başka işleri yapamazdı. Otonom sinir sisteminin kontrolü altında benim duvarlarımdaki düz kaslar dalgalar hâlinde yavaş yavaş kasılır ve buna sağılım (peristalsis) hareketi denir. Bana gelen sinir lifleri sempatik ve parasempatik olmak üzere iki tiptir. Sempatik sinirler beni baskı altında tutarak yavaşlamaya zorlarken, parasempatik lifler benim hareketimi teşvik edici tesir yapar. Böylece iki zıt tesir arasında dengeli bir çalışma tutturmaya gayret ederim. Bu hareketle içimde ilerlettiğim artıklar koyulaşa koyulaşa atılacak kıvamı aldığında, rektum kısmıma gelir ve burasının duvarları gerilmeye başlayınca içimdekileri atmak için seni rahatsız ederim. Bundan sonra senin iraden de kısmen işe karışır. Benim içimdeki artıkları en az günde bir defa belli aralıklarla dışarı atman gerekir. Dünya işlerine kendini çok kaptırır da unutur veya ihmal edersen, zaman geçtikçe içimdeki artıklar katılaşır ve sonra seni çok zorlarım. Bugün birçok kişinin başına dert olan kanser bilhassa benim kalın (colon) ve son kısmımda (rectum) çok sık ortaya çıkar. En büyük sebebi de etli ve yağlı gıdaları çok alıp, hareketsiz hayat sürmenizle birlikte stresin sebep olduğu benim çalışmamda ortaya çıkan bozukluktur. Benim iyi çalışmamı istiyorsan bol selülozlu, yani nebat" gıdalar almalısın ve huzurlu bir hayat sürmelisin. Benim üzerimdeki sinir ağı o kadar zengin ve komplekstir ki, hayret edersin. Dolayısıyla her türlü değişikliğe karşı çok hassas bir yapım vardır. Biraz sıkılıp, üzülsen ve çok fazla strese girsen, yahut hayat sürme tarzında biraz değişiklik olsa, hemen bende kasılmalar başlar. Siz bu duruma "bağırsak tembelliği", spastik kolon, irritabl kolon gibi isimler veriyorsunuz. Bu durumlarda dışkıları atamam ve içimde kalan zehirli artıklar, benim iç duvarlarımı tahriş etmeye başlar ve sonunda da kanser riskinin artmasına sebep olur. Onun için sabahları aç karnına bir bardak ılık su içmeyi, yemeklerini günün hep aynı saatlerinde yemeyi alışkanlık hâline getir. Hepsinden önemlisi taze yeşil sebzeleri sofrandan eksik etme ve mümkün olduğunca zeytin yağı dışında yağ kullanma, et yemeyi azalt, yersen bile yeşilliğin içinde etin miktarı az olsun.
Haaa!.. Bir dakika, en önemli nasihati unuttum! Ruh" bakımdan dengesiz isen bütün hepsi boşuna gider. Huzurlu bir ruh atmosferinde yaşamalısın. Bu demek değil ki, hiç sıkıntın ve üzüntün olmayacak, imtihana maruz kalmayacaksın. İnsan olduğun için bu zaten mümkün değil. Ama sıkıntılar karşısında panik, bitkinlik ve ümitsizlik gibi menf" hislere yenik düşersen benim çalışmalarım bozulur. Yoksa aktif sabır, gayret ve ümit içindeki sıkıntılar bana çok fazla zarar vermez. Bilhasa namazın ruhuna verdiği rahatlama ile birlikte yaptığın hareketler benim çalışmalarıma çok müspet tesir eder. Şimdi bana diyeceksin ki, "yine başladın mesaj vermeye!". Hasan! Beni ve senin diğer organlarını akılları durduracak bir mükemmellikte ve ahenkli bir sistem olarak yaratan Rabbimizi biraz olsun hatırına getirmemi çok görme. Senin basit gibi gördüğün tuvalet ihtiyacını biraz geciktirir de karnını ağrıtırsam veya colon kanseri sebebiyle karnında açılmış bir delikten, torbaya ihtiyaç giderenleri görünce, Rabbimi hatırlarsın ama değeri azalır. Şimdi sıhhatli iken tefekkür ederek hatırlarsan ve şükredersen hem daha fazla lezzet alırsın, hem Rabbim de nimetlerini artırır.
Aslında şu anda kendi hakkımda bildiklerimin ancak onda birini anlattım. Üzerimdeki bütün hikmetleri ve isimlerin tecellilerini anlatmaya kalksam, ne senin aklın alır, ne de benim o kadar ilmim vardır. Tabiatı ve sebepleri tamamen reddederek apaçık beni Yaratan'ı sana göstermek için bu kadarlık bir sohbet imkânını bana verdiğin için ayrıca sana teşekkür ederim Hasan!
Hasan! Şimdi bana kızacaksın "Durup dururken sen de nereden çıktın? Başka kendisini anlatacak kimse kalmadı mı?" "Uzun bir hortumdan başka nesin ki?" diye çıkışmadan önce sana dikkatli davranmanı tavsiye ederim. Benim içimdeki zâhiren çirkin görünen kıvamlı maddeye veya son kısımlarımdaki dışkılara bakıp da, yüzünü buruşturma!. Şunu bilmelisin ki, senin kalbin de, böbreğin de, karaciğerin de, beynin de ben olmasam çalışmaz!!!. "Haydi!.. Şimdi çok attın, bu kadar da mübalâğa yapma!! Alt tarafı basit bir hortumsun!!! Hiç kalbim, böbreğim, karaciğerim sana muhtaç olur mu?!" diyebilirsin, ama önce beni bir dinle, bakalım sonra yine aynı fikirde olacak mısın?
Hasancığım! Beni anlaman için önce sana canlılara ait şu temel prensibi söyleyeyim: Bütün canlılık hâdiseleri ve tabiatta cereyan eden bütün hayat" fonksiyonlar, muhakkak bir enerji kullanımıyla yürütülür. Bir canlı sisteme enerji girmezse, hiçbir metabolizma faaliyeti ve hayat" fonksiyon yerine getirilemez. Tıpkı benzini olmayan bir otomobilin yürümemesi gibi. Otomobilin motoru, aküsü, karbüratörü vs. bütün kısımları tam ve sağlıklı olsa bile depoda benzin yoksa, veya benzin motora gelmiyorsa, bütün diğer milyarlık parçalar sağlam olsa bile o araba çalışmaz. Şimdi diyebilir misin, "benim arabamın elektronik beyni, aküsü, motoru, marj motoru vs. gibi çok mükemmel parçaları var, ama niçin çalışmıyor?". Diyemezsin, çünkü en temel özellik olan yakıt faktörü eksiktir. Aynen bunun gibi, bütün canlılar âleminde ve tabi" insan nev'inde de, sahip olunan binlerce hikmetlerle yüklü organların çalışması için önce yakıta ihtiyaç vardır. Yakıt veya enerji ise, gıda olarak aldığımız bitkiler ve hayvanlar tarafından bizim için üretilir. Fakat bizim için üretilmiş bu enerji, temel yapı taşları ve vitaminlerin depolandığı gıda maddelerinden, ağzımızdan vücut içine aldığımız şekliyle istifade edemeyiz. Bu gıda maddelerinin sindirim dediğimiz muameleden geçerek en küçük yapı taşlarına kadar parçalanması ve sonra da emilerek kanına geçmesi, yani yukarıdaki misale göre simsiyah ve koyu olduğu için otomobilinde yakamadığın ham petrolün, yanabilmesi için rafine olarak şeffaf ve uçucu olan benzine dönüşmesi gerekir. İşte benim vazifem de petrolden benzin elde edilmesi gibi, senin vücudunun ihtiyacı olan karbonhidrat, protein, yağ, vitaminler, mineral tuzları ve su gibi temel ihtiyaç maddelerini, gıdaların içinden rafine ederek senin hizmetine sunmaktır. Şayet ben bu işi yapmasaydım, ne mi olurdu? Eskiyen ve yıpranan hiçbir organın kendini tamir edemezdi, parmağını oynatacak gücü kendinde bulamazdın. Enerji ve temel yapı taşlarının yokluğundan dolayı bütün organların iflâs eder, bir müddet sonra da hep birlikte ölürdük. Anladın mı şimdi benim ne kadar mühim bir boru olduğumu?
İlk bakışta beni içi boş, yumuşak ve kaygan bir boru gibi görüyorsun ve bu yüzden de basitliğime hükmedebiliyorsun. Tabi" ki, bir kalb, akciğer, böbrek veya karaciğer gibi çok teferruatlı kısımlarım yok. Fakat bu hâlimle Yaratıcımız sanki şunu demek istiyor "Ben bazen ilk bakışta çok sanatlı olduğu anlaşılmayan, basit gibi görünen şeylerde o kadar harika sanatlar gizlemişim ve onlara o kadar mükemmel işler yaptırırım ki, çok daha sanatlı olanları ona muhtaç kılarım" veya "Ben dilersem sadelik içinde daha fazla sanatlar gizleyebilirim" gibi bizim hayret ve takdir hislerimize hitap etmektedir. Sizin bahçe sulamakta kullandığınız hortumlar kısa sürede bozulup, delinip koptuğu hâlde, benim dört ayrı kattan yapılmış duvarlarım bir hastalığa tutulmadığı takdirde bütün ömrün boyunca delinmeden hayatını sürdürür. Bu dört katlı duvarımın en dışı sağlam bir bağ dokusundan, altındaki kısım enine ve boyuna ayrı ayrı dizilmiş iki düz kas tabakasından, bunun altındaki kısım gevşek lifli bağ dokusu içine yayılmış bezlerden ve en iç tabaka ise esas emilme işleminin yapıldığı epitel dokusundan ibaret mukozadan müteşekkildir.
Şimdi gelelim hayatın temelindeki birinci fonksiyon olan sindirimle ilgili işleri nasıl yapabildiğime. Yine en başta şunu söyleyerek gurur kapısını kapayayım: benim bu işlere yetecek ne aklım, ne gücüm, ne de iradem vardır, ancak O'nun emir ve iradesi altında sadece bana emredilenleri uygulamakla mükellefim.
Basit bir hortum gibi görünen benim duvarlarımda öyle kompleks kimyev" işlemler olur ki, aklın durur. Her türlü maddeyi parçalayacak husus" enzimleri üretip iç boşluğuma salgılayan hücrelerimin her biri ayrı bir fabrika hükmündedir. Bu fabrikaların bir kısmında, proteinleri çeşitli peptid kademelerine parçalayan enzimler, bir kısmında peptidleri aminoasitlere parçalayan enzimler, bir kısmında karbonhidratları glikoza kadar parçalayan, bir kısmında yağları yağ asitlerine ve gliserine parçalayan enzimler üretilir. Bunların her birinin kendi içinde de özel tipleri vardır. Meselâ, meyve şekerini parçalayan enzim ile süt şekerini parçalayan enzim, nişastayı parçalayan enzim hep farklı tipteki enzimlerdir. Bu enzimlerin en iyi şekilde tesir etmesi için benim iç ortamımın da uygun bir pH derecesine sahip olması gerekir, çünkü enzimlerimin çok hassas çalışma şartları vardır. Meselâ bana gelmeden önce bu gıdaların uğradığı ikinci durak olan midendeki enzimler asitli bir ortamda (pH=2,5-3 arasında) çalıştığı hâlde, benim enzimlerimin çalışabileceği bir ortam meydana getirilmesi için, bazik sıvılar salınır ve bu kuvvetli asit ortam nötrleştirilir.
Mideden itibaren gıda artıklarının atıldığı son çıkışa (anüs) kadar olan benim boyum 8,5 metre kadardır. Ancak bu uzunluğumu kendi içimde ince ve kalın bağırsaklar olarak ikiye ayırmam gerekir. Bunun 7 m kadarı ince bağırsaklar, 1,5 m kadarı da kalın bağırsaklar olarak isimlendirilir. İnce ve uzun olan 7 m'lik kısım da kendi içinde yine üç bölgeye ayrılır. Mideden hemen sonra gelen, çok kısa (25-30 cm kadar) ve nispeten kalınca olan onikiparmak bağırsağı (duedonum) isimli başlangıç bölgeme, karaciğerinde yapılıp deterjan gibi iş görerek yağların parçalanmasını kolaylaştıran safra tuzları ve pankreasından gelen sindirim enzimleri dökülür. Bu enzimlerin tesiriyle biraz daha parçalanan gıdalar, ikinci kısmım olan jejunum ve üçüncü kısmım olan ileum'a geçerler. Bu iki kısmımı birbirinden pek kolay ayıramazsın. Jejunum'da kan dolaşımı çok daha yoğun olduğundan rengi daha kırmızımsı olup bu bölgenin kasılma hareketleri daha hızlı ve güçlüdür. İleum kısmım daha dar ve ince duvarlı, kan dolaşımı daha az, hareketleri daha sınırlı olup mezenter'imdeki yağ miktarı daha fazladır. Mezenter'in ne olduğunu merak ettiysen şöyle tarif edebilirim: Senin daracık karnının içinde benim karışıp düğüm olmamam ve kan damarlarının yerleşmesi için bir zemin oluşturduğu gibi beni bir arada tutarak vücut duvarına sağlam bir şekilde bağlayan zar şeklindeki ince bağ dokusuna mezenter denir. Mezenter içindeki ana kan damarı dallara ayrılır ve benim duvarlarımdan içeri geçerek en önemli işi gören kısımlarım olan villus'lerin içine kılcal damar ağı şeklinde dağılır.
Villus'lara halk arasındaki anlaşılacak tabiriyle memecikler diyebiliriz, benim iç duvarımın dantel gibi kıvrımlarından yapılmış olup, içimi halı gibi döşeyen villus'lar, en hayat" kısımlarımdır. Halının ipleri gibi olan bu küçük çıkıntıların sayesinde iç yüzeyim son derece genişlemiş olur. Eldiven parmağı şeklindeki bu memeciklerin içine, ilmi ve kudreti sonsuz Yaratıcımız, kılcal damar ağı ve lenf kanalcıklarını yerleştirmiştir. Gıdaları parçalayacak enzimleri salgılayan bez hücrelerimin dışında bazı bezlerin salgısı da, mide asidinin tahriş edici tesiriyle parçalanmaktan beni korur. Bazı hücreler, gıdaların kolayca geçmesi için kayganlaştırıcı ve koruyucu mukus maddesi salgılar. Villus'larımın sindirim enzimi salgılayan hücrelerinin dışında bazı hücreleri ise en son birimine kadar parçalanmış gıda maddelerini emerek kana geçirmeye yararlar.
Hasan! Bu kadar mükemmel bir organizasyonu nasıl olur da tabiat denilen şuursuz bir kavrama verirler anlamıyorum. Şu anlattıklarımda o kadar küll" bir ilim ve kudretin tezahürü var ki, insanın bazen aklı duracak gibi oluyor. Hem gıda maddelerinin özelliğini bileceksin, hem senin diğer organlarının ihtiyacını bileceksin, ona göre enzimler ve emme mekanizmasını ayarlayacaksın, hem bunları daracık bir sahaya sıkıştıracaksın, hem israfsız ve en ideal şekilde arızasız yapacaksın; Allah aşkına Hasan, bunlar kendi kendine olur mu?. Şimdi sana kalkıp da emme mekanizmamı anlatacak olsam, bu işi yapan minnacık hücrelerime (haşa) ilâhlık vermeye kalkışabilirsin. Her bir gıda molekülü için özel taşıyıcı moleküller ve sistem kuran Yaratıcım, bu milyonlarca memeciğin her birinin içine kan ve lenf yolu ismini alan iki taşıma mekanizması koymuştur. Kan yoluyla şekerler, aminoasitler, su ve tuzlar, doğrudan doğruya; lenf yoluyla da yağlar emilerek dolaylı olarak kana geçirilir. Emildikten sonra bu gıda maddeleri artık vücudunun malı olmuştur ve ihtiyaç içinde bekleyen bütün vücut hücrelerine kanla taşınır.
Peki, artıklar ne olacak? Yediğin her şey faydalı ve kullanılacak özellikte olmadığından, hattâ bir kısmı zehirli ve zararlı maddeler olduğundan, bir an önce dışarı atılmaları gerekmektedir. İnce kısımlarımda emilmeyen gıda artıkları henüz çok sulu durumdadır, böylece atılacak olsa, çok su ve mineral kaybı ile israf olacağından 1,5 metrelik kalın bağırsak kısmında, bu artıkların suyu ve bazı mineral tuzları emilerek koyulaştırılır. Kalın bağırsak denilen bölümüm de kendi içinde üçe ayrılabilir. İnce bağırsakla birleşen kısmıma körbağırsak (caecum-çekum) denir ve ucunda appendix bulunur. Bu kısım bazen iltihaplandığında apandisit denilen hastalık tablosu ortaya çıkar. Şişmiş, iltihaplı olan bu parçayı ameliyatla almadan tedavi olamazsın. Kimilerinin iddiasına göre bu parçam tarih öncesi çağlarda ataların sadece ot yediği için uzunmuş da, şimdi daha çok et yenildiği için kısalmış ve körelmiş bir kalıntı organmış da falan filan.. Bunların hepsi hikâye Hasan!. Yaratıcımız hiçbir şeyi boş ve abes yaratmamıştır.
Her şeye binlerce hikmet ve gaye yüklemiştir. Vazifesi olmasaydı, gereksiz olsaydı, yaratmazdı. Her şeyi yerli yerinde hikmetli yaratan Rabbim, appendix'i unutmuş olabilir mi? Nitekim daha sonra bir çok araştırıcı hekimler, bu parçamın ne kadar gerekli olduğunu gösterdiler. Lenfoid bir organ olarak, herhangi bir şekilde benim içime karışan mikroplarla mücadele için burada antikorlar üretilir. Zaten bu yüzden zengin bir damar ağına sahiptir. İşe yaramaz bir kısım olsaydı, bu kadar zengin damar ağına gerek olmazdı.
Kalın kısmımın diğer bölümleri colon (çıkan, enine ve inen olmak üzere üç bölümdür) ve rectum (veya sigmoid colon)'dur. Kalın kısmımın içini döşeyen mukoza oldukça düzdür. Artıkların kolayca atılmasını sağlamak için sümüksü bir salgı yapar. Kalın bağırsak kısmımda ayrıca çok bol miktarda faydalı bakteriler yerleştirilmiş olup, bu yaratıklar da senin ihtiyacın için çalışırlar. B12, tiamin ve riboflavin gibi B grubu vitaminleri ile K vitamini buradaki bakteriler tarafından sentezlenir. Gördün mü işler ne kadar hikmetli yürütülüyor?. Dışkı hâlinde dışarı atılması gereken artıkların bulunduğu en pis yerde bile hayat" vitaminler üretiliyor. Bilhassa K vitamini olmazsa kanın pıhtılaşma özelliği ortaya çıkamaz ve küçük bir damar zedelenmesinde kan kaybından ölürdün. Hiç aklına gelir miydi, kanalizasyon çukuru gibi görülen kalın bağırsağında hayat" vitaminler üretilsin? İşte Rabbimiz böyle hikmetli işler yapar!.
Hasan, şimdi de bu kadar uzun bir hortum gibi olan bir organın hareketleri nasıl düzenleniyor ve içindeki gıda maddeleri nasıl yürütülüyor ve en sonra da nasıl dışarı atılıyor diye merak edebilirsin. Kısaca izah edecek olursam, senin beyninin irad" işleri yürüten kısmının bu işlerden hiç haberi bile olmaz. Zaten haberi olsa karıştırır ve hep benimle meşgul olacağından başka işleri yapamazdı. Otonom sinir sisteminin kontrolü altında benim duvarlarımdaki düz kaslar dalgalar hâlinde yavaş yavaş kasılır ve buna sağılım (peristalsis) hareketi denir. Bana gelen sinir lifleri sempatik ve parasempatik olmak üzere iki tiptir. Sempatik sinirler beni baskı altında tutarak yavaşlamaya zorlarken, parasempatik lifler benim hareketimi teşvik edici tesir yapar. Böylece iki zıt tesir arasında dengeli bir çalışma tutturmaya gayret ederim. Bu hareketle içimde ilerlettiğim artıklar koyulaşa koyulaşa atılacak kıvamı aldığında, rektum kısmıma gelir ve burasının duvarları gerilmeye başlayınca içimdekileri atmak için seni rahatsız ederim. Bundan sonra senin iraden de kısmen işe karışır. Benim içimdeki artıkları en az günde bir defa belli aralıklarla dışarı atman gerekir. Dünya işlerine kendini çok kaptırır da unutur veya ihmal edersen, zaman geçtikçe içimdeki artıklar katılaşır ve sonra seni çok zorlarım. Bugün birçok kişinin başına dert olan kanser bilhassa benim kalın (colon) ve son kısmımda (rectum) çok sık ortaya çıkar. En büyük sebebi de etli ve yağlı gıdaları çok alıp, hareketsiz hayat sürmenizle birlikte stresin sebep olduğu benim çalışmamda ortaya çıkan bozukluktur. Benim iyi çalışmamı istiyorsan bol selülozlu, yani nebat" gıdalar almalısın ve huzurlu bir hayat sürmelisin. Benim üzerimdeki sinir ağı o kadar zengin ve komplekstir ki, hayret edersin. Dolayısıyla her türlü değişikliğe karşı çok hassas bir yapım vardır. Biraz sıkılıp, üzülsen ve çok fazla strese girsen, yahut hayat sürme tarzında biraz değişiklik olsa, hemen bende kasılmalar başlar. Siz bu duruma "bağırsak tembelliği", spastik kolon, irritabl kolon gibi isimler veriyorsunuz. Bu durumlarda dışkıları atamam ve içimde kalan zehirli artıklar, benim iç duvarlarımı tahriş etmeye başlar ve sonunda da kanser riskinin artmasına sebep olur. Onun için sabahları aç karnına bir bardak ılık su içmeyi, yemeklerini günün hep aynı saatlerinde yemeyi alışkanlık hâline getir. Hepsinden önemlisi taze yeşil sebzeleri sofrandan eksik etme ve mümkün olduğunca zeytin yağı dışında yağ kullanma, et yemeyi azalt, yersen bile yeşilliğin içinde etin miktarı az olsun.
Haaa!.. Bir dakika, en önemli nasihati unuttum! Ruh" bakımdan dengesiz isen bütün hepsi boşuna gider. Huzurlu bir ruh atmosferinde yaşamalısın. Bu demek değil ki, hiç sıkıntın ve üzüntün olmayacak, imtihana maruz kalmayacaksın. İnsan olduğun için bu zaten mümkün değil. Ama sıkıntılar karşısında panik, bitkinlik ve ümitsizlik gibi menf" hislere yenik düşersen benim çalışmalarım bozulur. Yoksa aktif sabır, gayret ve ümit içindeki sıkıntılar bana çok fazla zarar vermez. Bilhasa namazın ruhuna verdiği rahatlama ile birlikte yaptığın hareketler benim çalışmalarıma çok müspet tesir eder. Şimdi bana diyeceksin ki, "yine başladın mesaj vermeye!". Hasan! Beni ve senin diğer organlarını akılları durduracak bir mükemmellikte ve ahenkli bir sistem olarak yaratan Rabbimizi biraz olsun hatırına getirmemi çok görme. Senin basit gibi gördüğün tuvalet ihtiyacını biraz geciktirir de karnını ağrıtırsam veya colon kanseri sebebiyle karnında açılmış bir delikten, torbaya ihtiyaç giderenleri görünce, Rabbimi hatırlarsın ama değeri azalır. Şimdi sıhhatli iken tefekkür ederek hatırlarsan ve şükredersen hem daha fazla lezzet alırsın, hem Rabbim de nimetlerini artırır.
Aslında şu anda kendi hakkımda bildiklerimin ancak onda birini anlattım. Üzerimdeki bütün hikmetleri ve isimlerin tecellilerini anlatmaya kalksam, ne senin aklın alır, ne de benim o kadar ilmim vardır. Tabiatı ve sebepleri tamamen reddederek apaçık beni Yaratan'ı sana göstermek için bu kadarlık bir sohbet imkânını bana verdiğin için ayrıca sana teşekkür ederim Hasan!
Prof.Dr.Arif Sarsılmaz
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
BEN HASAN'IN GÖZÜYÜM
Sevgili Hasan! Sana birer emanet olarak verilmiş olan organların, uzun zamandır sana kendilerini anlatıyorlar. Dikkat edersen baştan beri kalb, mide, bağırsak, böbrek, akciğer ve pankreas gibi üzerlerindeki muhteşem sanatları gösteren arkadaşlarımın hepsi senin gövdenin içindeki boşluklara yerleştirilmiş olan organlardı. Onları küçük gördüğüm zannedilmesin, hepsi de senin hayatını arızasız sürdürmen için vazifelendirilmiş muhteşem organlardı, ama hem modern fizyoloji, hem de Ortaçağ'daki meşhur tıp âlimlerince bu organların yaptığı işlere nebatî fonksiyonlar denilmiştir. Biraz daha açacak olursam, bu organların yürüttüğü işler temel olarak bitkilerde de bulunan ve yapılan fonksiyonlardır.
Sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım gibi hayatın devamı için lüzumlu olan bu dört temel fonksiyon bitkilerde de vardır, ancak farklı organlarla yapılır. Bu fonksiyonlar olmazsa canlılık veya hayat dediğimiz cevher (öz) kaybolur ve ölüm ortaya çıkar. Bitkilerle ortak olan bu özelliklerden dolayı gövdende bulunan organların yaptığı bu fonksiyonlara nebatî fonksiyonlar denir. Bu dört fonksiyon (sindirim, dolaşım, solunum ve boşaltım) çalışıyorsa o canlı varlık hayattadır demektir. Ancak bu, bitki seviyesinde bir hayattır. Hayvanların hayat seviyesine çıkabilmek için bu nebatî fonksiyonlara ilâve olarak; duyu, sinir ve hareket fonksiyonlarından ibaret olan hayvanî fonksiyonlar gerekir.
Bu fonksiyonlar olmazsa canlı, bitki mertebesindedir. Bazen haberlerde okur veya görürsün "....sonucunda filan şahıs bitkisel hayata girmiştir....", burada bitkisel hayata girmekten kastedilen şey, o şahsın hayvanî fonksiyonlarını kaybettiğidir, yani duyu organları, sinir sistemi ve hareket fonksiyonlarını kaybetmiş, bitki gibi hareketsiz bir durumda, solunum, dolaşım, boşaltım ve sindirim fonksiyonları kendisinden habersiz bir şekilde yerine getirilmektedir. Sadece insana ait olan akıl, idrâk, irade, şuur ve daha birçok lâtifeler ise maddî bir organla birebir eşleşmeyen, ancak bu hayvanî fonksiyonların üzerine ekstradan ilâve edilen özellikler olup, bir yönü ile hayvanî fonksiyonlarla birlikte, diğer yönü ile ise doğrudan insan ruhuna bağlı olarak ortaya çıkar.
İşte, sadece hayvanlarda görülen ve bitkilerde olmayan bu fonksiyonları yerine getiren organların merkezleri gövdeye değil, baş dediğiniz sanat harikasındaki özel yerlere yerleştirilmiştir. Görme, işitme, dokunma, tat ve koku alma gibi duyuların ve vücudun hareketlerini kontrol eden hareket merkezlerin başında bulunur. Başında bulunan bu merkezler, beyin denilen, kâinattaki bizim bildiğimiz en kompleks varlığın içine, bütün vücut organlarına hitap eden sinir sistemiyle irtibatlı olarak yerleştirilmiştir. Onun için baş bölgesi çok kıymetli, antika sanatlı mücevherler taşıyan bir antikacı dükkânı gibi her an zarar görebilecek çok hassas bir bölgedir. Ayağınıza batan bir çivi canınızı yakar ama çok büyük bir zarar vermeden açtığı yara tedavi edilir. Baştaki organlara batacak bir çivi ise -Allah korusun- ölümden herhangi bir duyu organının fonksiyonunu yitirmesine kadar çok kötü neticeler doğurabilir.
Buraya kadar yaptığım mukaddimeden de anladığın gibi, baş bölgesi; önce hayvanî fonksiyonların ve bunların üzerine inşa edilen insanî lâtifelerin merkezidir.
Baş bölgesi denince de önce ben akla gelirim, yani: GÖZ. Neden mi? Çünkü şu anda okuduğun satırları ancak benimle görebilirsin, kâinattaki yaratılmış olan bütün güzellikleri ancak benimle temâşa edebilirsin de ondan.
Rabbim, beni yaratıp başındaki iki çukurluk içine yerleştirmeseydi, ne ışıktan, ne renkten, ne böcekten, ne çiçekten, ne gülün, ne de bülbülün güzelliğinden haberdâr olurdun. Ben olmadan adımını atarken bile korkarsın, çünkü bastığın yeri göremezsin. Görmek fiili, ancak benim yardımımla beynine ulaşarak, idrâkine yansır. Allah, beni ve diğer duyu organlarını yaratmasaydı, insanlığın ulaştığı ilim seviyesi de çok gerilerde kalmış olurdu. İlim elde etmenin birinci yolu sağlıklı duyu organlarından geçer. Eşyanın özelliklerini ancak duyu organlarınla tespit edip isimlendirebilir ve bir kalıp hâlinde formüllerle ifade edebilirsin.
Suya şeffaf, elmaya kırmızı, ayvaya sarı, yaprağa yeşil, menekşeye mor diyebilmen için önce bana ihtiyacın var. Yürürken duvara çarpmaman için, anneni, babanı ve arkadaşlarını simalarından tanıman için bana ihtiyacın var. Yemek yerken, su içerken, yazı yazarken, okurken, bana ihtiyacın var. İstersen benim üzerimi örten kapaklarımı on saniye kadar kapat ve karanlık içinde kalarak yolda yürümeye çalış bakalım, ne oluyor?
Çok zor değil mi? İçini bir korku kapladı, ya bir yere çarpar veya düşersem diye. Hasan, şimdi derin bir nefes al, benim kapaklarım kapalı vaziyette iken, Rabbimize çok içten bir şükret. On saniye karanlıkta kalmaya tahammül edemiyorsun, ya hiç aydınlıktan haberin olmasaydı? Arada sırada çeşitli hikmetlere binaen imtihana tâbi tutulan bazı âmâ kardeşlerini bir düşün ve hem onlar için, hem de seni öyle bir imtihana tâbi tutmadığı için, Rabbimize hamd et. Benden mahrum olan kardeşlerine de sabır vermesi için dua et.
Şimdi de yapılışımdaki hususiyetleri ve incelikleri anlatacağım, dikkat et. Çünkü Darwin, Rabbimin üzerimdeki harika sanatlarını görünce, tesadüfen olamıyacağımı, kendi kendime veya şuursuz tabiatın bir eseri olmamın da gayrı mümkün olduğunu anlamış, vicdanı rahatsız olduğu için "beyin ve göz gibi kompleks organların tesadüfen evrimleşmelerini izah edemiyor ve çıldıracak gibi oluyorum" deme zaruretini hissetmiştir.
Yapılışımdaki estetik ve hassasiyet hiçbir optik âlette yoktur; çalışma prensiplerim Rabbimizin ışığa verdiği özelliklere bağlı olan optik kanunlar çerçevesinde cereyan eder. Nitekim benim yapı ve optik prensiplere uygun ölçülerime bakarak; önce basit fotograf makineleri yaptınız, sonra da çok mükemmel kameralar yapmayı başardınız. Ancak sakın fotograf makinelerinizle beni birebir kıyaslamaya kalkışma mahcup olursun. Sizin kameralarınız yanımda çok basit bir oyuncaktan öteye geçemez. İlk yaptığınız körüklü bir ağaç kutudan ibaret, siyah bezle örtülen çok basit fotograf makinesinin icadından, bugün teleobjektifli, dijital, çok kaliteli kameraları yapıncaya kadar 175 senelik bir süre geçti, birçok insan yıllarca çalıştı ve fotograf makinelerinizi belli bir mükemmelliğe getirdi. Şimdi bir kimse basit bir kutu ile mercekten ibaret basit bir makinenin, bugünkü çok kaliteli kameralara kendi kendine evrimleşerek dönüştüğünü iddia edebilir mi? Yüzlerce bilim adamının, ilmî birikimleri ve gayretlerinin birleşmesi neticesinde olan bu iş hiç tesadüfî olaylara verilebilir mi? Aynen bunun gibi, hiçbir yumuşakçanın veya bir böceğin gözü kendi kendine evrimleşip insan gözü hâline gelebilir mi? Tabiî gelemez. Ama bunu daha iyi takdir edebilmen için benim mikroanatomik yapıma biraz dikkat etmen gerekecek.
Küre şeklinde, hem sağlam hem de esnek ve çok tabakadan yapılmış kapalı bir kapsül görünümünde bir yapıya sahibim (Şekil 1). Çapım aşağı yukarı 24 mm yani 2,5 santim kadardır. En dışımda sclera (sert tabaka) adı verilen, yoğun bağ dokusu liflerinden yapılmış çok sağlam bir örtü ile korunurum. Bu tabakanın altında beni besleyen kan damarlarının girdiği ve yaygın bir ağ şebekesi gibi bütün her tarafımı saran choroidea (damar tabaka) bulunur. En içte ise retina veya ağ tabaka olarak isimlendirilen, ışığa hassas asıl alıcılarımın yer aldığı en kıymetli kısım yerleştirilmiştir. Bu tabakalarımın kendi içinde, herbirinin ayrı bir vazifesi olan daha alt tabakaları mevcuttur, fakat fazla uzatmamak için detaylara girmiyorum.
Küre şeklindeki ana gövdemin ön tarafı biraz dışa doğru bombeleşmiş ve aynı zamanda ışığı geçirebilmesi için sert tabakanın ortası saydamlaştırılmıştır (cornea). Bu şeffaf kısım dışındaki gözakı adı verilen önden görülen bütün kısımlar benim kurumamı engelleyen bir mukosa tabakası (conjunktiva) ile örtülüdür. Işınları odaklama için cornea kısmımın dış bükeyliği diğer bölgelerimden daha fazla bombe yapmıştır. Ön taraftaki bu şişkinliğin arkasında küçük bir odacık ve burasını asıl büyük odacıktan ayıran bir mercek bulunur. Mercekle cornea arasındaki ön odacıkta şeffaf bir sıvı ve bana rengimi veren iris ve gözbebeği adını verdiğiniz ortadaki kara delik bulunur. Özel bir kas yapısında olan iris, ortasındaki kara delikten girecek ışığın miktarını ayarlamak için büzülüp genişleyebilen bir perde gibi çalışır. Kuvvetli ışıkta daralarak fazla ışık girmesini ve retinamın tahriş olmasını engeller. Az ışıkta ise çok açılarak daha iyi görme için retinama fazla ışık girmesini sağlar.
Merceğimi askıda tutan bağlar (zonula ciliaris), kirpiksi cisim (corpus ciliare) denilen ve merceğimin şeklini değiştirerek odak uzaklığını gerektiği gibi ayarlayan kas demeti de damar tabakamın ön kısmındadır. Uzağa veya yakına baktığında uyum yaparak odaklamanın doğru olmasını temin eden faktörlerden biri merceğin şekil değiştirerek incelip kalınlaşmasıdır ve bu işi de merceği askıda tutan ve çekip bırakan bağlar sayesinde yapabilirim.
Mercekten sonra asıl büyük odacığım olan ve içi peltemsi saydam bir sıvı ile dolu karanlık oda bulunur. Burayı dolduran peltemsi şeffaf sıvının (humor vitreous) yoğunluğu ve yaptığı basınç sayesinde benim kürevî şeklim daha dayanıklı bir hâl alır. Bu karanlık odanın arka tarafındaki retina tabakamda bulunan ışığa hassas çubuk ve koni şeklinde ışık alıcı hücreler bulunur. Retinamın üzerine sadece ön tarafındaki corneadan ve mercekten geçen ışınların teşkil ettiği görüntü ters olarak düşer. Işığa hassas alıcılarımın en yoğun olduğu bölge (fovea centralis) hafif çukur olup, en net ve iyi görüntü burada oluşur. Burada görüntünün teşkil edilmesi henüz o nesnenin görüldüğü mânâsına gelmez. Görüntünün idrâk edilmesi veya algılanması demek, beyindeki görme merkezindeki bir grup hücrenin uyarılması ile ortaya çıkan bir histir ve biz buna görme diyoruz. Buradaki alıcı hücrelerimde ışık tesiri ile meydana gelen kimyevî ve elektrikî olayların hızı o kadar fazladır ki, aklınız durur. Işık tesiri ile uyarılan alıcılarımdaki elektrik sinyalleri optik sinir (görme siniri) vasıtasıyla beyne iletilir ve asıl görme işi beyinde ortaya konur. Dolayısıyla aslında ben de görme işinde sadece bir vasıtayım.
Çok nazik ve hassas bir organ olduğum için yaratıcım beni senin kafa kemiklerinden oluşan bir çukur içine yerleştirerek korumuştur. Üst çene (maxilla), elmacık (zygomatic), alın kemiğinin taban kısmı (frontale), gözyaşı kemiği (lacrimal), kalbur kemiği (ethmoid) ve sapan kemiklerinden (sphenoid) yapılan bu sağlam kutunun içinde çok emniyetli bir şekilde otururum. Korunma mekanizmalarım sadece bu kadar değil. Ön taraftan gelecek tehlikelere karşı da, üst ve alt göz kapaklarımın (palpebra superior ve inferior) ani durumlarda hemen kapanmasıyla korunurum. Kapaklarımın belli aralıklarla açılıp kapanması sayesinde sizin arabalarınızın cam sileceklerinin çalışması gibi benim saydam tabakamın (cornea) kirlenmesi önlenir. Kapaklarım da öyle basit deri kıvrımları değildir. Çok yoğun bezlerin (meibomian bezler) teşkil ettiği geniş bir salgı sistemi kirpiklerimin iç tarafını devamlı olarak ıslatıp yağlar ve toz toprağı yapıştırıp zararsız hâle getirir. Çok hislendiğin zamanlarda ise burun ile benim aramda bulunan gözyaşı bezlerinin (glandula lacrimalis) ürettiği salgı, gözyaşı kesemi (saccus lacrimalis) doldurduktan sonra iki kanal ile beni çok güzel bir şekilde yıkayarak banyo yaptırırlar. Çok fazla ağladığında gözyaşı kesesinin diğer bir kanalı fazla salgıyı burun içine boşaltır ve böylece buraları da yıkanmış olur.
Bir âlet ne kadar kompleks ve çok parçalı olursa, o kadar çok arızalanma ihtimali olur. Benim de milyonlarca hücrenin birlikte oluşturduğu onlarca parçadan bütünlük içinde bir sistem olarak yaratıldığımı düşünürseniz, her parçamın arıza çıkarması mümkündür. Fakat kudreti sonsuz Rabbim, çok büyük çoğunlukla bizi arıza çıkarmadan milyonlarca insanın kafasında iş görmemiz, onların dünyalarını aydınlatmamız için yerleştirmiş.
Arada sırada acziyetimizi göstermek, gururumuzu kırmak için, Rabbimiz hastalık adı altında bazı hikmetli arızalar ortaya çıkarıyor. Benim de bu şekilde bazı kusurlarım olmuyor değil. Uzak ve yakın görme, ışığı kırma bozuklukları gibi durumları bazı merceklerle düzeltebiliyorsunuz. Fakat retinamdaki çok nazik ışık alıcı hücrelerimin, arızalarının bir çoğunun düzeltilmesi çok zordur. Büyük odamın içindeki sıvının basıncı da çok dengeli olmalıdır. İçimdeki bu sıvının basıncı artarsa şiddetli ağrılar ortaya çıkarırım ve doktorlarınız buna glokom adını veriyorlar. Merceğim şeffaflığını kaybederse katarakt denilen durum meydana gelir. Bunun dışında birçok bakteri ve virüs bende birçok iltihaplı hastalıklar meydana getirebilir, ama senin vücudunun askerleri olan bağışıklık sisteminin hücreleri Allah (cc)'ın izniyle bu mikropların hakkından gelir. Şeker hastalığı, A vitamini eksikliği ve damar sertliği gibi bazı hastalıklar da bana menfî tesir ederek beni bozabilir ve işe yaramaz hâle getirebilir. Bu durumda tabiî ki dünyan kararabilir.
Hasan! Sana belki sayfalar dolusu kendimden bahsedebilirim, fakat bu kadar derin anatomi ve fizyoloji bilgisiyle kafanı karıştırmak istemem. Benim asıl gâyem, bütün organlarını hikmetli şekilde yaratan Rabbimizi unutmaman için, üzerimdeki ince sanatları ve hikmetleri göstererek, seni hayrete, takdire ve şükre sevkedici bir tefekkür gayretine girmene vesile olmak. Muvaffak olabilirsem, ne mutlu bana!
Prof.Dr.Arif Sarsılmaz
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
BEN HASAN'IN KULAĞI'YIM
Geçen sayıda, başındaki en mühim organlardan biri olan komşum göz, kendinden bahsedip, ne kadar mucizevî bir yaratılışla sana hediye olarak takıldığını ve dünyanı aydınlattığını anlatırken, biraz gıpta biraz da kıskançlık gibi bir hisle "benim ne zaman kendimi ve dolayısıyla Rabbime tercüman oluşumu anlatmama sıra gelecek" diyerek sabırsızlanıyordum. Niçin mi sabırsızlanıyordum? Çünkü yıllardır sadece başının iki yanındaki iki et parçası olarak görüp hiç umursamadığın, harikulade bir mimariye sahip olan kepçe şeklindeki ses alıcılarım başta olmak üzere, bütün parçalarım hep birlikte, bizi bu kadar uyumlu bir şekilde bir araya getireni, ve senin kâinatta yaratılmış seslerin sadece bir kısmından istifade edebilmen ve ruh dünyana yeni menfezler açman için çalışan, üzerimizdeki harika sanatları göstererek onları sana hediye edeni, bütün âleme ilân etmek için sabırsızlanıyordum. Hem ben de göz kadar sanatlı ve hassas bir şekilde yaratıldığım hâlde gözden niye geri kalayım ki?
Bensiz Dünya Sessiz Dünya
Her sanatkâr sanatını sergileyerek takdirkâr nazarlara arzetmek ister. Atomlardan yıldız sistemlerine kadar kâinatın her yerinde sanatının bütün inceliklerini şuurlu bir varlık olan sana gösterirken, bu sanatların en hârikalarını ve muhteşemlerini de yine senin kendi vücuduna takmış ve kolayca görüp anlayabilmen için ayrıca sana akıl ve ilim de vermiş. İlim ile varlığın hikmetleri ve çeşitli vasıfları hakkında değerlendirmeler yapabilirsin. Ancak eşya hakkında bilgi sahibi olup bunu hikmete çevirebilmen ve marifet ufkunu yakalayabilmen için, senin dışındaki dünyada varolan eşyaya ait hususiyetleri beş duyunun süzgecinden geçirmen gerek.
Eğer ışık, aydınlık ve renkler hakkında bilgi sahibi olamazsan mevcudat hakkındaki maddî ilimlerde eksik kalırsın. Aynı şekilde eğer beni de Rabbim senin kafatasının içine yerleştirmeseydi, kâinattaki ilâhî musikinin birer notası olan kuşların sesini, ağaçların hışırtısını, suların şırıltısını, rüzgârın uğultusunu duyamaz ve bu hususlardaki bilgin eksik kalırdı. Halbuki herşey kendi lisânıyla Rabbimizi tanıtmak için konuşuyor. Işığın dalga boylarıyla konuşulanları göz ile idrâk ediyorsun. Moleküllerin titreşimleri ile ortaya çıkan ve ses adı verilen farklı dalga boylarını da benim ile idrak ediyorsun.
Benim idrâk sınırlarıma giren sesin dalga boyu 20 ile 20.000 Hertz arasında değişir. Bu sınırların dışında kalan daha düşük ve daha yüksek frekanslı sesleri hissetmekten âcizim. Fakat bu acziyet biraz sözün gelişi oldu. Zira aslında bu hem senin, hem de benim için bir rahmettir. Eğer bütün mevcudatın yaratıcısı olan Rabbimiz beni bu şekilde, belli bir kapasitede yaratmasaydı da, çok daha geniş bir işitme tayfında iş görebilecek yapıda yaratsaydı, yerde yürüyen karıncanın ayak sesinden, yumurtlayan bir böceğin inlemesinden, bir arı kovanındaki vızıltıdan, gökte uçan kuşların kanat sesinden rahatsız olacak, beynindeki dayanılmaz acılara katlanmak zorunda kalabilecektin. Bu dünyada işini görebilecek kadar bir hassasiyete sahip oluşum bu yüzden senin için rahmettir. Zaten benim yaratıcım herkese vereceğini en uygun şekilde ve en ideal ölçülerde verir, abes iş yapmaz. Sakın ola ki, yarasanın kulağının hassasiyetine özenme. Senin için en uygun olanı benim.
Benim sadece dıştan görünen kısmıma bakıp da aldanma. Bazen utandığın zaman kızaran, bazen de seni ikaz için babanın veya hocanın hafifçe tutup da çektiği kepçe kısmım başının şekline ve sesleri alma konumuna en uygun yere yerleştirilmiştir. Kulak kepçesi dediğiniz bu kısım(A), elâstik kıkırdak olduğundan çok esnektir ve üzerime yattığın zaman kırılmaz. Üzerimdeki kıvrımlar ve sesin giriş deliğindeki kıllar da sebepsiz değildir. Sesin geliş yönüne ve şiddetine göre sesi en iyi şekilde orta kulak bölgeme yönlendirecek uygun bir sertliğe sahip olan kepçemin kıkırdaklarının özel biçimi, her şahsa ait genetik koda göre verildiğinden, kimseninki bir başkasınınkine benzemez. Girişteki kıllar da böcek, toz gibi yabancı cisimlerin içime girmesine mani olmak içindir. Dışarıdaki bu kepçe kısmımı orta kısmıma bağlayan dış kulak yolum(B), oldukça geniş olsa da salgılanan mumsu ve yağlı salgı (kulak kiri) bazen aşırı miktarda yığılıp birikirse meydana gelen tıkanıklık sebebiyle geçici bir işitme kaybına uğrayabilirim.
Kepçe ve dış kulak yolumdan sonra gelen orta kulak bölgem kulak zarı (tympanum)(C) ile başlar. Bu ince zarıma yapışık olarak sıra ile yerleştirilmiş çekiç(D), örs(E) ve üzengi(F) (malleus, incus ve stapes) kemikçiklerim bulunur. Bu küçücük kemiklerim birbirlerine 105 derecelik bir açı ile hassas bir şekilde eklemlenmiş olup, zarımdan gelen en küçük bir ses titreşimini bile bir kaldıraç gibi büyütüp kuvvetlendirerek iç kulağa iletir. Orta kulak boşluğum östaki borusu(G), denilen çok ince bir kanal ile yutak boşluğuna açılır. Çok kuvvetli gelen seslerin benim zarımı patlatmamasını istiyorsan herhangi bir patlama veya kuvvetli ses sırasında ağzını açmanı tavsiye ederim. Böylece ağzından giren ses dalgası ile benim içimden geçen ses dalgası birbirini dengeler ve zarımı patlatmamış olur.
Orta bölgemden sonra gelen iç kulak kısmım ise en hayatî, hassas ve nazik olan yer olduğu için tamamen kafatasının kemikleri tarafından sarılıp korunmuş bir hâldedir. Tam bir sanat ve teknoloji harikası olan iç kulak bölgem, şakak kemiğinin içindeki çok küçük ve dar bir sahaya yerleştirilmiş iki süper alıcı organı birarada bulundurur. Evet, ayrı işler yapan iki organcık bir araya yerleştirilmiştir. Bunlardan birisi sesleri alan salyangoz bölgesi (cochlea)(H), diğeri ise sana emanet edilmiş vücudunu sağa sola çarpmaman ve ayakta sağlam durup her türlü hareketi düşmeden yapabilmeni temin eden denge organı olan yarım daire kanalları (canalis semicircularis)(I), kesecik(J) (sacculus) ve kırbacık(K) (utriculus)'tır.
Bu yapıların hepsi bir bütün hâlinde çok sanatlı şekilde sanki mermerden oyulmuş veya tek parça metalden dökülmüş gibi kemikten yapılmıştır. Salyangoz kanalımın içinde, boydan boya uzanarak onu enlemesine olarak ikiye ayıran bir kemik bölme bulunur. Üstteki boşluk, orta kulak ve iç kulağı birbirinden ayıran oval pencereye, alttaki ise yuvarlak pencereye bağlanır. Bütün iç kulağımın içini dolduran sıvının zarlarla kemik arasında kalan bölümüne perilenf, zarların içindeki kısmına ise endolenf adını veriyorsunuz.
Salyangoz kanalımın taban kısmını döşeyen zarın(L) üzerinde çok küçük özel bir organ bulunur. Corti organı ismi verdiğiniz bu kısım ses dalgalarına karşı hassas alıcı duyu hücreleri (reseptörler)(M) ve bunlara desteklik yapan hücreler bulunur. Corti organındaki hücrelerin yüksekliği yer yer farklı olduğundan salyangozumun farklı bölgeleri değişik dalga boyundaki seslere karşı hassastır.
Orta kulak bölgemdeki çekiç, örs ve üzengi kemiklerinden geçen ses dalgası önce oval pencereden salyangozumun içindeki perilenf sıvısını, daha sonra da salyangozumun tavanını teşkil eden reissner zarını(N) titreştirerek endolenfte dalgalanmaya sebep olur. Dalgalanma hareketi bu zar boyunca ilerleyerek corti organına ulaşır. Bu organcığımın sese karşı hassas olan özel alıcı hücrelerinin uçları çok küçük tüycüklerle (cilia) döşenmiştir. Gelen ses dalgasıyla bu tüycüklerde eğilme ve bükülmeler olur. İşte burada çok önemli bir hâdise vuku bulur: Ses dalgalarının hasıl ettiği titreşimden kaynaklanan mekanik enerji bu hücreler tarafından elektrik enerjisine çevrilir! Bu elektrik uyarıları, beyninden gelen işitme siniri (nervus cochlearis) yoluyla beyne iletilir ve bu durum ses olarak idrak edilir. Aynı ses dalgaları yoluna devam ederek tekrar perilenfe girer ve orta kulakla iç kulak arasındaki diğer bölme olan yuvarlak pencerenin dışa doğru bombeleşmesine sebep olur. Böylece perilenfteki ses titreşimleri azaltılmış ve gücünü kaybetmiş olur.
Tabiî ki bu benim anlattığım işitme hâdisesinin hızı benim zarımda ve kemikçiklerimde ses hızına bağlı olarak iletilirken, işitme sinirinden beyne, elektrik akımı şeklinde çok daha hızlı iletilir, beyinde değerlendirilir ve anında da bu sese karşı bir cevap verilir. Saniyenin kesirlerinde bu işler aksamadan yürütülürken sen farkında bile değilsin. Sadece herhangi bir sesi duyduğunu söylüyorsun. Ama işitmenin nasıl ortaya çıktığını hiç aklına getirmiş miydin? Senin ihtiyacına göre işitme organı olarak Rabbim beni yaratmasaydı, kâinattaki sesler ve musiki hakkında hiçbir malûmatın olmayacaktı!
Hasan bir düşün bakalım! Senin ihtiyacını bilip, ona göre her türlü cihazla donatan Rabbim olmasaydı, kafa kemiklerinin içinde kendi kendine bir kulak gelişebilir miydi? Yahut tesadüfen bazı biyolojik mekanizmalar ardı ardına hep isabetli olarak cereyan ederek ortada bir plân ve proje yokken benim gibi mükemmel bir cihaz bütün müştemilatıyla sahneye çıkabilir miydi? Akıllı ve düşünen herkes gibi sen de, benim bu şekilde olamayacağımı ve ancak Rabbimizin yaratabileceğini anlıyorsun, değil mi?
Bir Maharetim de Dengen Hususunda
Şimdiye kadar anlattıklarım sadece işitme ile ilgili olan vazifemdi. Biraz da denge ile alâkalı faaliyetimden bahsedeyim ki ne kadar mucizevî olduğumu daha iyi anlayabilesin. Sen hiç ip üzerinde yürüyen bir cambaz veya dağa tırmanan bir dağcı gördün mü? Daha kolay hatırlayabileceğin bir misâl olarak da, kendi bisikletine binerken düşmemek için yaptığın hareketleri hayalinde canlandırabilirsin. En küçük bir hatada cambaz ipten düşer, dağcı bir uçuruma yuvarlanabilir, sen de bisikletinden düşersin. Denge ile ilgili bütün bu hareketleri sen gayri ihtiyârî olarak (refleksle) yaparken benim içimde ne fırtınalar kopuyor hiç düşündün mü? Bir saniye bile ara vermeden her yönden devamlı gelen karışık hareketlere karşı senin her an dengeni bozmadan kalabilmen için, benim içime öyle hassas alıcılar yerleştirilmiş ki, bu alıcılar en küçük bir kıpırdanmanda bile hemen durum değişikliğini farkederler ve omurilik ile beynine yeni durumun hakkında bilgi göndererek vücudunu yeni durumuna göre ayarlama sinyali verirler.
Küçücük bir iç kulakta hem işitme hem de denge aynı anda nasıl yürütülüyor, diyebilirsin. İşte benim Rabbim öyle bir Allah'tır ki, mikroskobik ölçülerde hususî yarattığı hücreleri daracık bir yere sıkıştırır ve en hassas işleri bu âciz hücreler vasıtasıyla yürütür.
Denge hissini nasıl alırsın ve uygun cevap refleksini nasıl verirsin? Bu sorunun cevabı için az önce yukarıda sözünü ettiğim anatomik yapılara biraz daha dikkat etmen gerekecek. Yarım daire kanallarımın dip kısmında, kırbacık ve keseciğe açılan ampul gibi hafif şişkinlikler bulunur. Üç adet yarım daire kanalımın herbiri birbirine 90 derecelik dik açı yapacak şekilde fezadaki üç boyuta göre yerleştirilmiştir. Yarım daire kanallarımın içinde az miktarda, ampullerin içinde ise yoğun olarak bulunan tüylü (silli) alıcılarım her türlü harekete bağlı olarak eğilip bükülecek elâstikiyette ve çok hassas şekilde yerleştirilmiştir. Kesecik ve kırbacıkta bulunan denge alıcılarımın üzeri ince bir zarla örtülü olup içinde jelatinimsi koyulukta bir sıvı ve kireçtaşı parçacıkları bulunur (cupula terminalis). Yarım daire kanallarımın içinde bulunan endolenf sıvısı, yoğunluğuna bağlı olarak senin başının ve vücudunun hareket ettiği istikametin aksine olarak hareket eder. Tıpkı hızla giden bir vasıta içindeki yolcuların hıza ve yöne bağlı olarak savrulması gibi endolenfin de hareketi ve hızı, vücudunun umumî hareketinden farklılık gösterir. Meselâ, araba sağa dönerken yolcuların dönüş ivmesi ile sola savrulması veya hızla giden bir vasıtanın ani fren yapmasıyla yolcuların öne doğru fırlaması gibi hareket hızına, ivmeye veya momentuma bağlı olan her türlü değişiklik yarım daire kanallarımdaki sıvının hareket etmesine sebep olur. Endolenf sıvısının hareketi ile kanalcıkların içindeki kireçtaşlı jelatinimsi kitlenin yeri değişir ve temas ettiği alıcılarımdaki hücrelerin üzerindeki tüycükler bükülür. Başın her hareketi, farklı farklı yerlerdeki hücreleri uyararak denge siniri (nervus vestibularis) vasıtasıyla her an meydana gelen denge değişikliklerinden sinir sistemini haberdar eder.
Bu Faaliyetler Şükür ve Tefekkür İster
Hayatın boyunca yaptığın bütün hareketleri bir düşünsen; yaptığın hiçbir hareketi kaçırmadan vücut dengenin koruması için senin hizmetinde olan denge cihazımın ve yine bir ömür boyu dünyadaki mevcut binbir çeşit sesi idrâk etmeni sağlayan işitme cihazımın (corti organı) hiç yorulmadan, bıkmadan, usanmadan, şikâyet etmeden vazifelerini yaptıklarını farkedersin. Ve senden bu işler için hiçbir ücret de istemiyoruz. Zaten bizi senin kafatasına yerleştirip beynindeki ilgili merkezle bağlantısını kuran Rabbimiz seni yaratırken de hiçbir ücret istememişti. Sadece bu nimetleri düşünüp, tefekkür edip şükretmeni istiyor.
Şükretmen ve tefekkür etmen için hastanelerde çok çeşitli ibret tabloları bulabilirsin. Bilhassa çocuklarda sık rastlanan orta kulak iltihabı (otitis media), üzengi kemiğinin taban parçasının oval pencereye yapışıp sesleri iyi iletememesinden doğan otoskleroz, işitme sinirinin harabiyetine bağlı olarak doğuştan veya sonradan ortaya çıkan sağırlıklar gibi hastalıkları görünce işitme ve ayakta dengede durma gibi nimetlerin büyüklüğünü daha iyi anlayacaksın. Attığın her adımda, yatarken, kalkarken; işittiğin her kuş cıvıltısında, tatlı bir melodide, annenin-babanın sesini duyduğunda bu seslerin mânâsını senin beynine nakşeden, Rabbimin büyüklüğünü ve merhametini daha iyi anlayacaksın.
Hasan! Şimdiye kadar beni hep başkalarını dinlerken kullanıyordun, bugün ise ben kendimi sana anlattım ve beni benden dinledin. Üzerimde taşıdığım güzellikler ve inceliklerle dolu sanatlı anatomik yapımın ancak % 1'ini belki ana hatlarıyla anlatabildim. Gelişen tıbbî ve biyolojik ilimlerin ortaya koyduğu bütün incelikleri her türlü hikmetleriyle birlikte anlatmaya kalksam, elindeki bu derginin sayfaları yetmez. Zaten o kadar geniş bilgiye de ihtiyacın yok. Mühim olan dikkatini üzerime çekerek seni Rabbimize biraz daha yaklaştırmaktı. İnşallah faydalı olmuştur. Bundan sonra zaman zaman çınlayarak seni gafletten korumak için kendimi hatırlatacağım, haberin olsun.
Prof.Dr. Arif Sarsılmaz
RüveYde- KuRuCu / YöNeTiCi
Geri: Organların Dili
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Allah razı olsun bu paylaşımın derin bilğiler var Ellerine emeğine bereket inşallah
biraz uzundu ama hepsini sıkılmadan okudum [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Allah razı olsun bu paylaşımın derin bilğiler var Ellerine emeğine bereket inşallah
biraz uzundu ama hepsini sıkılmadan okudum [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
EyLüL- BAĞIMLI ÜYEMİZ
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: AİLE HAYATI VE YAŞAM :._.·´¯) :: SAĞLIK
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
22.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN
» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
12.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN
» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
12.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN
» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
17.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN
» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
11.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN
» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
11.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN
» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
11.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
11.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
11.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN
» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
11.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN
» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
11.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN
» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
11.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN
» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
11.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN
» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
11.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN
» Ne NeDiR?
20.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN
» ÖĞÜT VEREN AYETLER
20.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN
» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
22.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN
» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
11.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN
» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
11.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN
» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
11.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN