Giriş yap
Similar topics
Üye Paneli
Profiliniz Bilgiler Seçenekler İmza Avatar |
Sosyal Arkadaş ve Tanınmamış Üye listesi Grup |
Özel Mesaj Gelen Kutusu ÖM Gönder |
Gözlenmiş Konular |
Kimler hatta?
Toplam 316 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 316 Misafir :: 1 Arama motorlarıYok
Sitede bugüne kadar en çok 392 kişi 10.10.24 17:51 tarihinde online oldu.
En son konular
En bakılan konular
Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN
Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Kabirde ilk gece
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: KÜLTÜR SARAYI :._.·´¯) :: KİTAP KURDU
1 sayfadaki 1 sayfası
Kabirde ilk gece
(1)
Ahmet rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı olduğunu tam kestiremediği bir kalabalığın arasında mezarlığa doğru ilerliyordu. Kalabalık bazen “El Fatiha” nidalarıyla duruyor, soluklanıyor, eller yüzlere sürülüyor ve tekrar yürümeye devam ediyorlardı. Mezarlığın lahuti sessizliği cemaatin duaları, aminleri ve fatihalarıyla ara verse de bir müddet sonra tekrar mistik bir sessizliğe bürünüyordu.
Mezarlık sağlı sollu kol kola dizilmiş çam ağaçlarının hazır kıta karşılama ekibi ve kuşların tatlı çığırışlarıyla oluşturduğu küçük bir koroyla gelen misafiri ağırlıyordu. Ahmet kalabalığın arasında sessizce ilerliyordu. Az ileriden kürek sesleri işitiliyordu. Cemaat omuzlarında taşıdıkları tabutu hızlı bir şekilde son uğurlama yerine doğru götürüyorlardı. Sanki bir an önce kurtulmak istiyormuşçasına…
Mezarın başına gelmişlerdi. Nice büyük salonları, odaları beğenmeyen insanoğlu için hazırlanmış bir seksen uzunluğunda, elli santim genişliğinde ihtişamlı bir çukur gözleri alıyordu. Burada yatılır mı diyen nicelerinin üzerinden uzun süren mevsimler geçmişti. İşte yeni bir misafir daha ağırlamak için insanoğlunun gözünü dolduracak büyüklükte bir misafirhane daha hazırlanmıştı.
Ahmet şaşkın gözlerle çukura inen iki kişiye baktı. Birisi düz sarı saçlı, geniş omuzlu bir genç, diğeri ise kumral, mavi gözlü yakışıklı bir delikanlıydı. Bu ikisini çok iyi tanıyordu. Çünkü ikisi de kendisinin öz mü öz oğullarıydı. Ne işleri vardı, ne geziyorlardı çukurun içinde? Seslenmek, “çıkın oradan” demek istedi ama çocuklarının böyle centilmen bir tavır içinde olmaları kendisini duygulandırdı. Birden seslenmekten vazgeçti. Ama gözlerinden süzülen o derin, anlamlı yağmur taneciklerine bir türlü mana veremedi. Bir insan ancak ciğerinden birisi için dökebilirdi bu yaşları. Celal ve Furkan’ın duyarlı yüreklerinden gözlerine yansıyan hüznün melodisi, Ahmet’in gözlerini doldurdu. Hüzün melodisiyle sarsılan gözleri biraz ileride kadınların arasında tanıdık yüzlerle daha da dalgalandı. Eşi Nesrin Hanım ve üç kızı bir köşede kızarmış gözlerle metaneti kaybetmemeye çalışan yürekle dua ediyorlardı. Acaba bu ölen kişi kimdi ki bu kadar yakınıyla birlikte mezarlığa doluşmuşlardı. Aslında kendisi de nasıl buraya geldiğini tam hatırlamıyordu.
Tabut açıldı. Bembeyaz elbisesiyle dünyanın tüm kirlerinden kurtuluşun muştusunu veren boydan takımıyla yenidünya yolcusu mezar metrosuna indirildi. Güneş yavaş yavaş apartmanların ardından evine doğru çekiliyordu.
Nasıl ki her doğan güneşin batışı, her ilkbaharın bir kışı varsa her doğan insanın da ölümü vardı. Ebedi değildi fani insanlar için dünyanın omuzları. Rodeoya katılmış bir kovboy gibi kimisi az, kimisi çok kalıyordu dünya atının sırtında. Ama sonunda hepsi düşüyordu toprağın kara bağrına.
Topraklar kürek kürek atılmaya başlandı. Birkaç kürek atan çekiliyordu kenara. Herkes çorbada tuzu olsun hesabı bir parça toprak serpiyordu beyaz takımlı yolcunun üzerine. Ahmet’te atmak istedi ama o cesareti bulamadı kendinde. Diz çöktü mezarın yanı başına.
İmam telkine başladı. Herkeste ölümün hazin sessizliği hâkimdi. Hazan mevsimindeki ağaçlar gibi solgundu Sümeyye, Fatma ve Mevlüde. Kızlarının bu sararmış hali gözlerinden kaçmadı. Bir şeyler söylüyor ağlıyorlardı, ama bir türlü anlamıyordu. Hele Celal ile Furkan o gencecik çağlarında birden sonbahar rüzgârının sert esintisiyle çarpılmışçasına sararmışlardı.
Telkin bitmişti. Topluluk yavaş yavaş dağılıyordu. Eşi Nesrin Hanım siyah bir eşarp bağlamış, kızları ile birlikte kadınların taziyelerini kabul ediyorlardı. Furkan ile Celal’de erkeklerin taziyelerini kabul ediyorlardı. Amcaları Halil çocukları bağrına bastı. Halaları Nurgül ile Nilüfer ise kızların yanındaydı. Ahmet’te onların yanına gitmek için çöktüğü yerden kalktı. Ama biden omuzlarında bir ağırlık hissetti. Geriye döndü. Birden irkildi.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(2)
Ahmet dünya hayatında sadece kitapların satırları arasında okuduğu, varlığına inandığı, ama hiç göremediği kanatlı varlıklarla göz göze geldi. Titriyordu. “Bu bu” diyordu “sadece ölüm sonrasında yaşanacak olaylardır”
Gözlerindeki perde kalkmıştı. Görünmeyen varlıklar şimdi sanal dünyanın ürünü olarak değil, gerçeğin ta kendisi olarak karşısında duruyorlardı.
-Dur Ahmet nereye?
-Taziyeye katılacağım. Baksana eşim ve çocuklarım orada. Yanlarına gideceğim.
-Onlar zaten senin taziyendeler. Senin taziyeni kabul ediyorlar.
-Nasıl yani! Şimdi ben ölümüyüm?
-Maalesef artık fani hayatının üzerine topraktan yorgan çekildi. Bundan sonra ebedi yurdun için hazırlanacaksın.
Ahmet “ah!” etmenin fayda vermeyeceği bir dönemeçte olduğunu çok iyi biliyordu. Merak ettiği varlıklara tekrar baktı. Hiçte dünyada hayal edilen gibi değildiler. Kendilerine has apayrı özgün bir yapıları vardı. Kanatları da çok orijinaldi. Hiçte ressamların hayalindekilere benzemiyordu.
Güneşin kızıllığı mezarların üstüne çökmüştü. İşte en çok sevenleri kendisini bir çukurun içine koymuş ve o güne kadar ki eylemleriyle, inanç, duygu ve düşünceleriyle baş başa bırakmışlardı.
Celal ve Furkan annelerinin koluna girmiş, hüzün melodisinin ritimleriyle mezarlıktan ayrılıyorlardı. Kızları ise o güne kadar çok sevdiklerini söyledikleri ama bir türlü sözlerine kulak vermedikleri babalarının ardından matemin hazin tablosunu sergiliyorlardı.
Ölüm, keşkeleri toprağın altında hissizleştiren bir duygu anaforudur.
“Keşke yaşasaydı babam dediklerini yapıp üzmeseydim” “Keşke keşke” uzar gider herkesin kendi yüreğindeki acılarının hüzne dönüştürdüğü kadar. Ama hiçbiri olmazdı. Çünkü sevilen, uğruna fedakârlık edilecek kişi yoktur artık. Bundan sonraki sevgi iddiaları asılsız ve hilekârlıktır.
Kısa bir müddet önce kalabalıktan görünmeyen mezar şimdi üzerinde güneşin son ve ilk ışıklarıyla yalnızlığını yaşıyordu. Sondu çünkü artık dünya yaşamının etli, kanlı, dedikodulu, iftiralı, sevinçli, hüzünlü, hoşgörülü, sevimli, komplo teorili, darbeli, darbesiz, lüks, sade günlerine elveda diyordu. Artık sevdiklerini öpemeyecek, bağrına basamayacak, kızamayacak, öfkelenemeyecekti. Şehvet ifritinin sinsi ayartmaları etkilemeyecek, kafaları çekip sarhoş olamayacak veya bir camide sessizce ibadet edemeyecekti.
İlkti, o güne kadar günlüklere en ince ayrıntısına kadar işlenmiş yaşadığı hayatla yüzleşecekti.
Karanlık çökmüştü. Melekler şimdilik yanından ayrılmışlardı. Ne olacaktı, nelerle karşılaşacaktı? Kendisine itiraf etmekten çekinse de korkuyordu işte korkuyordu!
Ayın ışığı ağaçların arasından süzülerek mezarlığa ayrı bir kutsiyet katıyordu. Çarşının kalabalığına ve gürültüsüne inat, sessizdi mezarlık. Ancak az sonra gecenin sükûneti köpek havlamaları ile bozuldu. Bu sırada bir ballici gençte elinde bir torbayla kendisinin mezarına doğru geliyordu. Genç yaklaştıkça ilçenin en psikopatı olduğunu anlamakta gecikmedi. Çekinmeye başladı.
Daha toy bir ölüydü. Kimden, niçin korkacağını tam kestiremiyordu. Dünyalılığının izleri henüz silinmemişti. İşte tam o sırada bir ses daha yankılandı.
-Korkma!
Ürktü. Sağına soluna baktı kimseyi göremedi. Mezarının taşına sindi. Dünyalılığı tutmuştu. Korkunca sığınacak yer aranırdı. Aynı ses tekrar duyuldu.
-Korkma!
Bu sefer sağına baktığında sesin sahibini karanlık bir görüntü halinde gördü. Ama bu melek değildi.
-Sen kimsin?
Ahmet dünya hayatında sadece kitapların satırları arasında okuduğu, varlığına inandığı, ama hiç göremediği kanatlı varlıklarla göz göze geldi. Titriyordu. “Bu bu” diyordu “sadece ölüm sonrasında yaşanacak olaylardır”
Gözlerindeki perde kalkmıştı. Görünmeyen varlıklar şimdi sanal dünyanın ürünü olarak değil, gerçeğin ta kendisi olarak karşısında duruyorlardı.
-Dur Ahmet nereye?
-Taziyeye katılacağım. Baksana eşim ve çocuklarım orada. Yanlarına gideceğim.
-Onlar zaten senin taziyendeler. Senin taziyeni kabul ediyorlar.
-Nasıl yani! Şimdi ben ölümüyüm?
-Maalesef artık fani hayatının üzerine topraktan yorgan çekildi. Bundan sonra ebedi yurdun için hazırlanacaksın.
Ahmet “ah!” etmenin fayda vermeyeceği bir dönemeçte olduğunu çok iyi biliyordu. Merak ettiği varlıklara tekrar baktı. Hiçte dünyada hayal edilen gibi değildiler. Kendilerine has apayrı özgün bir yapıları vardı. Kanatları da çok orijinaldi. Hiçte ressamların hayalindekilere benzemiyordu.
Güneşin kızıllığı mezarların üstüne çökmüştü. İşte en çok sevenleri kendisini bir çukurun içine koymuş ve o güne kadar ki eylemleriyle, inanç, duygu ve düşünceleriyle baş başa bırakmışlardı.
Celal ve Furkan annelerinin koluna girmiş, hüzün melodisinin ritimleriyle mezarlıktan ayrılıyorlardı. Kızları ise o güne kadar çok sevdiklerini söyledikleri ama bir türlü sözlerine kulak vermedikleri babalarının ardından matemin hazin tablosunu sergiliyorlardı.
Ölüm, keşkeleri toprağın altında hissizleştiren bir duygu anaforudur.
“Keşke yaşasaydı babam dediklerini yapıp üzmeseydim” “Keşke keşke” uzar gider herkesin kendi yüreğindeki acılarının hüzne dönüştürdüğü kadar. Ama hiçbiri olmazdı. Çünkü sevilen, uğruna fedakârlık edilecek kişi yoktur artık. Bundan sonraki sevgi iddiaları asılsız ve hilekârlıktır.
Kısa bir müddet önce kalabalıktan görünmeyen mezar şimdi üzerinde güneşin son ve ilk ışıklarıyla yalnızlığını yaşıyordu. Sondu çünkü artık dünya yaşamının etli, kanlı, dedikodulu, iftiralı, sevinçli, hüzünlü, hoşgörülü, sevimli, komplo teorili, darbeli, darbesiz, lüks, sade günlerine elveda diyordu. Artık sevdiklerini öpemeyecek, bağrına basamayacak, kızamayacak, öfkelenemeyecekti. Şehvet ifritinin sinsi ayartmaları etkilemeyecek, kafaları çekip sarhoş olamayacak veya bir camide sessizce ibadet edemeyecekti.
İlkti, o güne kadar günlüklere en ince ayrıntısına kadar işlenmiş yaşadığı hayatla yüzleşecekti.
Karanlık çökmüştü. Melekler şimdilik yanından ayrılmışlardı. Ne olacaktı, nelerle karşılaşacaktı? Kendisine itiraf etmekten çekinse de korkuyordu işte korkuyordu!
Ayın ışığı ağaçların arasından süzülerek mezarlığa ayrı bir kutsiyet katıyordu. Çarşının kalabalığına ve gürültüsüne inat, sessizdi mezarlık. Ancak az sonra gecenin sükûneti köpek havlamaları ile bozuldu. Bu sırada bir ballici gençte elinde bir torbayla kendisinin mezarına doğru geliyordu. Genç yaklaştıkça ilçenin en psikopatı olduğunu anlamakta gecikmedi. Çekinmeye başladı.
Daha toy bir ölüydü. Kimden, niçin korkacağını tam kestiremiyordu. Dünyalılığının izleri henüz silinmemişti. İşte tam o sırada bir ses daha yankılandı.
-Korkma!
Ürktü. Sağına soluna baktı kimseyi göremedi. Mezarının taşına sindi. Dünyalılığı tutmuştu. Korkunca sığınacak yer aranırdı. Aynı ses tekrar duyuldu.
-Korkma!
Bu sefer sağına baktığında sesin sahibini karanlık bir görüntü halinde gördü. Ama bu melek değildi.
-Sen kimsin?
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(3)
Ay ağaçların arsından Ahmet’e “korkma!” diyen kişinin üzerinde yansıyordu. Ellisinde gösteriyordu. Mütebessim bir yüz ifadesiyle Ahmet’e yaklaştı;
-Korkma çömez korkma! Ben senin yan komşunum. İlk gece komşular hoş geldin der geçmişimizi paylaşırız. Aynı zamanda ortama ısınmasına çalışırız.
-Peki benim korktuğumu nerden anladın?
-Nereden olacak, hala dünyalılığın üzerinde, mezarlığın ürkütücü sessizliğinde köpek havlamaları sonucu hemen taşın yanına çömeldin. Biz dünyada böyle yapardık. Burada onlarda, yaşan hiçbir varlıktan korkmana gerek yok. Ancak…
- Evet ancak!
-Yapman gerekirken yapmadıklarından, yapmaman gerekirken yaptıklarından kork. Duygu, düşünce ve eylem olarak inanç karşıtı olarak yetiştirdiğin, kul hakkına tacizde bulunurken engellemediğin evlatlarından, bir de gasbettiğin kul haklarından kork.
-O niye ki?
-Çünkü çocuklarının yaptıkları her bir kötülükte, iyilikte seni bulur. Onları kötü yetiştirmişsen…
-Peki ben yetiştirmeye çalıştığım halde, onlar isyanı tercih etmişse…
-O zaman rahat olabilirsin. Sana düşen babalık sorumluluğunu yerine getirmektir. Onlar özgür iradeleriyle yaptıkları tercihlerden kendileri yargılanacak.
-Peki burada ne yapıyorsunuz, zaman nasıl geçiyor?
- Ne yapacağız demek istedin galiba? Hala ölümü içselleştiremedin be komşu!
-Ne yaparsın insan bir kere ölüyor. Sürekli tecrübe yapmıyoruz burada değimli yani?
-Bak hele bak latife de yapıyor. Burada dünyada yaptığımız eylemlere göre ebedi mekandaki yerimizi görüp, orada yaşıyormuşçasına zaman geçiriyoruz.
-Yani bir nevi, burası da ahiretin sanal alanı öyle mi?
-Bir nevi diyebiliriz. Zamanla ilgili sorunun cevabını da yaşarken göreceksin. Burada zaman yok. asırlar saniye kadar hızlı geçer.
-Nasıl yani?
-Dünya hayatını daha unutmadın değil mi?
-Hayır unutmadım. Eşim ve çocuklar gözlerimde tütüyor.
-Bırak şimdi bir ay sonra onların seni ne kadar özleyip özlemediğini daha iyi görürsün. Sana şunu diyecektim; uykudaki beş saatle, uyanıkken ki beş saat aynı hızda mı geçiyordu?
-İkisi de beş saat ama uykudaki çok hızlı, sanki hiç uyumamış gibi geliyor.
-İşte uykuda beden geçici ölümü yaşadığı için seni o anlarda bir çeşit ruhsal hayat kuşatıyordu. Ruh bedenden özgürleşince zaman dışı oluyordu. Bundan dolayı da biz eski dünyalılar için aynı saat dilimi olmasına rağmen uykudaki zaman daha hızlı geçiyormuş gibi geliyordu.
-Yani…
-Yanisi biz kıyamet kopuncaya kadar bir nevi bedensiz uzun bir uykudayız.
-Ölüm uzun bir uyku mu?
Söyleyebiliriz ama kabusları da sevinçleri de gerçeğinden farksız gibi bir yaşam döngüsü.
-Peki sen kaç yıllık ölüsün.
-Ben elli yıllık yeni hayatlıyım.
-O zaman sen bebekken öldün. Çünkü ancak ellisinde gösteriyorsun.
-Yok çömez yok. ruh yaşlanmaz. Öldüğümüz gibi kalırız. Ben elli yıldır kabir cennetini yaşıyorum.
-Kabir cenneti mi?
-Evet, hep insanları ölümle ve sonrasıyla korkuturlar. Allah’ın iyi kulları için mezar kıyamete kadar cennet bahçelerinden bir bahçe gibidir. En güzeli de Allah’ın rahmet nefesini hissettiğimiz anlardır.
-Bak ne güzel, ölümü sevmeye başlıyorum. Ama aklım yine de karıştı. Şimdi ben kırk beş yaşındayım. Kıyamete kadar böylemi kalacağım.
-Yavaş yavaş alışacaksın. Diğer arkadaşlarla tanışmadan önce şu taziye evini bir ziyaret edelim mi ne dersin?
-Allah! Derim.
-Dur yine dünyalılığın tuttu. Ver elini.
-Niye?
-Artık beden yok yer çekimi değerini kaybetti. Uçuyoruz.
Ay ağaçların arsından Ahmet’e “korkma!” diyen kişinin üzerinde yansıyordu. Ellisinde gösteriyordu. Mütebessim bir yüz ifadesiyle Ahmet’e yaklaştı;
-Korkma çömez korkma! Ben senin yan komşunum. İlk gece komşular hoş geldin der geçmişimizi paylaşırız. Aynı zamanda ortama ısınmasına çalışırız.
-Peki benim korktuğumu nerden anladın?
-Nereden olacak, hala dünyalılığın üzerinde, mezarlığın ürkütücü sessizliğinde köpek havlamaları sonucu hemen taşın yanına çömeldin. Biz dünyada böyle yapardık. Burada onlarda, yaşan hiçbir varlıktan korkmana gerek yok. Ancak…
- Evet ancak!
-Yapman gerekirken yapmadıklarından, yapmaman gerekirken yaptıklarından kork. Duygu, düşünce ve eylem olarak inanç karşıtı olarak yetiştirdiğin, kul hakkına tacizde bulunurken engellemediğin evlatlarından, bir de gasbettiğin kul haklarından kork.
-O niye ki?
-Çünkü çocuklarının yaptıkları her bir kötülükte, iyilikte seni bulur. Onları kötü yetiştirmişsen…
-Peki ben yetiştirmeye çalıştığım halde, onlar isyanı tercih etmişse…
-O zaman rahat olabilirsin. Sana düşen babalık sorumluluğunu yerine getirmektir. Onlar özgür iradeleriyle yaptıkları tercihlerden kendileri yargılanacak.
-Peki burada ne yapıyorsunuz, zaman nasıl geçiyor?
- Ne yapacağız demek istedin galiba? Hala ölümü içselleştiremedin be komşu!
-Ne yaparsın insan bir kere ölüyor. Sürekli tecrübe yapmıyoruz burada değimli yani?
-Bak hele bak latife de yapıyor. Burada dünyada yaptığımız eylemlere göre ebedi mekandaki yerimizi görüp, orada yaşıyormuşçasına zaman geçiriyoruz.
-Yani bir nevi, burası da ahiretin sanal alanı öyle mi?
-Bir nevi diyebiliriz. Zamanla ilgili sorunun cevabını da yaşarken göreceksin. Burada zaman yok. asırlar saniye kadar hızlı geçer.
-Nasıl yani?
-Dünya hayatını daha unutmadın değil mi?
-Hayır unutmadım. Eşim ve çocuklar gözlerimde tütüyor.
-Bırak şimdi bir ay sonra onların seni ne kadar özleyip özlemediğini daha iyi görürsün. Sana şunu diyecektim; uykudaki beş saatle, uyanıkken ki beş saat aynı hızda mı geçiyordu?
-İkisi de beş saat ama uykudaki çok hızlı, sanki hiç uyumamış gibi geliyor.
-İşte uykuda beden geçici ölümü yaşadığı için seni o anlarda bir çeşit ruhsal hayat kuşatıyordu. Ruh bedenden özgürleşince zaman dışı oluyordu. Bundan dolayı da biz eski dünyalılar için aynı saat dilimi olmasına rağmen uykudaki zaman daha hızlı geçiyormuş gibi geliyordu.
-Yani…
-Yanisi biz kıyamet kopuncaya kadar bir nevi bedensiz uzun bir uykudayız.
-Ölüm uzun bir uyku mu?
Söyleyebiliriz ama kabusları da sevinçleri de gerçeğinden farksız gibi bir yaşam döngüsü.
-Peki sen kaç yıllık ölüsün.
-Ben elli yıllık yeni hayatlıyım.
-O zaman sen bebekken öldün. Çünkü ancak ellisinde gösteriyorsun.
-Yok çömez yok. ruh yaşlanmaz. Öldüğümüz gibi kalırız. Ben elli yıldır kabir cennetini yaşıyorum.
-Kabir cenneti mi?
-Evet, hep insanları ölümle ve sonrasıyla korkuturlar. Allah’ın iyi kulları için mezar kıyamete kadar cennet bahçelerinden bir bahçe gibidir. En güzeli de Allah’ın rahmet nefesini hissettiğimiz anlardır.
-Bak ne güzel, ölümü sevmeye başlıyorum. Ama aklım yine de karıştı. Şimdi ben kırk beş yaşındayım. Kıyamete kadar böylemi kalacağım.
-Yavaş yavaş alışacaksın. Diğer arkadaşlarla tanışmadan önce şu taziye evini bir ziyaret edelim mi ne dersin?
-Allah! Derim.
-Dur yine dünyalılığın tuttu. Ver elini.
-Niye?
-Artık beden yok yer çekimi değerini kaybetti. Uçuyoruz.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(4)
Ahmet ilk acemiliğini atmanın şaşkınlığıyla havalanmakta zorlandı. Ama komşunun yardımıyla yer çekimine muhalefet etmeyi öğrendi. Birden ağaçlar ve mezarlık ayaklarının altında kaldı. Şimdi kuşbakışı seyrediyordu eski dünyasını.
Ahmet’in akrabaları yakınlarını kaybetmenin acısını yüreklerinde hissediyorlardı. Yalnız ölümlerde bile acının dereceleri vardır. Birinci dereceden yakının yüreğinde volkanlar patlarken, diğerlerinde komşu evinin yangını hissedilir. Söndürmek için yardıma koşulur. Bir kazada bir aile ölür, haberlerde seyredenler “vah yazık olmuş!” derken Azrail’in ziyaret ettiği evin sakinleri feryadü figanla ağıtlar yakar.
Ahmet ile yeni dünyalı komşusu taziye evinin yanına gelmişlerdi. Erkeklerin oturduğu taziye evi Okan parkı içindeydi. Taze çay kokusu mis gibi yayılıyordu. Taziyelerin vazgeçilmez içeceğidir. Dostlar ziyaret ediyor, çaylar içiliyordu. Sevenleri, arkadaşları, meslektaşları gruplar halinde gelip yangına bir fatihayla su dökerek taziye sahiplerine yalnız olmadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı.
Ahmet yeni gelmiş bir ekibin içinde Kur’an okumaya başlayanı gösterdi;
-İşte bak şu Kur’an okuyan var ya gerçekten değerli bir dost.
-Ahmet, burada bana gösterilen o kadar gariplikler gördüm ki dostluklar menfaate eksenliyse burada düşmanlığa dönüşüyor. Gerçek dostlukların nasıl olduğunu anlayacaksın.
-Gerçek mi diyorsun?
-Evet onları ilerleyen zamanda göreceksin. Son defa bak dünyalılığın ne anlama geldiğini anla.
İki arkadaş biraz daha yaklaştılar. Şimdi konuşulanları işitebiliyorlardı. Kır saçlı, orta boylu, elli elli beş yaşlarında bir adam Celal’le sohbet ediyordu.
-Oğlum insan hangi rüzgarda yere serileceğini bilmiyor. Daha geçen gün baban bizim taziyeye gelmişti. Kur’an okumuş, sohbet etmişti. Allah mekanını cennet etsin. Kalanlara Mevla’m sabır versin.
Celal’in gözlerinde hüzün şarkıları okunuyordu. O akşam ağzına bir lokma bile koymamıştı. Şimdi kime baba diyecekti. Babasının ölümünden kardeşi Furkan daha çok etkilenmişti. Onu yatıştıramamışlardı. Bayılmış, sonunda bir sakinleştirici yapmışlardı.
Ahmet “oğullarım!” diye ileriye atılmak istedi ama birden komşu kendisini frenledi;
-Dur kardeş sen yoksun artık. Onlar kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenecekler. Bak gördün mü sensiz de hayat rutin bir şekilde devam ediyor. Dün sen birilerinin taziyesindeydin, bugün başkaları senin taziyende. Hayat döngüsü böyle devam edecektir.
Hiçbir insanın yokluğu dayanılmayacak kadar acı değildir. Bu tahammül insan yüreğine yaratıldığında programlanmıştır. Dayanılmayacak olsaydı, alemlerin efendisinin yokluğunda seven bütün insanlar ölürdü. Merak etme sen de kısa bir zaman sonra hayatın yoğun uğraşları arasında sessiz sedasız çıkacaksın ailenin yüreğindeki solan volkanınla.
-Unutulmak acı, ama hayatın en yalın gerçeği galiba anlamakta zorlandığımız. Son olarak kadınlar tarafına da bakalım da sonra ebedi yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Ahmet’in gözleri o kadar kalabalığın içinde iki tane delikanlının üzerinde yoğunlaştı. Sanki onları yalnız bırakmanın suçluluğunu hissediyormuşçasına sonbahar rüzgarına çarpılmış yaprak gibiydi. Yere düşmemek için komşusuna tutundu. El sallayarak dökemediği gözyaşlarıyla oradan uzaklaştılar.
Etrafı erik, hurma, portakal ve ayva ağaçlarıyla donatılmış bir evin üzerindeydiler. Evin manzarası oldukça güzeldi. Ayın gülen yüzü ağaçların arasından eve doğru yansıyordu. Taziye evinin sessizliğini pencereden yankılanan bir kızın haykırışları bozuyordu.
-Baba babaaa niye bizi yalnız bıraktın. Ah babam ahhh!
Kadınların duygusallığı taziye yerine de yansımıştı.eşi nesrin sinir krizleri geçirmiş, zor sakinleştirmişlerdi. Feryatlar göğü inletiyor, gecenin sessizliğini paramparça ediyordu. Bu sırada kadınlardan biri Kur’an okumaya başladı. Kabaran dalgalar dinginleşti, yanan volkan lav püskürtmekten vazgeçti.
En güzel ilacıydı Kur’an hüzünlü yüreklerin.
Son ayeti okuyordu; “İnna lillahi ve inna ilayhi raciun” “Muhakkak ki biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” İlahi nağme mukadder sonun tüm mevcudat için kaçınılmaz olduğunu kalbi vahye açıklara net bir şekilde haykırıyordu. Ama kalpleri kötürümleşmiş insanlar bir türlü bunu anlamayacaktı.
İşte kızları da ağlamaktan gözleri kızarmış, sesleri kısılmış bir şekilde yavru serçe gibi titriyorlardı. Mevlüde zor da olsa Kur’an okumaya çalışıyordu. Çünkü babalarının kendilerine en önemli tavsiyesi namaz ve Kur’an-dı.
Ahmet kendisi için okunan fatihaları, yapılan duaları işitince bir garip oldu. Her okunan sela bir gün kendinin olacakmış gibi düşünme gerekiyormuş hayatı. Ölmeden önce kendine yatırım yapmak gerekiyormuş meğer. İşte bir zamanlar kendisi başkası için okurken şimdi kendisi için okuyorlardı fatihaları. Okuduğu ve yaşadığı Kur’an ile kıldığı namazlar belki kendisine rehberlik edecekti. Düşüncelere dalmış gitmişti.
-Hey çömez yeter artık neredeyse tekrar dünyalı olacaksın. Hadi bakalım ebedi yolculuğumuza başlayacağımız yere dönelim. Birazdan seni melekler sorgulayacak. Bakalım dünyada hazırlandığın imtihanlara benziyor mu benzemiyor mu göreceksin.
-Ne melekler mi! Sorgu mu, imtihan mı?
-Evet telafisi mümkün olmayan bir imtihan.
-Eyvah!
-Dur eyvah deme de aceleci olma. Melekleri gör, soruları yüreğinde oluşturduğun ve günlüklerinle kaydettiğin cevaplarla yanıtlamaya çalış o zaman görürsün eyvah mı yoksa elhamdülillah mı? Asıl serüven bundan sonra başlayacak dikkat et. Buraya kadarkiler hazırlıktı.
Yıldızlar ve ay ışıldayarak gökyüzünün ilk tabakasının kandilleri olarak dünyalılara tebessüm ediyordu. İşte mezarlığa tekrar gelmişlerdi. İç ürperticiydi. Tekrar o ürkütücü korkuyu yüreğinde hissetti Ahmet. Komşusu da imtihanın iyi veya kötü geçmesine göre kendisiyle tekrar karşılaşacağını söyleyip ebedi yurdunun gözlem binasına çekildi.
İşte mezarının üstündeydi. Yalnızdı. Bütün komşular uzun bir uyku modundaydı. Kendisi ise bembeyaz elbisesiyle, karanlığın içinde bir mum gibi ışıldıyordu. İşte tam bu sırada; “Ahmet! Ahmeeeet!”diye bir ses yankılandı. Etrafa baktı kimseyi göremedi. Yavru bir güvercin gibi titriyordu. Bu atmosfere dayanacak ve titremeyecek kaç yürekli pehlivan vardır acaba? İşte ses tekrar yankılanıyordu; “Ahmet, Ahmeeet” ama etraf ıssızdı. Birden gökyüzünden iki ışığın kendisine doğru kaydığını gördü. Mezarın üstüne düştü.İki ışık yanı başına gelmişti.
Ahmet ilk acemiliğini atmanın şaşkınlığıyla havalanmakta zorlandı. Ama komşunun yardımıyla yer çekimine muhalefet etmeyi öğrendi. Birden ağaçlar ve mezarlık ayaklarının altında kaldı. Şimdi kuşbakışı seyrediyordu eski dünyasını.
Ahmet’in akrabaları yakınlarını kaybetmenin acısını yüreklerinde hissediyorlardı. Yalnız ölümlerde bile acının dereceleri vardır. Birinci dereceden yakının yüreğinde volkanlar patlarken, diğerlerinde komşu evinin yangını hissedilir. Söndürmek için yardıma koşulur. Bir kazada bir aile ölür, haberlerde seyredenler “vah yazık olmuş!” derken Azrail’in ziyaret ettiği evin sakinleri feryadü figanla ağıtlar yakar.
Ahmet ile yeni dünyalı komşusu taziye evinin yanına gelmişlerdi. Erkeklerin oturduğu taziye evi Okan parkı içindeydi. Taze çay kokusu mis gibi yayılıyordu. Taziyelerin vazgeçilmez içeceğidir. Dostlar ziyaret ediyor, çaylar içiliyordu. Sevenleri, arkadaşları, meslektaşları gruplar halinde gelip yangına bir fatihayla su dökerek taziye sahiplerine yalnız olmadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı.
Ahmet yeni gelmiş bir ekibin içinde Kur’an okumaya başlayanı gösterdi;
-İşte bak şu Kur’an okuyan var ya gerçekten değerli bir dost.
-Ahmet, burada bana gösterilen o kadar gariplikler gördüm ki dostluklar menfaate eksenliyse burada düşmanlığa dönüşüyor. Gerçek dostlukların nasıl olduğunu anlayacaksın.
-Gerçek mi diyorsun?
-Evet onları ilerleyen zamanda göreceksin. Son defa bak dünyalılığın ne anlama geldiğini anla.
İki arkadaş biraz daha yaklaştılar. Şimdi konuşulanları işitebiliyorlardı. Kır saçlı, orta boylu, elli elli beş yaşlarında bir adam Celal’le sohbet ediyordu.
-Oğlum insan hangi rüzgarda yere serileceğini bilmiyor. Daha geçen gün baban bizim taziyeye gelmişti. Kur’an okumuş, sohbet etmişti. Allah mekanını cennet etsin. Kalanlara Mevla’m sabır versin.
Celal’in gözlerinde hüzün şarkıları okunuyordu. O akşam ağzına bir lokma bile koymamıştı. Şimdi kime baba diyecekti. Babasının ölümünden kardeşi Furkan daha çok etkilenmişti. Onu yatıştıramamışlardı. Bayılmış, sonunda bir sakinleştirici yapmışlardı.
Ahmet “oğullarım!” diye ileriye atılmak istedi ama birden komşu kendisini frenledi;
-Dur kardeş sen yoksun artık. Onlar kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenecekler. Bak gördün mü sensiz de hayat rutin bir şekilde devam ediyor. Dün sen birilerinin taziyesindeydin, bugün başkaları senin taziyende. Hayat döngüsü böyle devam edecektir.
Hiçbir insanın yokluğu dayanılmayacak kadar acı değildir. Bu tahammül insan yüreğine yaratıldığında programlanmıştır. Dayanılmayacak olsaydı, alemlerin efendisinin yokluğunda seven bütün insanlar ölürdü. Merak etme sen de kısa bir zaman sonra hayatın yoğun uğraşları arasında sessiz sedasız çıkacaksın ailenin yüreğindeki solan volkanınla.
-Unutulmak acı, ama hayatın en yalın gerçeği galiba anlamakta zorlandığımız. Son olarak kadınlar tarafına da bakalım da sonra ebedi yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Ahmet’in gözleri o kadar kalabalığın içinde iki tane delikanlının üzerinde yoğunlaştı. Sanki onları yalnız bırakmanın suçluluğunu hissediyormuşçasına sonbahar rüzgarına çarpılmış yaprak gibiydi. Yere düşmemek için komşusuna tutundu. El sallayarak dökemediği gözyaşlarıyla oradan uzaklaştılar.
Etrafı erik, hurma, portakal ve ayva ağaçlarıyla donatılmış bir evin üzerindeydiler. Evin manzarası oldukça güzeldi. Ayın gülen yüzü ağaçların arasından eve doğru yansıyordu. Taziye evinin sessizliğini pencereden yankılanan bir kızın haykırışları bozuyordu.
-Baba babaaa niye bizi yalnız bıraktın. Ah babam ahhh!
Kadınların duygusallığı taziye yerine de yansımıştı.eşi nesrin sinir krizleri geçirmiş, zor sakinleştirmişlerdi. Feryatlar göğü inletiyor, gecenin sessizliğini paramparça ediyordu. Bu sırada kadınlardan biri Kur’an okumaya başladı. Kabaran dalgalar dinginleşti, yanan volkan lav püskürtmekten vazgeçti.
En güzel ilacıydı Kur’an hüzünlü yüreklerin.
Son ayeti okuyordu; “İnna lillahi ve inna ilayhi raciun” “Muhakkak ki biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” İlahi nağme mukadder sonun tüm mevcudat için kaçınılmaz olduğunu kalbi vahye açıklara net bir şekilde haykırıyordu. Ama kalpleri kötürümleşmiş insanlar bir türlü bunu anlamayacaktı.
İşte kızları da ağlamaktan gözleri kızarmış, sesleri kısılmış bir şekilde yavru serçe gibi titriyorlardı. Mevlüde zor da olsa Kur’an okumaya çalışıyordu. Çünkü babalarının kendilerine en önemli tavsiyesi namaz ve Kur’an-dı.
Ahmet kendisi için okunan fatihaları, yapılan duaları işitince bir garip oldu. Her okunan sela bir gün kendinin olacakmış gibi düşünme gerekiyormuş hayatı. Ölmeden önce kendine yatırım yapmak gerekiyormuş meğer. İşte bir zamanlar kendisi başkası için okurken şimdi kendisi için okuyorlardı fatihaları. Okuduğu ve yaşadığı Kur’an ile kıldığı namazlar belki kendisine rehberlik edecekti. Düşüncelere dalmış gitmişti.
-Hey çömez yeter artık neredeyse tekrar dünyalı olacaksın. Hadi bakalım ebedi yolculuğumuza başlayacağımız yere dönelim. Birazdan seni melekler sorgulayacak. Bakalım dünyada hazırlandığın imtihanlara benziyor mu benzemiyor mu göreceksin.
-Ne melekler mi! Sorgu mu, imtihan mı?
-Evet telafisi mümkün olmayan bir imtihan.
-Eyvah!
-Dur eyvah deme de aceleci olma. Melekleri gör, soruları yüreğinde oluşturduğun ve günlüklerinle kaydettiğin cevaplarla yanıtlamaya çalış o zaman görürsün eyvah mı yoksa elhamdülillah mı? Asıl serüven bundan sonra başlayacak dikkat et. Buraya kadarkiler hazırlıktı.
Yıldızlar ve ay ışıldayarak gökyüzünün ilk tabakasının kandilleri olarak dünyalılara tebessüm ediyordu. İşte mezarlığa tekrar gelmişlerdi. İç ürperticiydi. Tekrar o ürkütücü korkuyu yüreğinde hissetti Ahmet. Komşusu da imtihanın iyi veya kötü geçmesine göre kendisiyle tekrar karşılaşacağını söyleyip ebedi yurdunun gözlem binasına çekildi.
İşte mezarının üstündeydi. Yalnızdı. Bütün komşular uzun bir uyku modundaydı. Kendisi ise bembeyaz elbisesiyle, karanlığın içinde bir mum gibi ışıldıyordu. İşte tam bu sırada; “Ahmet! Ahmeeeet!”diye bir ses yankılandı. Etrafa baktı kimseyi göremedi. Yavru bir güvercin gibi titriyordu. Bu atmosfere dayanacak ve titremeyecek kaç yürekli pehlivan vardır acaba? İşte ses tekrar yankılanıyordu; “Ahmet, Ahmeeet” ama etraf ıssızdı. Birden gökyüzünden iki ışığın kendisine doğru kaydığını gördü. Mezarın üstüne düştü.İki ışık yanı başına gelmişti.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(5)
Ahmet’in ruhu mezarın ütündeydi. Cesedi toprağın altında çürümeye mahkûm olmasına inat, ruhu yeni hayata filizlenmeye başlayan tohum gibi taptazeydi. Ayın ışıkları tam Ahmet’in üzerine yansımaktaydı. Gözlerini araladı. Puslu bakışlarının arasında hayal meyal iki melek görünüyordu.
Ne kadar zaman geçti bilinmez. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktu. Etraf sükûnetini muhafaza ediyordu. Mezarlığın ürpertici sessizliğinde yeni hayatın ilk kapısı aralanmak üzereydi. Ahmet’in ruhu tam olarak kendisine gelmişti. Şimdi melekleri tam olarak seçebiliyordu. Meraklı bakışlarıyla melekleri süzdü. Melekler mütebessimdiler ve güven veriyorlardı. Gecenin karanlığında apaydınlıktı görüntüleri. Ağaçların rüzgârdaki hışırtıları duyuluyordu. Ahmet’te rüzgârda sallanan bir yaprak gibi titriyordu.
Melekler YHS (Yeni Hayat Sınav) sorularının ilkini o lahuti sesleriyle sordular;
-Men Rabbuke?
Ses mezarlığın semasında yankılandı. Ahmet’e göre yer, gök sustu, yalnız bu sese kulak verdi. Kendisi ise ürktü. Sanki yeni dünyanın seması başına yıkılmıştı. Başını ellerinin arasına aldı, meleklerin ne dediğini anlamaya çalıştı.
-Ne ne dediniz anlamadım?
-Men Rabbüke, (Rabbin kim)?
-Rab mi o da ne?
-Nasıl Rabbinin kim olduğunu bilmiyor musun?
-Heyecanlandım. İmtihanın stresinden olsa gerek tam olarak hatırlayamadım.
Bu sırada Ahmet tir tir titriyordu. Ruhunda fırtınalar kopuyordu. Ne zor bir soruydu bu böyle.
-Gereksinimlerini karşılayan, seni yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden kim? Diye soru yeni bir açılımla tekrar yankılandı.
Dünyadayken ihtiyaçlarını karşılayan, kendisini sürekli yönlendiren bir gücün silueti gözlerinin önünden geçti. Hafiften gülümsedi. Cevabı bulmanın huzuru yüzüne yansımıştı.
-Tamam buldum cevabı! Şimdi hatırladım. Benim Rabbim evet evet benim Rabbim “Para”dır. Ben ihtiyaçlarımı onunla karşılar, onu nerede kazanacaksam oraya yönelirdim. Herkes onun için harıl harıl çalışıyordu. Aslında birçok kişinin rabbi paraydı. İşte benim de rabbim “Para”dır.
Melekler başlarını salladılar. Mütebessimdiler. Karşılarındakini korkutmaktan çok, onun yüreğine serin bir rüzgâr estirerek doğruya yelken açmasını sağlıyorlardı. Ahmet yanıldığını anlayınca yüzü sapsarı kesildi. Ruhunda hissettiği kaybetme korkusunun dayanılmaz acısı yüzüne yansımıştı.
“Kim di kim di benim Rabbim?” Kendi kendine konuşuyordu. Gökyüzüne baktı. Gece buradan da farklı değildi. Yıldızlar ışıl ışıldı. Ay gülümsüyordu. Ama Ahmet bunları görebilecek ve ruhunu dinginleştirecek bir halde değildi. İşte tam bu sırada ay gibi parlak yüzüyle sevdiği kadın çıktı karşısına. Gülümsüyordu. İlkbaharda çiçekten çiçeğe konan kelebek kadar hafifleşti ruhu. Şimdi ağaçların üstünde uçuyordu. Kendinden geçmişti. İşte Rabbini bulmuştu. Hani kankası değil miydi? Ölümüne sevmemişler miydi birbirlerini. Böylesine büyük bir aşkın sahibi değil de kim olabilirdi Rab? Sevinçle haykırdı;
-Rabbim sevdiğim kadın, sevdiğim kadın Rabbim!
Heyecan doruktaydı. YHS’nin ilk sorusunu geçme umdu yüzünü tekrar ilkbaharın tatlılığına bırakmıştı. Merak, heyecan ve stresle meleklerin yüzüne bakıyordu. Onlar yine mütebessimdi. Güven veriyorlardı. Ama Ahmet beklediği güzel karşılığı alamadı. Yine o apaydınlık yüzlerinde “hayır”ın kahredici rüzgârlarını hissetti yüreğinde.
Umudu tükeniyordu. Gecenin karanlığı ruhunu kuşatıyordu. Hani ölümüne sevmiş ve onun için ne fedakârlıklarda bulunmuştu. Ailesini, yakınların, hepsini terk edecek derecede yüreğinde taht kurdurmuş, kalbinin sultanı yapmıştı. Nasıl olur, nasıl olur! Güvendiğim, yıllarca peşlerinden koştuğum kazanmak için hayatımı kahrettiğim şeyler şimdi benden uzaklaşıyor, bana yardımcı olmuyor. Ahmet’in ruhu pişmanlık vadilerinde düşe kalka dolaşıyordu. Başını elleri arasına almış gözyaşlarını akıtıyordu.
Gözyaşlarının damlalarında bir bir çocuklarının yüzü geçiyordu nemli gözlerinden. Son bir çırpınışla kendine geldi. Rabbini kaybetmemek için gözyaşlarını silmedi. Çünkü Rabbi gözyaşlarında kendisine rahmet nişanını göstermişti. Puslu gecenin pişmanlık kokan şerrinden kurtulacaktı. Yeniden bir kuş gibi özgür bir ruhla havalarda uçacaktı.
Gözlerinden akan yaşları avuçlarına aldı. Dudaklarına götürdü. Sevgiyle öptü. Sonra karşısında duran meleklere kendinden gayet emin bir ifadeyle seslendi;
-Evet evet benim Rabbim çocuklarımdır! Gecemi gündüzüme kattım, onlar için ölümlerden döndüm, kendimi onların varlığına feda ettim. Olsa olsa çocuklarımdır Rabbim! Soğuk gecelerin sisli sabahlarında, kavurucu sıcakların uzun günlerinde onlar için tatlı yatağımı terk ettim. İşte onlardır benim Rabbim!
Meleklerin yüzündeki tebessüm kaybolmamıştı. Ama Ahmet, verdiği iki yanlış cevabın sonunda gördüğü tebessümden bu cevabının da isabetli olmadığını anlamıştı.
“Hayır hayıııııııııııııııır olamaaaaaaaaaz! Kim kim benim Rabbim o zaman söyleyin söyleyin!” diye haykırmaya başlamıştı. Gece gözlerinde yeniden puslanmıştı. Artık etrafını seçemez olmuştu. Ruhu sıcakta eriyen kardan adam gibi şekil değiştiriyordu. Yüzünün aydınlığında garip çizgiler oluşmaya başlıyordu.
YHS’deki ilk soru çok çetin geçiyordu. Melekler her cevabında tatlı bir tebessümle başlarını sallıyorlardı. Nemli toprak ayaklarının altından kayıyordu. Belki de kendisi öyle hissediyordu. Sorunun girdabına kapılan ruhu havalarda uçuyordu.
Meleklerin sesi, puslu gecenin sükûnetinde yeniden yankılandı mezarlığın semasında;
-Rabbin kim?
İmamın telkinini hatırlamaya çalışıyordu. Kopya çekecekti. Ama öylesine büyük bir duygu anaforunun içindeydi ki, hiçbir şey hatırlayacak gibi değildi. Ancak bu sefer de gözünün önüne basamaklarını tırmanırken birçok kişiyi uğruna tepelediği kariyeri geldi. Oturduğu koltuktan aldığı hazzı ve insanların karşısında elpençe divan duruşunu hatırladı. “Rab karşısındakileri eğilten, saygı duyurtan ve varlığıyla mutlu kılan değil miydi? Tamam, tamam işte oldu! Şükür buldun seni Rabbim” diye kendi kendine sesli bir şekilde düşünmeye başladı. Bu düşüncesini yüksek sesle meleklere karşı da söyledi;
-Rabbim kariyerimdir. Uğruna yıllarımı verdiğim, çeşitli insanları tepelediğim, karşımda insanları saygıyla hizaya geçiren kariyerimdir benim Rabbim, dedi.
Cevabı verdikten sonra meleklerin yüz ifadesini okumaya çalıştı. “Hayııııııııııııııııııır!”
Yine yanlıştı cevabı ve hüsran bir poyraz gibi vurmuştu Ahmet’in yüzünü. “Olamaz, olamaz uğurlarına bu kadar emek verdiklerim burada hep hayal oldu. Ben ne yapacağım şimdi!”
Mezarının nemini hissetmediği toprağına oturdu. Başını bin bir pişmanlık kokan bir duygu atmosferinde iki eli arasına aldı. Ağlıyordu.
Melekler ellerinden tutup havalandırdılar. Şimdi Ahmet meleklerin kanadında havada uçuyordu.
-Nereye, nereye götürüyorsunuz bırakın bırakın beni!
Ama melekler, aldıkları emre muhalefet etmeyen varlıklar bu pişmanlık kokan nefesin haykırışlarını duymuyorlardı. Ahmet’i havalandırmış götürüyorlardı.
Ahmet’in ruhu mezarın ütündeydi. Cesedi toprağın altında çürümeye mahkûm olmasına inat, ruhu yeni hayata filizlenmeye başlayan tohum gibi taptazeydi. Ayın ışıkları tam Ahmet’in üzerine yansımaktaydı. Gözlerini araladı. Puslu bakışlarının arasında hayal meyal iki melek görünüyordu.
Ne kadar zaman geçti bilinmez. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktu. Etraf sükûnetini muhafaza ediyordu. Mezarlığın ürpertici sessizliğinde yeni hayatın ilk kapısı aralanmak üzereydi. Ahmet’in ruhu tam olarak kendisine gelmişti. Şimdi melekleri tam olarak seçebiliyordu. Meraklı bakışlarıyla melekleri süzdü. Melekler mütebessimdiler ve güven veriyorlardı. Gecenin karanlığında apaydınlıktı görüntüleri. Ağaçların rüzgârdaki hışırtıları duyuluyordu. Ahmet’te rüzgârda sallanan bir yaprak gibi titriyordu.
Melekler YHS (Yeni Hayat Sınav) sorularının ilkini o lahuti sesleriyle sordular;
-Men Rabbuke?
Ses mezarlığın semasında yankılandı. Ahmet’e göre yer, gök sustu, yalnız bu sese kulak verdi. Kendisi ise ürktü. Sanki yeni dünyanın seması başına yıkılmıştı. Başını ellerinin arasına aldı, meleklerin ne dediğini anlamaya çalıştı.
-Ne ne dediniz anlamadım?
-Men Rabbüke, (Rabbin kim)?
-Rab mi o da ne?
-Nasıl Rabbinin kim olduğunu bilmiyor musun?
-Heyecanlandım. İmtihanın stresinden olsa gerek tam olarak hatırlayamadım.
Bu sırada Ahmet tir tir titriyordu. Ruhunda fırtınalar kopuyordu. Ne zor bir soruydu bu böyle.
-Gereksinimlerini karşılayan, seni yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden kim? Diye soru yeni bir açılımla tekrar yankılandı.
Dünyadayken ihtiyaçlarını karşılayan, kendisini sürekli yönlendiren bir gücün silueti gözlerinin önünden geçti. Hafiften gülümsedi. Cevabı bulmanın huzuru yüzüne yansımıştı.
-Tamam buldum cevabı! Şimdi hatırladım. Benim Rabbim evet evet benim Rabbim “Para”dır. Ben ihtiyaçlarımı onunla karşılar, onu nerede kazanacaksam oraya yönelirdim. Herkes onun için harıl harıl çalışıyordu. Aslında birçok kişinin rabbi paraydı. İşte benim de rabbim “Para”dır.
Melekler başlarını salladılar. Mütebessimdiler. Karşılarındakini korkutmaktan çok, onun yüreğine serin bir rüzgâr estirerek doğruya yelken açmasını sağlıyorlardı. Ahmet yanıldığını anlayınca yüzü sapsarı kesildi. Ruhunda hissettiği kaybetme korkusunun dayanılmaz acısı yüzüne yansımıştı.
“Kim di kim di benim Rabbim?” Kendi kendine konuşuyordu. Gökyüzüne baktı. Gece buradan da farklı değildi. Yıldızlar ışıl ışıldı. Ay gülümsüyordu. Ama Ahmet bunları görebilecek ve ruhunu dinginleştirecek bir halde değildi. İşte tam bu sırada ay gibi parlak yüzüyle sevdiği kadın çıktı karşısına. Gülümsüyordu. İlkbaharda çiçekten çiçeğe konan kelebek kadar hafifleşti ruhu. Şimdi ağaçların üstünde uçuyordu. Kendinden geçmişti. İşte Rabbini bulmuştu. Hani kankası değil miydi? Ölümüne sevmemişler miydi birbirlerini. Böylesine büyük bir aşkın sahibi değil de kim olabilirdi Rab? Sevinçle haykırdı;
-Rabbim sevdiğim kadın, sevdiğim kadın Rabbim!
Heyecan doruktaydı. YHS’nin ilk sorusunu geçme umdu yüzünü tekrar ilkbaharın tatlılığına bırakmıştı. Merak, heyecan ve stresle meleklerin yüzüne bakıyordu. Onlar yine mütebessimdi. Güven veriyorlardı. Ama Ahmet beklediği güzel karşılığı alamadı. Yine o apaydınlık yüzlerinde “hayır”ın kahredici rüzgârlarını hissetti yüreğinde.
Umudu tükeniyordu. Gecenin karanlığı ruhunu kuşatıyordu. Hani ölümüne sevmiş ve onun için ne fedakârlıklarda bulunmuştu. Ailesini, yakınların, hepsini terk edecek derecede yüreğinde taht kurdurmuş, kalbinin sultanı yapmıştı. Nasıl olur, nasıl olur! Güvendiğim, yıllarca peşlerinden koştuğum kazanmak için hayatımı kahrettiğim şeyler şimdi benden uzaklaşıyor, bana yardımcı olmuyor. Ahmet’in ruhu pişmanlık vadilerinde düşe kalka dolaşıyordu. Başını elleri arasına almış gözyaşlarını akıtıyordu.
Gözyaşlarının damlalarında bir bir çocuklarının yüzü geçiyordu nemli gözlerinden. Son bir çırpınışla kendine geldi. Rabbini kaybetmemek için gözyaşlarını silmedi. Çünkü Rabbi gözyaşlarında kendisine rahmet nişanını göstermişti. Puslu gecenin pişmanlık kokan şerrinden kurtulacaktı. Yeniden bir kuş gibi özgür bir ruhla havalarda uçacaktı.
Gözlerinden akan yaşları avuçlarına aldı. Dudaklarına götürdü. Sevgiyle öptü. Sonra karşısında duran meleklere kendinden gayet emin bir ifadeyle seslendi;
-Evet evet benim Rabbim çocuklarımdır! Gecemi gündüzüme kattım, onlar için ölümlerden döndüm, kendimi onların varlığına feda ettim. Olsa olsa çocuklarımdır Rabbim! Soğuk gecelerin sisli sabahlarında, kavurucu sıcakların uzun günlerinde onlar için tatlı yatağımı terk ettim. İşte onlardır benim Rabbim!
Meleklerin yüzündeki tebessüm kaybolmamıştı. Ama Ahmet, verdiği iki yanlış cevabın sonunda gördüğü tebessümden bu cevabının da isabetli olmadığını anlamıştı.
“Hayır hayıııııııııııııııır olamaaaaaaaaaz! Kim kim benim Rabbim o zaman söyleyin söyleyin!” diye haykırmaya başlamıştı. Gece gözlerinde yeniden puslanmıştı. Artık etrafını seçemez olmuştu. Ruhu sıcakta eriyen kardan adam gibi şekil değiştiriyordu. Yüzünün aydınlığında garip çizgiler oluşmaya başlıyordu.
YHS’deki ilk soru çok çetin geçiyordu. Melekler her cevabında tatlı bir tebessümle başlarını sallıyorlardı. Nemli toprak ayaklarının altından kayıyordu. Belki de kendisi öyle hissediyordu. Sorunun girdabına kapılan ruhu havalarda uçuyordu.
Meleklerin sesi, puslu gecenin sükûnetinde yeniden yankılandı mezarlığın semasında;
-Rabbin kim?
İmamın telkinini hatırlamaya çalışıyordu. Kopya çekecekti. Ama öylesine büyük bir duygu anaforunun içindeydi ki, hiçbir şey hatırlayacak gibi değildi. Ancak bu sefer de gözünün önüne basamaklarını tırmanırken birçok kişiyi uğruna tepelediği kariyeri geldi. Oturduğu koltuktan aldığı hazzı ve insanların karşısında elpençe divan duruşunu hatırladı. “Rab karşısındakileri eğilten, saygı duyurtan ve varlığıyla mutlu kılan değil miydi? Tamam, tamam işte oldu! Şükür buldun seni Rabbim” diye kendi kendine sesli bir şekilde düşünmeye başladı. Bu düşüncesini yüksek sesle meleklere karşı da söyledi;
-Rabbim kariyerimdir. Uğruna yıllarımı verdiğim, çeşitli insanları tepelediğim, karşımda insanları saygıyla hizaya geçiren kariyerimdir benim Rabbim, dedi.
Cevabı verdikten sonra meleklerin yüz ifadesini okumaya çalıştı. “Hayııııııııııııııııııır!”
Yine yanlıştı cevabı ve hüsran bir poyraz gibi vurmuştu Ahmet’in yüzünü. “Olamaz, olamaz uğurlarına bu kadar emek verdiklerim burada hep hayal oldu. Ben ne yapacağım şimdi!”
Mezarının nemini hissetmediği toprağına oturdu. Başını bin bir pişmanlık kokan bir duygu atmosferinde iki eli arasına aldı. Ağlıyordu.
Melekler ellerinden tutup havalandırdılar. Şimdi Ahmet meleklerin kanadında havada uçuyordu.
-Nereye, nereye götürüyorsunuz bırakın bırakın beni!
Ama melekler, aldıkları emre muhalefet etmeyen varlıklar bu pişmanlık kokan nefesin haykırışlarını duymuyorlardı. Ahmet’i havalandırmış götürüyorlardı.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(6)
Ahmet eski dünyasını kuş bakışı seyrediyordu. Pişmanlık içini kemiren bir kurda dönüşmüştü. Keşkeler ruhunun arenasında cirit atıyordu. Meleklerin kanatlarında birinci gökte yükseliyordu. Yıldızlar, ay hepsi gerilerde kalıyordu. Daha önce uçakla yaptığı seyahatleri hatırlamıştı. Ama hiçbir zaman böyle bir yüksekliğe çıkmamıştı.
Artık Ahmet’in sesi soluğu çıkmıyordu. Bağıracak takati kalmamıştı. Belki de konuşacak, söz söyleyecek yüz bulamıyordu. İşte bu duygularla meleklerin kanadında birinci kat göğün sınırına varmışlardı. Melekler ikinci kat göğün bekçilerine seslendiler;
-Hey açın kapıyı biz geldik.
-Siz kimsiniz?
-Biz Ahmet TAVİL’in sorgu melekleriyiz.
-Tamam açıyoruz.
Kapı yavaşça açılmaya başladı. Ama görülmeye değer bir manzaraydı. Gök ikiye ayrılıyordu. Alt kattaki yıldızlar yerlerinde durmalarına rağmen yeni katın sınırı sürmeli kapı gibi açılıyordu. Ahmet şaşkın gözlerle olayı seyrediyordu.
-Nasıl YHS’nin ilk sorusunu cevaplandırabildi mi? Soruyu kapıda biraz asık suratla duran melek sormuştu. Bu melekler sorgu melekleri kadar mütebessim değildiler. Ahmet onlara bakınca ürktü. Şimdi biraz daha korkuyordu. Soruyu cevaplayamadığını öğrenince acaba ne yapacaklar diye sessiz bir korkuya büründü.
-Hayır cevap müspet değil. Dünyada eliyle yaptığı putları rableştirdi.
-O halde sonu hiçte hayır olmayacak desene! Yolunuzdan kalmayın. Daha sizi bekleyen işleriniz var. Bunu söylerken hafiften tebessüm ederek Ahmet’e baktı.
Melekler ikinci kat göğün kapısından geçtiler. Etrafta melekler gruplar halinde uçuyorlardı. Öyle büyük bir dünyaya adım atmışlardı ki, Ahmet yeni dünyanın ikinci katının büyüklüğünden, neredeyse olmayan dilini yutacak derecede şaşırdı.
Etrafı seyre koyuldu. Merakı korkusuna galip gelmişti. Saraylar, köşkler ışıl ışıl parıldayan yıldızlar, gruplar halinde melekler yeni dünyayı epey hareketli kılıyordu. Her bir sarayın büyüklüğü ise Ahmet’in tahminine göre (kuşbakışı seyrinden gözlemlediği kadar) orta ölçekli bir ilçe büyüklüğündeydi. Kimi saraylar yukarılara doğru çıktıkça daha da büyüyor ve manzarası güzelleşiyordu.
Ahmet merak ve heyecanla karışık bir duygu atmosferinde meleklere;
-Bu köşk ve saraylar kimlere ait, kimler yaşıyor buralarda?
Melekler Ahmet’e karşı hala mütebessim bakışlarını kaybetmemişlerdi. Onun sorusunu cevapsız bırakmadılar;
-Bu gördüğün saraylar cennetin en alt tabakasına girmeye hak kazananlar için yapılmıştır. Yukarıya doğru çıktıkça makamlarda değer kazanıyor. Şu gördüğün en alttaki ile şu yukarıdakinin değeri bile farklıdır. Ama hepsi cennette Allah’ın rahmetindedirler. Onlar için en güzeli ise Allah’ın rahmetini gözlerinde hissettikleri gündür.
-Allah’ın rahmetini nasıl hissediyorlar?
-Onu da ancak cenneti hak edenler yaşayabilir.
Ahmet kendinden geçmiş bir şekilde kendini cennette hayal ediyordu. Birden dalıp gitti. Ama meleklerin kanatlarında yükseldiğini hissettiğinde hayalinden uzaklaşmak zorunda kaldı.
-Hadi gidiyoruz!
-Nereye nereye!
-Layık olduğun yere gidiyoruz. Sabredersen öğrenirsin.
Bu sırada Ahmet sarayların yanından geçerken yaldızlı levhalarda yazılı isimler gördü. Işıl ışıl parlıyordu. Kimisi gümüş, kimisi, bronz, kimsi altınla kaplıydı. Ama hepsi bir gecenin karanlığında denize yansıyan yakamoz gibi ışıldıyordu. Sevinci, mutluluğu hatırlatıyordu. Ahmet merak ve korku dolu bir yürekle meleklere seslendi;
-Şeyyy…Şu köşklerin üstünde parıldayan isimler neyin nesi?
-Ha onlar mı! Onlar cennet sakinlerinin isimleri.
Ahmet gördüğü harika manzara ve daha en alt basamaktaki ödül karşısında hayranlığını gizleyemedi.
- Vay be! Ne harika şeyler!
Ahmet böylesine büyük güzelliklerden kendisinin mahrum olmasından dolayı büyük bir hüzün duydu. Bu pişmanlık ruh haliyle meleklerin kanatlarında yükselirken birden heyecanlandı. Çünkü parıldayan köşk ışıklarında tanıdık bir isme rastladı. Dikkatlice baktığında yanılmadığını anladı.hemen meleklere dönerek;
-Şey bir dakika şuraya bakabilir miyim? Sanki tanıdık bir isme rastladım.
Melekler gayet sakin bir ifadeyle;
-Tabi ki tanıdık birine rastlayacaksın. Çünkü burası dünyanın devamı. Burada bulunanlar hep dünyadan gelenler.
-Yok öyle değil, bu benim akrabam, anneannem. Şu Pembe YEŞİL yazan köşk var ya işte orası. Biraz bakabilir miyim?
Melekler Ahmet’in isteğine anlamlı bir karşılık verdiler. Köşkün biraz yakınına doğru ilerlediler. Ahmet bu sırada sarayın terasında uzun saçlarını rüzgara vermiş olan bir genç kızı gördü. Bu kız hiçte ninesine benzemiyordu.
-Bu isim anneannemin ama, kendisine benzemiyor. O öldüğü zaman yaşlı güzeli bir kadındı. Şimdi ise orada gencecik bir kız duruyor. Bu nasıl olur?
Melekler Ahmet’in şaşkınlığına tebessümle karşılık verdiler. Sonra gayet net şekilde açıklamasını yaptılar;
-İnsanlar cenneti hak ettikleri zaman dünyanın tüm zorlukları ve beden fonksiyonunu bitiren özellikleri kaybolacaktır. Geriye sürekli olara gençlik iksirini kullanan bir beden ve ruh kalacaktır. Bunun yanı sıra kadınlar ne yaşlı olursa olsun, ne kadar evli olursa olsun cennette bakire olarak yineden dizayn edileceklerdir. İşte senin anneannen de cennetlik kadınlardan. Aşağı derecede olmasına rağmen cenneti hak ettiği için geçliği ve bekareti daim olanlardan olacaktır. İşte cennetliklere vaad edilen güzelliklerden bir enstantanede budur. Seyre doyum olmaz. Ancak cenneti hak etmek gerek.
Bu sözlerden sonra Ahmet meleklerin kanatlarında yükselmeye devam ediyordu. Nihayet uzaktan büyük yanardağın volkan patlatmasını anımsatan bir kızıllık görülmeye ve uğultu duyulmaya başladı. Ahmet bu görüntü karşısında ürktü. İçinin yandığını hissetti. Volkanın lavları, korkunç bir ejderhanın ağzından fışkıran ateş topları gibiydi. Bu dehşet denizinin üzerine ise ince ve uzun bir köprü kurulmuştu. Kimileri sürünerek, kimileri, koşarak, kimileri uçarak geçiyordu. Kimileri ise şimşek hızıyla yol alıyorlardı. Çok işlek bir köprüydü. Bunun ne olduğunu merak etti.
-Şu şu uzakta görünen şey nedir?
-O mu? Kızıl alevlerin yayıldığı yer cehennem. Onun üzerinde kurulu olan ise sırat köprüsü. Herkes dünyadaki iyiliği oranında hız alarak geçiyor köprüyü. Ama ilk soruda takılanlar ise köprüye tutunma şansını da kaybediyor. Balıklama ateş denizinin içine dalıyor.
Ahmet’in tüm zerresi titriyordu. İlk soruda takılmanın depresyonu şimdi daha fazla kuşatmıştı. Ayakları birbirine çarpıyor, ruhu yeniden ölecekmiş gibi daralıyordu. Bu sırada tam o dehşet denizinin üstüne gelmişlerdi. Ahmet’in yüzünü akşam kızıllığı değilse de, alev kızıllığı sarmıştı. Birden kendisini yere doğru pike yaparken buldu. Melekler, kanatlarında taşıdıkları Ahmet’i bırakmışlardı. Çırpınmaya başladı. Duyulmayan haykırışları yüreğini yırtıyordu. Ama tek başınaydı. Hiç kimse, hiçbir şey yoktu yanı başında. Ne tanrısal niteliğe büründürülen para, servet,altın, mücevher ne, güzellikleriyle akılları darmadağın eden kadınlar, ne sevgileriyle yürekleri yakan çocuklar, ne de kişisel hırsla putlaştırılan kariyer, mevki, makam ve koltuklar hiçbiri yoktu. Şimdi ateş dehlizine doğru iniyordu. Ateşin gazabı yüzünü yalıyordu. Rüzgar tüm şiddetiyle ateş esiyordu. Ahmet ise panik içinde yukarıya doğru çıkmaya çalışıyordu. Ama bütün çabaları nafileydi. İşte ruhu tam sırat köprüsünün üstündeydi. Ateşin onu yutmasına ramak kalmıştı.
Ahmet eski dünyasını kuş bakışı seyrediyordu. Pişmanlık içini kemiren bir kurda dönüşmüştü. Keşkeler ruhunun arenasında cirit atıyordu. Meleklerin kanatlarında birinci gökte yükseliyordu. Yıldızlar, ay hepsi gerilerde kalıyordu. Daha önce uçakla yaptığı seyahatleri hatırlamıştı. Ama hiçbir zaman böyle bir yüksekliğe çıkmamıştı.
Artık Ahmet’in sesi soluğu çıkmıyordu. Bağıracak takati kalmamıştı. Belki de konuşacak, söz söyleyecek yüz bulamıyordu. İşte bu duygularla meleklerin kanadında birinci kat göğün sınırına varmışlardı. Melekler ikinci kat göğün bekçilerine seslendiler;
-Hey açın kapıyı biz geldik.
-Siz kimsiniz?
-Biz Ahmet TAVİL’in sorgu melekleriyiz.
-Tamam açıyoruz.
Kapı yavaşça açılmaya başladı. Ama görülmeye değer bir manzaraydı. Gök ikiye ayrılıyordu. Alt kattaki yıldızlar yerlerinde durmalarına rağmen yeni katın sınırı sürmeli kapı gibi açılıyordu. Ahmet şaşkın gözlerle olayı seyrediyordu.
-Nasıl YHS’nin ilk sorusunu cevaplandırabildi mi? Soruyu kapıda biraz asık suratla duran melek sormuştu. Bu melekler sorgu melekleri kadar mütebessim değildiler. Ahmet onlara bakınca ürktü. Şimdi biraz daha korkuyordu. Soruyu cevaplayamadığını öğrenince acaba ne yapacaklar diye sessiz bir korkuya büründü.
-Hayır cevap müspet değil. Dünyada eliyle yaptığı putları rableştirdi.
-O halde sonu hiçte hayır olmayacak desene! Yolunuzdan kalmayın. Daha sizi bekleyen işleriniz var. Bunu söylerken hafiften tebessüm ederek Ahmet’e baktı.
Melekler ikinci kat göğün kapısından geçtiler. Etrafta melekler gruplar halinde uçuyorlardı. Öyle büyük bir dünyaya adım atmışlardı ki, Ahmet yeni dünyanın ikinci katının büyüklüğünden, neredeyse olmayan dilini yutacak derecede şaşırdı.
Etrafı seyre koyuldu. Merakı korkusuna galip gelmişti. Saraylar, köşkler ışıl ışıl parıldayan yıldızlar, gruplar halinde melekler yeni dünyayı epey hareketli kılıyordu. Her bir sarayın büyüklüğü ise Ahmet’in tahminine göre (kuşbakışı seyrinden gözlemlediği kadar) orta ölçekli bir ilçe büyüklüğündeydi. Kimi saraylar yukarılara doğru çıktıkça daha da büyüyor ve manzarası güzelleşiyordu.
Ahmet merak ve heyecanla karışık bir duygu atmosferinde meleklere;
-Bu köşk ve saraylar kimlere ait, kimler yaşıyor buralarda?
Melekler Ahmet’e karşı hala mütebessim bakışlarını kaybetmemişlerdi. Onun sorusunu cevapsız bırakmadılar;
-Bu gördüğün saraylar cennetin en alt tabakasına girmeye hak kazananlar için yapılmıştır. Yukarıya doğru çıktıkça makamlarda değer kazanıyor. Şu gördüğün en alttaki ile şu yukarıdakinin değeri bile farklıdır. Ama hepsi cennette Allah’ın rahmetindedirler. Onlar için en güzeli ise Allah’ın rahmetini gözlerinde hissettikleri gündür.
-Allah’ın rahmetini nasıl hissediyorlar?
-Onu da ancak cenneti hak edenler yaşayabilir.
Ahmet kendinden geçmiş bir şekilde kendini cennette hayal ediyordu. Birden dalıp gitti. Ama meleklerin kanatlarında yükseldiğini hissettiğinde hayalinden uzaklaşmak zorunda kaldı.
-Hadi gidiyoruz!
-Nereye nereye!
-Layık olduğun yere gidiyoruz. Sabredersen öğrenirsin.
Bu sırada Ahmet sarayların yanından geçerken yaldızlı levhalarda yazılı isimler gördü. Işıl ışıl parlıyordu. Kimisi gümüş, kimisi, bronz, kimsi altınla kaplıydı. Ama hepsi bir gecenin karanlığında denize yansıyan yakamoz gibi ışıldıyordu. Sevinci, mutluluğu hatırlatıyordu. Ahmet merak ve korku dolu bir yürekle meleklere seslendi;
-Şeyyy…Şu köşklerin üstünde parıldayan isimler neyin nesi?
-Ha onlar mı! Onlar cennet sakinlerinin isimleri.
Ahmet gördüğü harika manzara ve daha en alt basamaktaki ödül karşısında hayranlığını gizleyemedi.
- Vay be! Ne harika şeyler!
Ahmet böylesine büyük güzelliklerden kendisinin mahrum olmasından dolayı büyük bir hüzün duydu. Bu pişmanlık ruh haliyle meleklerin kanatlarında yükselirken birden heyecanlandı. Çünkü parıldayan köşk ışıklarında tanıdık bir isme rastladı. Dikkatlice baktığında yanılmadığını anladı.hemen meleklere dönerek;
-Şey bir dakika şuraya bakabilir miyim? Sanki tanıdık bir isme rastladım.
Melekler gayet sakin bir ifadeyle;
-Tabi ki tanıdık birine rastlayacaksın. Çünkü burası dünyanın devamı. Burada bulunanlar hep dünyadan gelenler.
-Yok öyle değil, bu benim akrabam, anneannem. Şu Pembe YEŞİL yazan köşk var ya işte orası. Biraz bakabilir miyim?
Melekler Ahmet’in isteğine anlamlı bir karşılık verdiler. Köşkün biraz yakınına doğru ilerlediler. Ahmet bu sırada sarayın terasında uzun saçlarını rüzgara vermiş olan bir genç kızı gördü. Bu kız hiçte ninesine benzemiyordu.
-Bu isim anneannemin ama, kendisine benzemiyor. O öldüğü zaman yaşlı güzeli bir kadındı. Şimdi ise orada gencecik bir kız duruyor. Bu nasıl olur?
Melekler Ahmet’in şaşkınlığına tebessümle karşılık verdiler. Sonra gayet net şekilde açıklamasını yaptılar;
-İnsanlar cenneti hak ettikleri zaman dünyanın tüm zorlukları ve beden fonksiyonunu bitiren özellikleri kaybolacaktır. Geriye sürekli olara gençlik iksirini kullanan bir beden ve ruh kalacaktır. Bunun yanı sıra kadınlar ne yaşlı olursa olsun, ne kadar evli olursa olsun cennette bakire olarak yineden dizayn edileceklerdir. İşte senin anneannen de cennetlik kadınlardan. Aşağı derecede olmasına rağmen cenneti hak ettiği için geçliği ve bekareti daim olanlardan olacaktır. İşte cennetliklere vaad edilen güzelliklerden bir enstantanede budur. Seyre doyum olmaz. Ancak cenneti hak etmek gerek.
Bu sözlerden sonra Ahmet meleklerin kanatlarında yükselmeye devam ediyordu. Nihayet uzaktan büyük yanardağın volkan patlatmasını anımsatan bir kızıllık görülmeye ve uğultu duyulmaya başladı. Ahmet bu görüntü karşısında ürktü. İçinin yandığını hissetti. Volkanın lavları, korkunç bir ejderhanın ağzından fışkıran ateş topları gibiydi. Bu dehşet denizinin üzerine ise ince ve uzun bir köprü kurulmuştu. Kimileri sürünerek, kimileri, koşarak, kimileri uçarak geçiyordu. Kimileri ise şimşek hızıyla yol alıyorlardı. Çok işlek bir köprüydü. Bunun ne olduğunu merak etti.
-Şu şu uzakta görünen şey nedir?
-O mu? Kızıl alevlerin yayıldığı yer cehennem. Onun üzerinde kurulu olan ise sırat köprüsü. Herkes dünyadaki iyiliği oranında hız alarak geçiyor köprüyü. Ama ilk soruda takılanlar ise köprüye tutunma şansını da kaybediyor. Balıklama ateş denizinin içine dalıyor.
Ahmet’in tüm zerresi titriyordu. İlk soruda takılmanın depresyonu şimdi daha fazla kuşatmıştı. Ayakları birbirine çarpıyor, ruhu yeniden ölecekmiş gibi daralıyordu. Bu sırada tam o dehşet denizinin üstüne gelmişlerdi. Ahmet’in yüzünü akşam kızıllığı değilse de, alev kızıllığı sarmıştı. Birden kendisini yere doğru pike yaparken buldu. Melekler, kanatlarında taşıdıkları Ahmet’i bırakmışlardı. Çırpınmaya başladı. Duyulmayan haykırışları yüreğini yırtıyordu. Ama tek başınaydı. Hiç kimse, hiçbir şey yoktu yanı başında. Ne tanrısal niteliğe büründürülen para, servet,altın, mücevher ne, güzellikleriyle akılları darmadağın eden kadınlar, ne sevgileriyle yürekleri yakan çocuklar, ne de kişisel hırsla putlaştırılan kariyer, mevki, makam ve koltuklar hiçbiri yoktu. Şimdi ateş dehlizine doğru iniyordu. Ateşin gazabı yüzünü yalıyordu. Rüzgar tüm şiddetiyle ateş esiyordu. Ahmet ise panik içinde yukarıya doğru çıkmaya çalışıyordu. Ama bütün çabaları nafileydi. İşte ruhu tam sırat köprüsünün üstündeydi. Ateşin onu yutmasına ramak kalmıştı.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(7)
Ahmet için kâbus saati başlamıştı. Cehennem sanki kollarını açmış kendisini sarmak istiyormuşçasına hararetliydi. Bu sırada kulaklarına eşi Nesrin’in sesinin geldiğini sandı:
-Ahmet, Ahmeeet
Sağa sola baktı kimseyi göremedi. Ama belli belirsiz ses kulaklarında çınlamaktaydı. “Ahmet, Ahmeeet” ancak Ahmet’in şimdi bunu düşünecek ve sesin nereden geldiğini bulmaya çalışacak zamanı da hali de yoktu. Düşüşü hızlanmış neredeyse cehennemin kolları kendisini yutacaktı. İşte tam bu sırada ta kalbinin derinlerinden “aman ya Rabbi aman ya Rabbi” diye bir nefes alış verişi duyuldu. Bu sözün üzerine alnından bir ışık sırat köprüsünün altına doğru kaydı. Bembeyaz, yumuşacık bir ele dönüştü. Ahmet’te cehennemin sıcak nefesi yerine kendisini yumuşacık serin bir elin içinde buldu. Nefes alış verişi değişti. Yüzü pembeleşti. Gözlerinde ateşin kızıllığı parıldarken, gözlerinde kurtuluşun, umudun sevinci okunuyordu. El kendisini yakalayıp yavaşça yukarılara doğru çıkardı.
Ahmet kendisini kurtaran elin sahibini görmek için korku dolu gözlerini yavaşça açıp umutla doldurmaya çalıştı. Şimdi umudu kuşanmış bir duyguyla gözleri açıktı. Yüzünde hüznün yerini sevinç almış bir halde “el”in sahibine baktı. Nur yüzlü, aksakallı tatlı mı tatlı bir ihtiyarcıktı. Yüzü aydınlıktı. Melekler gibi güven veriyordu. Şaşkınlık Ahmet’in yüzünde diz boyuydu. Ama öylesine hoş bir şaşkınlıktı ki sevinçten ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda müşfik elin naif okşayışlarıyla kendine geldi. Biraz daha iyi olmuştu. Toparlanmıştı.
-Sen kimsin, neden beni kurtardın?
-Ben senin namazınım. Kılmaya çalıştığın ve ayakta tutmaya gayret ettiğin namazın.
Ahmet bu sefer sanki biraz kızmış gibi bir tarzda sitem eder şekilde namaza seslendi;
-Peki bu zamana kadar niye geciktin. Bana bu sıkıntıları niye yaşattın. Neredeyse sırat köprüsünden düşüyordum. Alevler yüzümü yalamaya başlamıştı.
Namaz hafiften tebessüm ederek Ahmet’i boydan boya süzdü. Sonra da;
-Biraz önce ateşin rüzgarlarında kendinden geçmiştin şimdi ne oldu saldırıya geçecek kadar güçlü oldun galiba.
-Ama haksız mıyım? Sen benim namazımsın. Ateşten kurtaracaktın. Sıkıntıya sokmayacaktın hani ahirette!
-Doğru söylüyorsun seni sıkıntıya sokmayacaktım ama sen de beni dinç tutacaktın, ikame edecektin. Değil mi? Peki sen ne yapmıştın hatırla bakalım. Vaktin sonuna bırakırdın, işin varsa alel usul geçiştirirdin. Yani anlayacağın sen beni hep vaktin sonlarına bırakırdın işte ben de sana son anda yetiştim.
-Ya öyle mi! Peki seni hiç kılmamış olsaydım o zaman ne olacaktı?
-Onu da o zaman görürdün. Seni tutmasaydım ne olacaktın bir düşün, düşün de öyle ne olacağına karar ver.
-İnan ölüm bundan daha kolaydı. O an sanki gerçekten ölecekmişim gibi hissettim. Belki de ölümsüzlük çizgisinde sonsuz alev rüzgarı ürpertti şimdi ne olacak?
-Şimdi meleklerin sorularına cevap vereceksin. Onların soruları cevaplanmadan kurtuluş yok. Bir şekilde cevap verilecek. Yoksa…. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
-Peki nasıl cevap vereceğim, bir türlü cevabı doğru söyleyemedim.
-Şimdi ben senin elerinden tutup, yüreğini teskin edince ruhunda bir hafiflik ve dinginlik hissedeceksin. O sükunla cevapları verebileceğini düşünüyorum.
Bu sırada melekler konuşmaya şahit olmuşlardı. Onların yanına doğru kanat çırparak gittiler. Ahmet’e dönerek;
-Ee Ahmet namazın şimdilik şefaatçin oldu. Seni sırat köprüsünden kurtardı. Ancak “Rabbin kim?” sorusu cevaplandırılmadan bundan kurtuluş yok.
Ahmet, meleklerin bu sözleri üzerine verdiği cevapları bir gözden geçirdi. Servet, para, kadın, çocuklar, mevki, makam hiçbirisi baki değildi. Hiçbirisi kendisiyle birlikte gelmemişti. Şimdi ise namazı yanı başındaydı. Aklı yavaş yavaş toparlanıyordu. Rabbini hatırlamaya başlıyordu. Kendisinin gerçek Rabbinin kim olduğunu namaz ipucuyla hatırlıyordu. Meleklerin kendisine güven veren bakışlarından cesaret alarak soruyu sormalarını istedi. Melekler;
-Men Rabbüke (Rabbin kim)?
Ahmet namaza baktı. Gülümsüyordu. Elleri kulaklarına doğru gidiyordu. Sonra göbeği hizasında bağlanıyordu. Eğiliyor, kalkıyor, tekrar yere kapanıyordu. Hatırlamıştı, hatırlamıştı Rabbini. Her nazma başlarken adını andığı, rükûsunda, secdesinde yücelttiği eşsiz sevgiliydi. “Allah” sözlerin en anlamlısı, sevdaların en yücesiydi. Huzurun, umudun, sevginin, barışın kaynağıydı. İşte hatırladı. Yüzü ayın on dördünden daha parlaktı. Sonbahar bitmişti. İlkbahardaki kuşların o güzelim şen şakrak cıvıltıları ruhunda çınlıyordu. Kelebekler gibi uçmaya başlamıştı. Dillerde yankılanan Allah sevdaların en anlamlısı ve sınırsızıydı. Ahmet, içten gelen bir sevda sarhoşluğuyla haykırdı;
-Allah, Allah’tır benim Rabbim, ve İlah’ım. Kendisine yöneldiğim, secdelere kapandığım, rükûlarla andığım eşsiz yüceler yücesidir O. Allah’tır benim Rabbim, Allah!
Melekler Ahmet’in sevinçle verdiği cevap karşısında kanat çırptılar, tekbir getirdiler. “Allah’u Ekber, Allah’u Ekber…”
Ahmet, cevabında isabet ettiğini, meleklerin sevinç tekbirlerinden anlamıştı. Mutluluk yüzünde bir bahar meltemi gibi esiyordu. YHS’nin ilk sorusunu nihayet geçmişti. Meleklerin kendisine sürekli olarak neden tebessüm ettiğini ve güven verici bakışlarını eksiltmediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendisinin bu sorunun cevabını bir şekilde vereceğini biliyorlardı ve bundan dolayı da mütebessim bakışlarını hiç bırakmamışlardı.
Namaz yanında büyük bir müjdeci olarak duruyordu. Kurtarıcısıydı. Ellerinden tutup çekivermişti ateşin yalayan rüzgarlarından sırat köprüsünün hemen altından. Ama o korkuyu ve heyecanı hissetmişti. Melekler kanatlarını çırparak havalandılar. Etrafında birkaç tur dönüp yanı başına indiler.
-Evet Ahmet artık ikinci soruya geçebiliriz.
-İkinci soru mu nasıl yani?
-Daha üçüncü ve dördüncü sorularda sırada beklemektedir. Yavaş yavaş bu aşamayı geçtikten sonra imtihanın sonucuna göre kısa bir yolculuk yapacağız.
-Ne yolculuğu, nasıl bir yolculuk?
-İmtihan iyi geçerse öğrenirsin. Şimdi dikkatle dinle ikinci soru geliyor. Peygamberin kimdir?
-Peygamber mi o da ne?
-Sana yol gösteren, hayatta rehberlik eden kimdir?
-Şey eee yani bir dakika düşüneyim de…
Bu sırada namaz yanında oturmuş salâvat getirmektedir. “Allah’ümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala âli seyyidina Muhammed” bunu birkaç defa tekrar eder. Ahmet hafiften kulak kabartır. Namazı kendisine bu konuda da yardımcı olmuştu. Tahiyyatta oturup okuduğu dua aklına gelmişti. Onunla birlikte bir gül kokusu hissetti ta yüreğinin derinliklerinde. Birden efendisi Hz Muhammed göründü. Elinde Kur’an kendisine tebessüm ediyordu. Bu Ahmet için en büyük mutluluktu. Hep hayal ettiği ve görmeyi çok arzu ettiği efendisi Hz Muhammed (as) şimdi karşısındaydı. İşte benim senin peygamberin derecesine nakışlarıyla umut veriyor, Ahmet’i cesaretlendiriyordu. Ahmet, namazın fısıldayan nefesiyle bu suyu da çözmüştü;
-Efendim Hz Muhammed aleyhisselamdır. O benim nebim ve peygamberimdir.
Melekler isabet ettiği cevapta olduğu gibi bunda da tekbir Ahmet’i getirip kutladılar. Ardından üçüncü soru geldi:
-Kitabın ne? Sana yol gösteren rehber ve kılavuzluk eden kitabın nedir söyle! Dediler.
Ahmet artık ortama alışmış ve namazın o cennet müjdecisi nefesinden ruhuna akan sese kulak vermişti.
“Elif Lam Mim zelikel kitabu la raybe fiih. Huden lil muttakiin”
Kutsal nağmeler terennüm ediyordu namazın nefesinde. Ahmet namazda okuduğu ayetleri hatırladı. Kendisi için ebedi kılavuzun tek olduğunu hatırladı. Sevinç boğazında düğümlenmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. İlk aşamayı geçmeye çok az bir zaman kalmıştı. Ruhunun tüm zerreleri sevinçten büyük bir mutluluk duyuyordu. Hele o güzel insanın elindeki kitaptan bir ayet okuması Ahmet’i kendinden geçirdi. Ruhu dayanamadı bu büyük mutluluğa.
Kendisine göre kısa bir süre sonra ayıldı. Gözleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Nefesi güçlenmiş, sesi gürleşmişti;
-Kitabım Sonsuz Nur ve eşsiz rehber Kur’an- Kerim’dir. O dünyadan getirdiğim nurum ve yol aydınlatıcımdır. Işığımdır. Her namazımda onunla hayat bulur ve her sabah ondan bir bölüm okuyarak güne bir kuş kadar özgür başlardım.
Melekler yine tekbir getirip sevincini paylaştılar. Son soru gelmişti ansızın:
-Kıblen neresi söyle!
Artık Ahmet için bu soru daha da kolaylaşmış bir örgüye dönmüştü. Tüm ihtişamıyla Kabe siyah örtüsünün içinde tam karşısında duruyordu. Namazı ise onun karşısında kıyam, rüku, secde, tahiyyat derken namazı ikame etmeye başladı. Hz İbrahim ve Hz İsmail canlandı gözlerinde. Onların Kâbe’nin duvarlarını ilk defa nasıl yükselttiklerine şahit oluyordu. Derken Hz Muhammed (as) yıkılan duvarları onarılmış Kâbe’nin yanına Hacerül Esvet’i koyuşu canlandı. Onun Muhammedül Emin olarak vasıflandırılışını hatırladı. Hepsi kısa bir sürede zihninden bir film şeridi gibi geçti. Sevinci bir şelale gibi dökülüyor ve çağlayan oluyordu.
-Kıblem Beytullah’tır. Kâbe’dir. Bütün Müslümanların her namazda yönelip Allah’ı andıkları yerdir.
Melekler sevinçlerini yinelediler. Havada uçup kant çırptılar. Ahmet’i alıp ikinci katın yükseklerine çıkardılar. Gök açıldı, yıldızlar yol verdi. Cennetin o muhteşem güzelliği gözlerde ışıldadı. Üçüncü kata çıkmaya az kalmıştı. Ama melekler bu güzel cevaplar karşısında Ahmet’e bir sürpriz hazırlamışlardı. Kanatlarına aldıkları Ahmet’e;
-Hazırlan gidiyoruz!
-Nereye?
Gidince görürsün!
Melekler Ahmet’i bıraktılar. Ahmet şimdi özgürdü. Meleklerin kanatlarında değildi. Onların yanında uçuyordu. Ama hala nereye gittiklerini bilmiyordu.
Ahmet için kâbus saati başlamıştı. Cehennem sanki kollarını açmış kendisini sarmak istiyormuşçasına hararetliydi. Bu sırada kulaklarına eşi Nesrin’in sesinin geldiğini sandı:
-Ahmet, Ahmeeet
Sağa sola baktı kimseyi göremedi. Ama belli belirsiz ses kulaklarında çınlamaktaydı. “Ahmet, Ahmeeet” ancak Ahmet’in şimdi bunu düşünecek ve sesin nereden geldiğini bulmaya çalışacak zamanı da hali de yoktu. Düşüşü hızlanmış neredeyse cehennemin kolları kendisini yutacaktı. İşte tam bu sırada ta kalbinin derinlerinden “aman ya Rabbi aman ya Rabbi” diye bir nefes alış verişi duyuldu. Bu sözün üzerine alnından bir ışık sırat köprüsünün altına doğru kaydı. Bembeyaz, yumuşacık bir ele dönüştü. Ahmet’te cehennemin sıcak nefesi yerine kendisini yumuşacık serin bir elin içinde buldu. Nefes alış verişi değişti. Yüzü pembeleşti. Gözlerinde ateşin kızıllığı parıldarken, gözlerinde kurtuluşun, umudun sevinci okunuyordu. El kendisini yakalayıp yavaşça yukarılara doğru çıkardı.
Ahmet kendisini kurtaran elin sahibini görmek için korku dolu gözlerini yavaşça açıp umutla doldurmaya çalıştı. Şimdi umudu kuşanmış bir duyguyla gözleri açıktı. Yüzünde hüznün yerini sevinç almış bir halde “el”in sahibine baktı. Nur yüzlü, aksakallı tatlı mı tatlı bir ihtiyarcıktı. Yüzü aydınlıktı. Melekler gibi güven veriyordu. Şaşkınlık Ahmet’in yüzünde diz boyuydu. Ama öylesine hoş bir şaşkınlıktı ki sevinçten ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda müşfik elin naif okşayışlarıyla kendine geldi. Biraz daha iyi olmuştu. Toparlanmıştı.
-Sen kimsin, neden beni kurtardın?
-Ben senin namazınım. Kılmaya çalıştığın ve ayakta tutmaya gayret ettiğin namazın.
Ahmet bu sefer sanki biraz kızmış gibi bir tarzda sitem eder şekilde namaza seslendi;
-Peki bu zamana kadar niye geciktin. Bana bu sıkıntıları niye yaşattın. Neredeyse sırat köprüsünden düşüyordum. Alevler yüzümü yalamaya başlamıştı.
Namaz hafiften tebessüm ederek Ahmet’i boydan boya süzdü. Sonra da;
-Biraz önce ateşin rüzgarlarında kendinden geçmiştin şimdi ne oldu saldırıya geçecek kadar güçlü oldun galiba.
-Ama haksız mıyım? Sen benim namazımsın. Ateşten kurtaracaktın. Sıkıntıya sokmayacaktın hani ahirette!
-Doğru söylüyorsun seni sıkıntıya sokmayacaktım ama sen de beni dinç tutacaktın, ikame edecektin. Değil mi? Peki sen ne yapmıştın hatırla bakalım. Vaktin sonuna bırakırdın, işin varsa alel usul geçiştirirdin. Yani anlayacağın sen beni hep vaktin sonlarına bırakırdın işte ben de sana son anda yetiştim.
-Ya öyle mi! Peki seni hiç kılmamış olsaydım o zaman ne olacaktı?
-Onu da o zaman görürdün. Seni tutmasaydım ne olacaktın bir düşün, düşün de öyle ne olacağına karar ver.
-İnan ölüm bundan daha kolaydı. O an sanki gerçekten ölecekmişim gibi hissettim. Belki de ölümsüzlük çizgisinde sonsuz alev rüzgarı ürpertti şimdi ne olacak?
-Şimdi meleklerin sorularına cevap vereceksin. Onların soruları cevaplanmadan kurtuluş yok. Bir şekilde cevap verilecek. Yoksa…. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
-Peki nasıl cevap vereceğim, bir türlü cevabı doğru söyleyemedim.
-Şimdi ben senin elerinden tutup, yüreğini teskin edince ruhunda bir hafiflik ve dinginlik hissedeceksin. O sükunla cevapları verebileceğini düşünüyorum.
Bu sırada melekler konuşmaya şahit olmuşlardı. Onların yanına doğru kanat çırparak gittiler. Ahmet’e dönerek;
-Ee Ahmet namazın şimdilik şefaatçin oldu. Seni sırat köprüsünden kurtardı. Ancak “Rabbin kim?” sorusu cevaplandırılmadan bundan kurtuluş yok.
Ahmet, meleklerin bu sözleri üzerine verdiği cevapları bir gözden geçirdi. Servet, para, kadın, çocuklar, mevki, makam hiçbirisi baki değildi. Hiçbirisi kendisiyle birlikte gelmemişti. Şimdi ise namazı yanı başındaydı. Aklı yavaş yavaş toparlanıyordu. Rabbini hatırlamaya başlıyordu. Kendisinin gerçek Rabbinin kim olduğunu namaz ipucuyla hatırlıyordu. Meleklerin kendisine güven veren bakışlarından cesaret alarak soruyu sormalarını istedi. Melekler;
-Men Rabbüke (Rabbin kim)?
Ahmet namaza baktı. Gülümsüyordu. Elleri kulaklarına doğru gidiyordu. Sonra göbeği hizasında bağlanıyordu. Eğiliyor, kalkıyor, tekrar yere kapanıyordu. Hatırlamıştı, hatırlamıştı Rabbini. Her nazma başlarken adını andığı, rükûsunda, secdesinde yücelttiği eşsiz sevgiliydi. “Allah” sözlerin en anlamlısı, sevdaların en yücesiydi. Huzurun, umudun, sevginin, barışın kaynağıydı. İşte hatırladı. Yüzü ayın on dördünden daha parlaktı. Sonbahar bitmişti. İlkbahardaki kuşların o güzelim şen şakrak cıvıltıları ruhunda çınlıyordu. Kelebekler gibi uçmaya başlamıştı. Dillerde yankılanan Allah sevdaların en anlamlısı ve sınırsızıydı. Ahmet, içten gelen bir sevda sarhoşluğuyla haykırdı;
-Allah, Allah’tır benim Rabbim, ve İlah’ım. Kendisine yöneldiğim, secdelere kapandığım, rükûlarla andığım eşsiz yüceler yücesidir O. Allah’tır benim Rabbim, Allah!
Melekler Ahmet’in sevinçle verdiği cevap karşısında kanat çırptılar, tekbir getirdiler. “Allah’u Ekber, Allah’u Ekber…”
Ahmet, cevabında isabet ettiğini, meleklerin sevinç tekbirlerinden anlamıştı. Mutluluk yüzünde bir bahar meltemi gibi esiyordu. YHS’nin ilk sorusunu nihayet geçmişti. Meleklerin kendisine sürekli olarak neden tebessüm ettiğini ve güven verici bakışlarını eksiltmediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendisinin bu sorunun cevabını bir şekilde vereceğini biliyorlardı ve bundan dolayı da mütebessim bakışlarını hiç bırakmamışlardı.
Namaz yanında büyük bir müjdeci olarak duruyordu. Kurtarıcısıydı. Ellerinden tutup çekivermişti ateşin yalayan rüzgarlarından sırat köprüsünün hemen altından. Ama o korkuyu ve heyecanı hissetmişti. Melekler kanatlarını çırparak havalandılar. Etrafında birkaç tur dönüp yanı başına indiler.
-Evet Ahmet artık ikinci soruya geçebiliriz.
-İkinci soru mu nasıl yani?
-Daha üçüncü ve dördüncü sorularda sırada beklemektedir. Yavaş yavaş bu aşamayı geçtikten sonra imtihanın sonucuna göre kısa bir yolculuk yapacağız.
-Ne yolculuğu, nasıl bir yolculuk?
-İmtihan iyi geçerse öğrenirsin. Şimdi dikkatle dinle ikinci soru geliyor. Peygamberin kimdir?
-Peygamber mi o da ne?
-Sana yol gösteren, hayatta rehberlik eden kimdir?
-Şey eee yani bir dakika düşüneyim de…
Bu sırada namaz yanında oturmuş salâvat getirmektedir. “Allah’ümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala âli seyyidina Muhammed” bunu birkaç defa tekrar eder. Ahmet hafiften kulak kabartır. Namazı kendisine bu konuda da yardımcı olmuştu. Tahiyyatta oturup okuduğu dua aklına gelmişti. Onunla birlikte bir gül kokusu hissetti ta yüreğinin derinliklerinde. Birden efendisi Hz Muhammed göründü. Elinde Kur’an kendisine tebessüm ediyordu. Bu Ahmet için en büyük mutluluktu. Hep hayal ettiği ve görmeyi çok arzu ettiği efendisi Hz Muhammed (as) şimdi karşısındaydı. İşte benim senin peygamberin derecesine nakışlarıyla umut veriyor, Ahmet’i cesaretlendiriyordu. Ahmet, namazın fısıldayan nefesiyle bu suyu da çözmüştü;
-Efendim Hz Muhammed aleyhisselamdır. O benim nebim ve peygamberimdir.
Melekler isabet ettiği cevapta olduğu gibi bunda da tekbir Ahmet’i getirip kutladılar. Ardından üçüncü soru geldi:
-Kitabın ne? Sana yol gösteren rehber ve kılavuzluk eden kitabın nedir söyle! Dediler.
Ahmet artık ortama alışmış ve namazın o cennet müjdecisi nefesinden ruhuna akan sese kulak vermişti.
“Elif Lam Mim zelikel kitabu la raybe fiih. Huden lil muttakiin”
Kutsal nağmeler terennüm ediyordu namazın nefesinde. Ahmet namazda okuduğu ayetleri hatırladı. Kendisi için ebedi kılavuzun tek olduğunu hatırladı. Sevinç boğazında düğümlenmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. İlk aşamayı geçmeye çok az bir zaman kalmıştı. Ruhunun tüm zerreleri sevinçten büyük bir mutluluk duyuyordu. Hele o güzel insanın elindeki kitaptan bir ayet okuması Ahmet’i kendinden geçirdi. Ruhu dayanamadı bu büyük mutluluğa.
Kendisine göre kısa bir süre sonra ayıldı. Gözleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Nefesi güçlenmiş, sesi gürleşmişti;
-Kitabım Sonsuz Nur ve eşsiz rehber Kur’an- Kerim’dir. O dünyadan getirdiğim nurum ve yol aydınlatıcımdır. Işığımdır. Her namazımda onunla hayat bulur ve her sabah ondan bir bölüm okuyarak güne bir kuş kadar özgür başlardım.
Melekler yine tekbir getirip sevincini paylaştılar. Son soru gelmişti ansızın:
-Kıblen neresi söyle!
Artık Ahmet için bu soru daha da kolaylaşmış bir örgüye dönmüştü. Tüm ihtişamıyla Kabe siyah örtüsünün içinde tam karşısında duruyordu. Namazı ise onun karşısında kıyam, rüku, secde, tahiyyat derken namazı ikame etmeye başladı. Hz İbrahim ve Hz İsmail canlandı gözlerinde. Onların Kâbe’nin duvarlarını ilk defa nasıl yükselttiklerine şahit oluyordu. Derken Hz Muhammed (as) yıkılan duvarları onarılmış Kâbe’nin yanına Hacerül Esvet’i koyuşu canlandı. Onun Muhammedül Emin olarak vasıflandırılışını hatırladı. Hepsi kısa bir sürede zihninden bir film şeridi gibi geçti. Sevinci bir şelale gibi dökülüyor ve çağlayan oluyordu.
-Kıblem Beytullah’tır. Kâbe’dir. Bütün Müslümanların her namazda yönelip Allah’ı andıkları yerdir.
Melekler sevinçlerini yinelediler. Havada uçup kant çırptılar. Ahmet’i alıp ikinci katın yükseklerine çıkardılar. Gök açıldı, yıldızlar yol verdi. Cennetin o muhteşem güzelliği gözlerde ışıldadı. Üçüncü kata çıkmaya az kalmıştı. Ama melekler bu güzel cevaplar karşısında Ahmet’e bir sürpriz hazırlamışlardı. Kanatlarına aldıkları Ahmet’e;
-Hazırlan gidiyoruz!
-Nereye?
Gidince görürsün!
Melekler Ahmet’i bıraktılar. Ahmet şimdi özgürdü. Meleklerin kanatlarında değildi. Onların yanında uçuyordu. Ama hala nereye gittiklerini bilmiyordu.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(8)
Ahmet melekleri takip ediyordu. Başka bir âlemdeydi. Dünyadan çoook farklıydı. Şimdi ikinci kat gökte geziyorlardı. Öylesine büyük bir bölümdü ki gözler almıyordu. Dünyadaki uçsuz bucaksız uzayın belki de iki katıydı. Her bir saray küçük ölçekli bir ilçe kadar olduğunu düşünürsek sayısız köşklerle büyülüğünü az da olsa kavrayabiliriz. Dönüşte tanıdık birçok isme rastladı. Artık burası kendisi için yabancı değildi. Nasıl orada yakınları varsa burada da birçok akrabası ve arkadaşı vardı. Çünkü meleklerin dediği gibi burası dünyanın devamıydı. Tabi ki tanıdık simalar olacaktı. Nihayetinde buraya gelenler başka âlemden gelmiyordu ve gelenler de hep birbirinin tanıdığıydı. Kimisinin annesi, babası, kardeşi, büyük babası ve anneannesiydi. Amca, hala, dayı, teyze, kuzen, komşu değimliydiler dünyadayken tabi ki tanıdıkları olacaktı. Kendisi dünyadayken bir günde kaç sala işitiyordu. Aynı dönemin insanları değil miydi? İşte bir gün de kendisinin salası okunmuştu da şaşırmıştı acaba kendisinin ismiyle ayanı olan kim diye. Ama şimdi öğrendi ki salası okunan kendisiymiş.
YHS’nin ilk sorularını cevaplandırmanın verdiği huzurla yüzü bir ondördü gibi parıldıyordu. İşte yine Pambe ninesinin köşkünün yakınındaydı. Onu görünce meleklerden müsaade aldı. Ninesini ziyaret etti. Anneannesi kendisinden genç, dinç ve güzeldi.
-Hey pembe nine hey beni duyuyor musun?
Pembe nine sarayında yanında ırmak akan büyük bir ağacın altında dinleniyordu. Kendisine seslenen birini duyunca kulak kabarttı. Sesin geldiği yöne baktı. Kendisine sesleneni tanımıştı. Heyecan ve sevinç dolu bir ruhla karşılık verdi;
-Ahmet hey Ahmeeet torunum hoş geldin.
-Nine hoş bulduk bulmasına ama az kaldı soruları hem de en iyi bildiğimi sandığım soruları cevaplandıramıyordum. Zor kurtuldum.
-Torun dur bakalım hele kurtulduğunu sandığın şey daha YHS’nin ilk aşaması. Daha bundan sonra öyle sorularla karşılaşacaksın ki kendinin bile unuttuğu davranışların hesabını nasıl vereceksin onları düşün. Ama umutsuzluğa düşme kalbinde gerçekten Allah’a iman varsa o iman sana yol gösterecekti.
-Sağol nine ilk aşamada namazım elimden tutmuştu inşallah bundan sonrakilerde de imanım bana yol gösterir.
Bu sırada melekler Ahmet’i çağırıyordu.
-Nine şimdilik bana müsaade seni ziyarete gelirin inşallah.
-Beklerim torun ben de iadeyi ziyarette bulunurum. Hele yerine bir yerleş de ondan sonra daha rahat görüşürüz. Ben burada birçok tanıdıkla hasbıhal ediyorum.
-Hadi Allah’a ısmarladık.
-Görüşmek üzere torun görüşmek üzere…
Ahmet meleklerin yanına varmıştı. Burada göklerde yıldızların yerine saraylar ve köşkler ışıl ışıl parlıyordu. Ninesinin köküne öylesine bir göz atmıştı. Dört tane büyük nehir gözüne çarpmıştı. Bal, süt, şerbet ve su nehirleri büyük bir coşkuyla akıyor, melekler etrafında pervane oluyorlardı.
İşte meleklerle birinci katın sınırına gelmişlerdi. Kapıda bekleyen meleklerden müsaade alarak birinci kat göğe yani eski dünyasının eşiğine gelmişlerdi. Şaşırdı. Niçin geldiklerini merak etti. Acaba kendisini tekrar mezarına mı koyacaklardı, yoksa tekrar dünya hayatına mı dönecekti? Bu sorular Ahmet aklını karıştırmıştı. Merak, heyecan bir arada meleklerin yanında ikinci kat göğün açılan kapısından çıkmaya hazırlanıyorlardı ki birden çok güzel kokulu kelebekler etraflarını kuşatmaya ve Ahmet’in ruhuna güç vermeye başladılar. Ahmet kelebeklerin o muhteşem nefeslerini hissettikçe yüreği genişliyor, daha da güçleniyordu. Binlerce rengârenk kelebek etraflarını sarmıştı. Şimdi dünyanın baharı gibi ahiret baharını da yaşıyordu.
Soran gözlerle meleklere baktı. Meleklerin tebessümü de en az kelebeklerin ki kadar renkli ve neşeliydi.
-Bu kelebekler sana okunan Kur’an-ın şekil almış hali. Aynı renkteki kelebekler ruhuna okunan aynı Kur’an sureleridir.
Ahmet meleklerin bu cevabı üzerine kelebeklere ayrı bir gözle baktığında dediklerini anladı. İrili ufaklı rengarenk kelebek etrafını kuşatmıştı. Kimisinin üzerinde Yasin, kimsinin üzerinde Fatiha, mülk, Nebe, Felak, İhlas, Nas yazıyordu. Ama en çokta dikkatini büyükçe kelebekler çekmişti. Onlara da dikkatlice bakınca Hatim yazdığını fark etti.
Allah’a hemen oracıkta yeniden şükretti. “Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun ki, arkamdan Kur’an okuyacak evlat yetiştirmeme ve Kur’an okuyan dostlar edinmeme imkân verdin. Sana ne kadar hamd etsem azdır Allah’ım!”
Ahmet meleklerin verdiği güçle biraz daha kendine gelmişti. Meleklerin eşliğinde eski dünyasının kapısından tekrar girdi. Yıldızlar yine ışıldıyordu. Galaksiler akıp gidiyordu. İşte dünyasına yaklaştıkça ay da ayrı bir güzellikte parlıyordu.
Ahmet anlayamayacağı şekilde hızlı gittiklerini fark etmeye başlamıştı. Neredeyse ışık hızıyla yol alıyorlardı. Dünya atmosferine girdiler. Yaşadığı ülkenin güzelliği apayrıydı. Dünyanın cennet köşelerinden biriydi. Ah bir de orayı terör belasıyla kana bulamasaydılar ne kadar güzel olacak ve yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Tekrar dünya hayatı canlandı gözlerinde. “İnsanların trafik canavarı kesilmesi, ucuz hesaplar uğruna masum binlerce insanın katledilmesi, bombalar, uyuşturucular, kadın, çocuk, beden tacirleri of Allah’ım of” diyerek dünya hayatının çekilmezlerine ve dünyayı çekilmez hale getirenlere sitem etti.
Ahmet bunları düşünürken birden tanıdık bir evin üstünde uçtuklarını fark etti. Burası evet evet burası kendi eviydi. İşte orada oturanlarda kendi akrabalarıydı. İşte Celal’in Kur’an okuyuşu o kadar güzel geliyordu ki kulağına mest olmuştu. Oğlu Kur’an okurken bir kelebek yükseliyor ve ruhuna nefes oluyordu. Sonra dualar okundu hatim indirildi. Büyükçe göz kamaştıran bir kelebek Ahmet’in ruhuna güç üfledi. Ahmet kendinden geçmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Soran gözlerini meleklere yöneltti.
-Senin kırkını çıkarıyorlar.
-Nasıl ben öleli kırk gün oldu mu? O kadar zaman geçti mi?
-Evet geçti.
-Ama daha benim ilk gecem değil miydi?
-Evet bundan sonra da hep ilk gecen olarak kalacak. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktur. Nasıl ki uyku da zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorsan, ölüm halinde de öyle, kıyamet kopuncaya kadar zamanın nasıl geçtiğini bilmeyeceksin.
Ahmet şaşırmıştı. Öylesine hızlı işliyordu ki zaman, nasıl geçtiğini hissetmiyordu bile. Daha ilk gecesi olarak sandığı imtihan gününün üzerinden tam kırk gün geçmişte haberi bile olmamıştı. İşte kırkı da bitmişti. Çocuklar kendisinin yokluğuna alışmış görünüyorlardı. O ilk günün acısı yoktu gözlerinde. O sırada gözü eşi Nesrin’i aradı. Hah işte o da içeri de oturuyordu. Yine başında siyah bir eşarp vardı. Ama onun da yüzünde ilk günkü kadar acı okunmuyordu. Melekler Ahmet’in bu yüz ifadelerini okumasını anlamışlardı.
-Bak Ahmet! Şayet insanlar o ilk günkü acıyı hep yaşayacak olsalardı dayanamaz üçüncü gün acının etkisinde çatlar ölürlerdi. Allah insanlara ölümü verdiği gibi onu unutma gücünü de vermiştir. Nasıl ki sen de kaybettiğin birçok yakının acısını bir müddet sonra unuttuysan, onlar da senin acını unutacaklar. Çünkü hayat devam ediyor ve insanlar yaşamda ayakta durmak zorundalar. Sana yapacakları en güzel şey, ruhuna Kur’an okumaları ve senin adına hayır ve hasenatta bulunmalarıdır. Bak kelebekler nasıl kanatlanıp ruhuna güç veriyorlar. İşte bunun gibi hayırlarda ayrı bir güç kaynağı olarak ruhuna etki yapacaklardır. Tabi bununla birlikte yazdığın güzel kitaplardan da insanlar istifade ettikçe onlar da sana güç kaynağı olacaktır.
Ahmet büyük bir mutluluk duymuştu. Çocuklarını Mevlüde’yi, Fatma’yı, Sümeyye’yi, Celal ve Furkan’ı görmenin mutluluğunu hissetti. Hele onların kendisi için Kur’an okuyacaklarını düşünmesi kendisine ayrı bir huzur verdi.
Yapılan duadan sonra çaylar içildi, sohbetler edildi ve insanlar evlerine dağılmaya başladı. Bu demekti ki Ahmet’in de Yeni Hayat yolculuğu tekrar başlayacaktı. Melekler Ahmet’e baktılar.
-Haydi gidiyoruz. Buradaki işimiz bitti. Seni Yeni Dünya’nın acayiplikleri bekliyor. Bakalım Yeni Dünya’nın gariplikleri karşısında ne hissedeceksin.
-Nasıl yani?
-Gittiğimiz zaman görü ve anlarsın. Bakalım dünya hayatındaki insanların yaptıklarının karşılığında insanlar Yeni Dünya’larında neler yaşayacaklar?
Ahmet meleklerin eşliğinde birden kendini ikinci katın kapısında buldu. Çok hızlı hareket ediyorlardı. Kapıdaki melek bu sefer biraz tebessümle karşıladı.
-Yeni Dünya’nın garipliklerine hoş geldin Ahmet!
Ahmet melekleri takip ediyordu. Başka bir âlemdeydi. Dünyadan çoook farklıydı. Şimdi ikinci kat gökte geziyorlardı. Öylesine büyük bir bölümdü ki gözler almıyordu. Dünyadaki uçsuz bucaksız uzayın belki de iki katıydı. Her bir saray küçük ölçekli bir ilçe kadar olduğunu düşünürsek sayısız köşklerle büyülüğünü az da olsa kavrayabiliriz. Dönüşte tanıdık birçok isme rastladı. Artık burası kendisi için yabancı değildi. Nasıl orada yakınları varsa burada da birçok akrabası ve arkadaşı vardı. Çünkü meleklerin dediği gibi burası dünyanın devamıydı. Tabi ki tanıdık simalar olacaktı. Nihayetinde buraya gelenler başka âlemden gelmiyordu ve gelenler de hep birbirinin tanıdığıydı. Kimisinin annesi, babası, kardeşi, büyük babası ve anneannesiydi. Amca, hala, dayı, teyze, kuzen, komşu değimliydiler dünyadayken tabi ki tanıdıkları olacaktı. Kendisi dünyadayken bir günde kaç sala işitiyordu. Aynı dönemin insanları değil miydi? İşte bir gün de kendisinin salası okunmuştu da şaşırmıştı acaba kendisinin ismiyle ayanı olan kim diye. Ama şimdi öğrendi ki salası okunan kendisiymiş.
YHS’nin ilk sorularını cevaplandırmanın verdiği huzurla yüzü bir ondördü gibi parıldıyordu. İşte yine Pambe ninesinin köşkünün yakınındaydı. Onu görünce meleklerden müsaade aldı. Ninesini ziyaret etti. Anneannesi kendisinden genç, dinç ve güzeldi.
-Hey pembe nine hey beni duyuyor musun?
Pembe nine sarayında yanında ırmak akan büyük bir ağacın altında dinleniyordu. Kendisine seslenen birini duyunca kulak kabarttı. Sesin geldiği yöne baktı. Kendisine sesleneni tanımıştı. Heyecan ve sevinç dolu bir ruhla karşılık verdi;
-Ahmet hey Ahmeeet torunum hoş geldin.
-Nine hoş bulduk bulmasına ama az kaldı soruları hem de en iyi bildiğimi sandığım soruları cevaplandıramıyordum. Zor kurtuldum.
-Torun dur bakalım hele kurtulduğunu sandığın şey daha YHS’nin ilk aşaması. Daha bundan sonra öyle sorularla karşılaşacaksın ki kendinin bile unuttuğu davranışların hesabını nasıl vereceksin onları düşün. Ama umutsuzluğa düşme kalbinde gerçekten Allah’a iman varsa o iman sana yol gösterecekti.
-Sağol nine ilk aşamada namazım elimden tutmuştu inşallah bundan sonrakilerde de imanım bana yol gösterir.
Bu sırada melekler Ahmet’i çağırıyordu.
-Nine şimdilik bana müsaade seni ziyarete gelirin inşallah.
-Beklerim torun ben de iadeyi ziyarette bulunurum. Hele yerine bir yerleş de ondan sonra daha rahat görüşürüz. Ben burada birçok tanıdıkla hasbıhal ediyorum.
-Hadi Allah’a ısmarladık.
-Görüşmek üzere torun görüşmek üzere…
Ahmet meleklerin yanına varmıştı. Burada göklerde yıldızların yerine saraylar ve köşkler ışıl ışıl parlıyordu. Ninesinin köküne öylesine bir göz atmıştı. Dört tane büyük nehir gözüne çarpmıştı. Bal, süt, şerbet ve su nehirleri büyük bir coşkuyla akıyor, melekler etrafında pervane oluyorlardı.
İşte meleklerle birinci katın sınırına gelmişlerdi. Kapıda bekleyen meleklerden müsaade alarak birinci kat göğe yani eski dünyasının eşiğine gelmişlerdi. Şaşırdı. Niçin geldiklerini merak etti. Acaba kendisini tekrar mezarına mı koyacaklardı, yoksa tekrar dünya hayatına mı dönecekti? Bu sorular Ahmet aklını karıştırmıştı. Merak, heyecan bir arada meleklerin yanında ikinci kat göğün açılan kapısından çıkmaya hazırlanıyorlardı ki birden çok güzel kokulu kelebekler etraflarını kuşatmaya ve Ahmet’in ruhuna güç vermeye başladılar. Ahmet kelebeklerin o muhteşem nefeslerini hissettikçe yüreği genişliyor, daha da güçleniyordu. Binlerce rengârenk kelebek etraflarını sarmıştı. Şimdi dünyanın baharı gibi ahiret baharını da yaşıyordu.
Soran gözlerle meleklere baktı. Meleklerin tebessümü de en az kelebeklerin ki kadar renkli ve neşeliydi.
-Bu kelebekler sana okunan Kur’an-ın şekil almış hali. Aynı renkteki kelebekler ruhuna okunan aynı Kur’an sureleridir.
Ahmet meleklerin bu cevabı üzerine kelebeklere ayrı bir gözle baktığında dediklerini anladı. İrili ufaklı rengarenk kelebek etrafını kuşatmıştı. Kimisinin üzerinde Yasin, kimsinin üzerinde Fatiha, mülk, Nebe, Felak, İhlas, Nas yazıyordu. Ama en çokta dikkatini büyükçe kelebekler çekmişti. Onlara da dikkatlice bakınca Hatim yazdığını fark etti.
Allah’a hemen oracıkta yeniden şükretti. “Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun ki, arkamdan Kur’an okuyacak evlat yetiştirmeme ve Kur’an okuyan dostlar edinmeme imkân verdin. Sana ne kadar hamd etsem azdır Allah’ım!”
Ahmet meleklerin verdiği güçle biraz daha kendine gelmişti. Meleklerin eşliğinde eski dünyasının kapısından tekrar girdi. Yıldızlar yine ışıldıyordu. Galaksiler akıp gidiyordu. İşte dünyasına yaklaştıkça ay da ayrı bir güzellikte parlıyordu.
Ahmet anlayamayacağı şekilde hızlı gittiklerini fark etmeye başlamıştı. Neredeyse ışık hızıyla yol alıyorlardı. Dünya atmosferine girdiler. Yaşadığı ülkenin güzelliği apayrıydı. Dünyanın cennet köşelerinden biriydi. Ah bir de orayı terör belasıyla kana bulamasaydılar ne kadar güzel olacak ve yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Tekrar dünya hayatı canlandı gözlerinde. “İnsanların trafik canavarı kesilmesi, ucuz hesaplar uğruna masum binlerce insanın katledilmesi, bombalar, uyuşturucular, kadın, çocuk, beden tacirleri of Allah’ım of” diyerek dünya hayatının çekilmezlerine ve dünyayı çekilmez hale getirenlere sitem etti.
Ahmet bunları düşünürken birden tanıdık bir evin üstünde uçtuklarını fark etti. Burası evet evet burası kendi eviydi. İşte orada oturanlarda kendi akrabalarıydı. İşte Celal’in Kur’an okuyuşu o kadar güzel geliyordu ki kulağına mest olmuştu. Oğlu Kur’an okurken bir kelebek yükseliyor ve ruhuna nefes oluyordu. Sonra dualar okundu hatim indirildi. Büyükçe göz kamaştıran bir kelebek Ahmet’in ruhuna güç üfledi. Ahmet kendinden geçmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Soran gözlerini meleklere yöneltti.
-Senin kırkını çıkarıyorlar.
-Nasıl ben öleli kırk gün oldu mu? O kadar zaman geçti mi?
-Evet geçti.
-Ama daha benim ilk gecem değil miydi?
-Evet bundan sonra da hep ilk gecen olarak kalacak. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktur. Nasıl ki uyku da zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorsan, ölüm halinde de öyle, kıyamet kopuncaya kadar zamanın nasıl geçtiğini bilmeyeceksin.
Ahmet şaşırmıştı. Öylesine hızlı işliyordu ki zaman, nasıl geçtiğini hissetmiyordu bile. Daha ilk gecesi olarak sandığı imtihan gününün üzerinden tam kırk gün geçmişte haberi bile olmamıştı. İşte kırkı da bitmişti. Çocuklar kendisinin yokluğuna alışmış görünüyorlardı. O ilk günün acısı yoktu gözlerinde. O sırada gözü eşi Nesrin’i aradı. Hah işte o da içeri de oturuyordu. Yine başında siyah bir eşarp vardı. Ama onun da yüzünde ilk günkü kadar acı okunmuyordu. Melekler Ahmet’in bu yüz ifadelerini okumasını anlamışlardı.
-Bak Ahmet! Şayet insanlar o ilk günkü acıyı hep yaşayacak olsalardı dayanamaz üçüncü gün acının etkisinde çatlar ölürlerdi. Allah insanlara ölümü verdiği gibi onu unutma gücünü de vermiştir. Nasıl ki sen de kaybettiğin birçok yakının acısını bir müddet sonra unuttuysan, onlar da senin acını unutacaklar. Çünkü hayat devam ediyor ve insanlar yaşamda ayakta durmak zorundalar. Sana yapacakları en güzel şey, ruhuna Kur’an okumaları ve senin adına hayır ve hasenatta bulunmalarıdır. Bak kelebekler nasıl kanatlanıp ruhuna güç veriyorlar. İşte bunun gibi hayırlarda ayrı bir güç kaynağı olarak ruhuna etki yapacaklardır. Tabi bununla birlikte yazdığın güzel kitaplardan da insanlar istifade ettikçe onlar da sana güç kaynağı olacaktır.
Ahmet büyük bir mutluluk duymuştu. Çocuklarını Mevlüde’yi, Fatma’yı, Sümeyye’yi, Celal ve Furkan’ı görmenin mutluluğunu hissetti. Hele onların kendisi için Kur’an okuyacaklarını düşünmesi kendisine ayrı bir huzur verdi.
Yapılan duadan sonra çaylar içildi, sohbetler edildi ve insanlar evlerine dağılmaya başladı. Bu demekti ki Ahmet’in de Yeni Hayat yolculuğu tekrar başlayacaktı. Melekler Ahmet’e baktılar.
-Haydi gidiyoruz. Buradaki işimiz bitti. Seni Yeni Dünya’nın acayiplikleri bekliyor. Bakalım Yeni Dünya’nın gariplikleri karşısında ne hissedeceksin.
-Nasıl yani?
-Gittiğimiz zaman görü ve anlarsın. Bakalım dünya hayatındaki insanların yaptıklarının karşılığında insanlar Yeni Dünya’larında neler yaşayacaklar?
Ahmet meleklerin eşliğinde birden kendini ikinci katın kapısında buldu. Çok hızlı hareket ediyorlardı. Kapıdaki melek bu sefer biraz tebessümle karşıladı.
-Yeni Dünya’nın garipliklerine hoş geldin Ahmet!
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(9)
Kapı açılmış Ahmet ve melekler içeriye girmişlerdi. Şimdi kendisi de o ilk komşusu gibi rahatlıkla uçabiliyordu. Ruhu yeni hayata ayak uydurmuştu. Göklerin çeşitli katlarında meleklerle geziyor ve etrafı temaşa ediyordu. İlk soruya cevap veremediği anları hatırladı birden ve tekrar ürperdi. Ama asıl ürperti biraz sonra tüm ruhunu saracaktı. Bundan habersiz meleklerle yükselmeye devam ediyordu.
İşte az sonra cehennemin alev lavlarının kapladığı kızıllığın gölgesine gelmişlerdi. Sırat köprüsü uzun ince bir şerit halinde cennete doğru götüren bir geçit şeklinde önlerinde uzanıyordu. Ahmet’in yüreği o köprüsü kazasız belasız geçmenin heyecanıyla doluydu. Ancak sırat köprüsünün üstünde cehennemin kapısında öyle sert bakışlı bir melek duruyordu ki Ahmet onu görünce birden meleklerin arkasına saklandı.
-Çık çık ortaya, diye melekler Ahmet’in ruhunu Malik’in önüne getirdiler. Malik öylesine sert duruyordu ki bakışları bile görenlerin korkması için yeterliydi. Bununla birlikte onun emrinde bulunan ve cehennem muhafızlığını üstlenmiş on dokuz zebani de en az onun kadar şiddetli duruyordu. Çünkü görevleri suçluları cezalarıyla baş başa bırakmak ve onları azap mahalline sevk ederek onların üzerinde bekçilik yapmaktı. Suçlulara karşı merhamet ise meleklerin işi değildi. Onların görevi sadece ve sadece emredildikleri işi yapmaktı.
Ahmet etrafına baktı ve Malik’le birlikte zebanilerin oluşturduğu güçlü bir kuvvetin cehennemin girişinde bir bent oluşturduğunu gördü. Malik cehennem hakkında bilgi vermeye başladığında Ahmet zangır zangır titremeye başladı. Öyle dehşetli bir sesi vardı ki duyguları olan varlıkların etkilenmemesi mümkün değildi.
-Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapıların her biri yeni bir kata açılır ve derece derece artan azabın şiddetlenerek inkârcıların ve günahkârların bedenlerinde bir acı feryada dönüşmesini sağlar. Atılan her gruba kendilerine gönderilen peygamber olup olmadığı sorulur. Böylece azabın kendilerine bir haksızlık değil de yaptıkları eylemlerin, duygu ve düşüncelerin bir ürünü olduğunun farkına varırlar.
Bunları söyledikten sonra cehennemim kapısını aralar.
Kulakları değil, yürekleri değil, ruhları en küçük zerrelerine kadar paramparça eden bir uğultu, bir homurtu duyuldu. Dehşet bir kaynama sesi geldi. En şiddetli yanardağın bir serçe ötüşü kadar masum kaldığı bir felaket sayhası yankılanır.
Ahmet birden kendisini kilometrelerce uzakta buldu. Sesin rüzgarı bile onu yerinden sökülen bir ağaç kütüğü gibi uzaklara sürüklemişti. Silkelendi ve kendine gelmeye çalıştı. Bu sırada sırat köprüsünden açılan cehennem kapısından gruplar halinde insanların zebanilerin gözetiminde girdiğini gördü. Haykırışlar yürek dağlıyordu ama ne zebaniler ne de Malik bu feryat ve acı sızlanışlara aldırmıyordu. Ahmet bir grubun cehenneme atılırken zebanilerin sorusuna verdikleri cevaba kulak kabarttı;
“Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm geldi çattı.”
Kendi kendine konuşmaya başladı; “Aman Allah’ım sana şükürler olsun. Ya ben de namaz kılmayanlardan, yoksulu, fakiri, yetimi doyurmayanlardan olsaydım. Hele hle bu günün gelmeyeceğini söyleseydim ne olacaktı acaba? Bu Malik’in elinden kurtulmak mümkün değil kurtulamazdım. Hele baksana şunun asabi duruşuna ve hiddetine!”
Bu sırada cehennemin fokurdayan kaynama sesinin yankısı içine atılanları büyük bir şevkle karşılıyordu. Sanki daha yok mu dercesine yeni gelenleri gözetliyordu.
Malik, Ahmet’in içinden geçenleri hissederek ona yöneldi. Ahmet, uzun ince bir yol şeklinde giden sırat köprüsüne ilerlemek istedi ancak zebanilerin kanatlarını açarak önüne engel olmasından dolayı bir yere kıpırdayamadı. Malik;
-Sen cehennemi merak ediyor musun? Sana katları bir bir gezdirelim mi ne dersin?
Ahmet’in korkudan açılan gözleri birden sevinç gülüne döndü. Bu teklifi kabul ediş anlamına geliyordu. Çünkü Malik’in karşısında konuşacak ne güç ne de cesaret bulamıyordu.
Malik cehennemin kapısına geldi. Ahmet’in elinden tuttu. Kanatlarıyla ruhunu mesh etti. Malik’in kanatlarının, ruhunun üzerinde dolaşmasından sonra Ahmet birden kendisinde bir serinlik hissetti. Malik’in emriyle cehennemin kapısı açıldı. Zebaniler hazır kıta bekleyen askerler gibi kapının önünde duruyorlardı.
Sırat köprüsünün hemen girişinin yanından bir kapı açılmaya başladı. Ama öyle bir açılışı vardı ki çok büyük bir ejderhanın ağzından yayılan sıcak nefesin izah edilemeyecek kadar büyük orandaki sıcaklığını yayarak açılıyordu. İkindi kızıllığından ziyade bir yanardağın lavları püskürtmesiyle birlikte oluşan bir kızıllık etrafı kapladı. Ahmet, Malik’in gözetimde içeriye girdi. İlk kapı açılmıştı. Ahmet meraktan çatlayacaktı. Acaba cehennem nasıl bir yerdi?
Kapı açılmış Ahmet ve melekler içeriye girmişlerdi. Şimdi kendisi de o ilk komşusu gibi rahatlıkla uçabiliyordu. Ruhu yeni hayata ayak uydurmuştu. Göklerin çeşitli katlarında meleklerle geziyor ve etrafı temaşa ediyordu. İlk soruya cevap veremediği anları hatırladı birden ve tekrar ürperdi. Ama asıl ürperti biraz sonra tüm ruhunu saracaktı. Bundan habersiz meleklerle yükselmeye devam ediyordu.
İşte az sonra cehennemin alev lavlarının kapladığı kızıllığın gölgesine gelmişlerdi. Sırat köprüsü uzun ince bir şerit halinde cennete doğru götüren bir geçit şeklinde önlerinde uzanıyordu. Ahmet’in yüreği o köprüsü kazasız belasız geçmenin heyecanıyla doluydu. Ancak sırat köprüsünün üstünde cehennemin kapısında öyle sert bakışlı bir melek duruyordu ki Ahmet onu görünce birden meleklerin arkasına saklandı.
-Çık çık ortaya, diye melekler Ahmet’in ruhunu Malik’in önüne getirdiler. Malik öylesine sert duruyordu ki bakışları bile görenlerin korkması için yeterliydi. Bununla birlikte onun emrinde bulunan ve cehennem muhafızlığını üstlenmiş on dokuz zebani de en az onun kadar şiddetli duruyordu. Çünkü görevleri suçluları cezalarıyla baş başa bırakmak ve onları azap mahalline sevk ederek onların üzerinde bekçilik yapmaktı. Suçlulara karşı merhamet ise meleklerin işi değildi. Onların görevi sadece ve sadece emredildikleri işi yapmaktı.
Ahmet etrafına baktı ve Malik’le birlikte zebanilerin oluşturduğu güçlü bir kuvvetin cehennemin girişinde bir bent oluşturduğunu gördü. Malik cehennem hakkında bilgi vermeye başladığında Ahmet zangır zangır titremeye başladı. Öyle dehşetli bir sesi vardı ki duyguları olan varlıkların etkilenmemesi mümkün değildi.
-Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapıların her biri yeni bir kata açılır ve derece derece artan azabın şiddetlenerek inkârcıların ve günahkârların bedenlerinde bir acı feryada dönüşmesini sağlar. Atılan her gruba kendilerine gönderilen peygamber olup olmadığı sorulur. Böylece azabın kendilerine bir haksızlık değil de yaptıkları eylemlerin, duygu ve düşüncelerin bir ürünü olduğunun farkına varırlar.
Bunları söyledikten sonra cehennemim kapısını aralar.
Kulakları değil, yürekleri değil, ruhları en küçük zerrelerine kadar paramparça eden bir uğultu, bir homurtu duyuldu. Dehşet bir kaynama sesi geldi. En şiddetli yanardağın bir serçe ötüşü kadar masum kaldığı bir felaket sayhası yankılanır.
Ahmet birden kendisini kilometrelerce uzakta buldu. Sesin rüzgarı bile onu yerinden sökülen bir ağaç kütüğü gibi uzaklara sürüklemişti. Silkelendi ve kendine gelmeye çalıştı. Bu sırada sırat köprüsünden açılan cehennem kapısından gruplar halinde insanların zebanilerin gözetiminde girdiğini gördü. Haykırışlar yürek dağlıyordu ama ne zebaniler ne de Malik bu feryat ve acı sızlanışlara aldırmıyordu. Ahmet bir grubun cehenneme atılırken zebanilerin sorusuna verdikleri cevaba kulak kabarttı;
“Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm geldi çattı.”
Kendi kendine konuşmaya başladı; “Aman Allah’ım sana şükürler olsun. Ya ben de namaz kılmayanlardan, yoksulu, fakiri, yetimi doyurmayanlardan olsaydım. Hele hle bu günün gelmeyeceğini söyleseydim ne olacaktı acaba? Bu Malik’in elinden kurtulmak mümkün değil kurtulamazdım. Hele baksana şunun asabi duruşuna ve hiddetine!”
Bu sırada cehennemin fokurdayan kaynama sesinin yankısı içine atılanları büyük bir şevkle karşılıyordu. Sanki daha yok mu dercesine yeni gelenleri gözetliyordu.
Malik, Ahmet’in içinden geçenleri hissederek ona yöneldi. Ahmet, uzun ince bir yol şeklinde giden sırat köprüsüne ilerlemek istedi ancak zebanilerin kanatlarını açarak önüne engel olmasından dolayı bir yere kıpırdayamadı. Malik;
-Sen cehennemi merak ediyor musun? Sana katları bir bir gezdirelim mi ne dersin?
Ahmet’in korkudan açılan gözleri birden sevinç gülüne döndü. Bu teklifi kabul ediş anlamına geliyordu. Çünkü Malik’in karşısında konuşacak ne güç ne de cesaret bulamıyordu.
Malik cehennemin kapısına geldi. Ahmet’in elinden tuttu. Kanatlarıyla ruhunu mesh etti. Malik’in kanatlarının, ruhunun üzerinde dolaşmasından sonra Ahmet birden kendisinde bir serinlik hissetti. Malik’in emriyle cehennemin kapısı açıldı. Zebaniler hazır kıta bekleyen askerler gibi kapının önünde duruyorlardı.
Sırat köprüsünün hemen girişinin yanından bir kapı açılmaya başladı. Ama öyle bir açılışı vardı ki çok büyük bir ejderhanın ağzından yayılan sıcak nefesin izah edilemeyecek kadar büyük orandaki sıcaklığını yayarak açılıyordu. İkindi kızıllığından ziyade bir yanardağın lavları püskürtmesiyle birlikte oluşan bir kızıllık etrafı kapladı. Ahmet, Malik’in gözetimde içeriye girdi. İlk kapı açılmıştı. Ahmet meraktan çatlayacaktı. Acaba cehennem nasıl bir yerdi?
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(10)
Kapının açılmasıyla birlikte, cehennemin korkunç haykırışlarından dolayı Ahmet neredeyse yere yıkılacaktı. Kıpkızıl ateş her yeri kaplamıştı. Ancak
Kapının açılmasıyla birlikte, cehennemin korkunç haykırışlarından dolayı Ahmet neredeyse yere yıkılacaktı. Kıpkızıl ateş her yeri kaplamıştı. Ancak buradaki insanların şekilleri normal insan şekli gibiydi. Ancak yüzlerine bakıldığı zaman çok büyük bir sıkıntının içinde oldukları anlaşılıyordu. Gözleri bir felakete tanık olmuş gibi kocaman kocaman açılıyordu. Elleriyle ayaklarını tutmaya çalışıyor ama bir türlü buna güç yetiremiyorlardı.
Ahmet onların yanına geldiğinde felaketin ne olduğunu daha iyi anladı. Ancak bunu yaşayanlar gibi hissetmesi mümkün değildi. Dünyada bir defasında elinin yandığını hatırladı. Ne kadar büyük bir acıydı. İnsanlar aralarında uzun mesafelerle ateşten bir nehirin üzerine dizilmişlerdi. Ayaklarının altından ateş kaynıyordu. Bu ateş ayaklarından beyinlerine doğru çıkarken bedenlerinin en ücra köşelerine kadar ateşin yakıcılığını hissettiriyor ve nihayetinde bir yanardağın volkanı gibi lavlar başlarından fışkırıyordu. Elleriyle başlarını tutuyorlar ama ateş ellerini de yakıp geçiyordu.
Her volkanın patlayışından sonra bedenlerin etleri soyulup yenisi giydiriliyordu. Bu azap sürekli tekrar ediyordu. Ahmet ateşin kaynağına baktı ancak göremedi. Ateşten nehir insanların ayaklarının altında kaynıyordu. Akışı bir nehir gibi görünse de lavların kabararak sağa sola ateş topları fırlatması bir ejderhanın ağzından ateş topları atmasına benziyordu.
Malik’in geldiğini görenler ellerini ona doğru uzatarak yardım istiyorlardı. Malik ise yüzünde en küçük bir gülümseme veya acıma hissi olmadan onlar bakıyordu. Bakışıyla sanki bunlar yaptıklarınızın bir karşılığı dercesine anlamlıydı. İşte bu sırada beyninden ateş fışkırdıktan sonra derisi soyularak korkunç bir görünüm arz eden birisi Malik’e seslendi;
-Ey Malik Rabbine söyle de beni öldürsün. Böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim. Ne olursun söyle, ölüm bana burada, dünyadakinden daha güzel görünüyor. Keşke toprakolsaydım da bu günleri görmeseydim, dedi.
Adamın bu sözleri üzerine Malik gayet sakin bir şekilde şöyle dedi;
-Hayır siz burada ölmeden ebedi olarak kalacaksınız. Dünya hayatında size ölüm, cehennem hatırlatıldığında dudak bükmüştünüz. Şimdi inkar ettiğiniz şeyle karşı karşıyasınız. Hadi bakalım şimdi sizi malınız, mülkünüz, ordunuz, silahlarınız, makam ve mevkileriniz kurtarsın, dedi.
Haykırışlar cehennemin fokurdamasından duyulmuyordu bile. Öylesine dehşet bir kaynaması vardı ki, insanlar ondan kaçacak yer arıyor bir türlü bulamıyorlardı. Büyük bir ateşten zindana hapsedilmiş gibiydiler. Üstelik artık buradan kurtuluşta yoktu.
Duvarlar Çin Seddi gibi uzayıp gidiyordu. Gözün alabildiği hatta alamadığı kadar uzunda birinci kapının ilk odasının duvarları. Her taraftan ateş akıyordu. Ama en çok ayaklarının altından beyinlerini kavuran bölümü yakıyordu tüm zerrelerini.
Ahmet buradaki dehşeti görünce cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlamıştı. Dünyada Allah’a inanarak O’na kulluk etmekte ne kadar isabetli olduğuna şimdi daha çok seviniyordu. Ancak Malik Ahmet’in bu sevincini fark ettiğinde ona;
-Ahmet, bu kapıdan seyrettiğin bölüm cehennemin ilk tabakasıdır. Yani senin anlayacağın cehennemin şiddeti en az olan katıdır. Buradaki insanlar Allah’a inanmayan, O’nun varlığını inkar eden ancak bunun yanı sıra da iyi olmaya çalışan insanlardır. Allah’a inanmayan insanların, ahirette kurtuluşları asla söz konusu değildir,dedi.
Malik bir kadını göstererek şöyle der;
-Şunu görüyor musun? Dünyada öylesine güzeldi ki, insanların deyimiyle bakmaya bile kıyamazdınız. Ancak Allah söz konusu olduğunda bunu bir türlü içine sindiremez, gerici ve yobazların yaptığı gibi güzellikleri saklamanın anlamsız olduğunu her fırsatta dile getirirdi. Allah’ın varlığına inanmanın saçma olduğunu söylerdi. Buna rağmen canlı varlıklara da insani duygularından dolayı iyi davranırdı. İşte inkârının cezası ateş, iyiliklerinin karşılığı ise birinci katta hafif bir azaptır.
Ahmet, kadına baktığında ayaklarının altından kaynayan ateş yukarılara doğru çıktıkça yüzünün buruştuğunu fark ediyordu. Ateş yüzüne kadar geldiğinde ise o güzelliğine hayran olduğu küçük ağzı, burnu şekilden şekle giriyordu. Hele o küçücük burnuna estetik yaptırmak için ne kadar çok para harcamıştı! Şimdi güzelliğinin hiçbir rengi kalmamıştı. Derileri soyulduğunda ise dünyadaki en çirkin kadın bile onun yanında daha güzel kalırdı.
Allah’ı inkârın sonunda elde hiçbir sermaye kalmadığı gibi, hiçbir güzellikte kalmıyordu. Ölüm, yok oluş, bir kurtuluş olarak görünmesine rağmen ele geçmeyen büyük bir nimet oluyordu.
Cehennemin en hafif cezası olduğunu düşündüğü zaman insanın ruhundaki en ücra zerreler bile ürperiyordu. Ahmet cehennemim duvarlarına baktı. Kaynar sular bir şelale gibi akıyordu. Dünyadaki en dayanılmaz ateş bu birinci kat cehennemin yanında serin kalırdı.
Malik, Ahmet’e cehennemin nelerle tutuşturulduğu göstermek istedi. Ateşin merkezine doğru ilerledikçe cehennemin homurtuları artıyordu. Ahmet cehennemin yakıtlarını görünce kendinden geçti. Malik onu ayıltarak cehennem yakıtlarını gösterdi.
Cehennem öyle bir ateşti ki taşlar içinde kuru tahta parçaları gibi yanıyordu. Ahmet’i asıl kendinden geçiren ise taşların yanında odun parçası gibi yanan insanlardı. Cehennemin yakıtı taşlar ve insanlardı. O sırada bir ayet kulağında çınladı; “Ey inananlar! Yaktı insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ver ailenizi koruyun” Ne dehşet bir görüntüydü.
Allah’ı inkâr ederek yaşayan insanlar, taşlarla aynı ateşte yanıyordu. Taş gibi katı kalpleri olan insanlar cehennemin ateşinde yumuşatılıyordu.
Ne gözler gördü böyle bir ateşi, ne yürekler hissetti.
İnancın öldürüldüğü kalpler ateşin dehşetinde eridi.
İnkarın senin olsun yaşamın tüm zevkleriyle birlikte
Ateş kollarına sarınca anlarsın haklı olan kim göklerde
Ahmet daha ilk katın şiddetine şaşırmıştı. Ancak bundan sonraki katlarda acımasız yüreklere ders olacak ne tür azapların olduğunu merak etmişti. Bu merakını hisseden Malik, Ahmet’in kolundan tuttu. Hadi bakalım şimdi diğer katları ve bu katlarda kimlerin ne tür azaplara muhatap olduğunu birlikte görelim, diyerek Ahmet’le birlikte birinci kattan ayrıldılar.
Kapının açılmasıyla birlikte, cehennemin korkunç haykırışlarından dolayı Ahmet neredeyse yere yıkılacaktı. Kıpkızıl ateş her yeri kaplamıştı. Ancak
Kapının açılmasıyla birlikte, cehennemin korkunç haykırışlarından dolayı Ahmet neredeyse yere yıkılacaktı. Kıpkızıl ateş her yeri kaplamıştı. Ancak buradaki insanların şekilleri normal insan şekli gibiydi. Ancak yüzlerine bakıldığı zaman çok büyük bir sıkıntının içinde oldukları anlaşılıyordu. Gözleri bir felakete tanık olmuş gibi kocaman kocaman açılıyordu. Elleriyle ayaklarını tutmaya çalışıyor ama bir türlü buna güç yetiremiyorlardı.
Ahmet onların yanına geldiğinde felaketin ne olduğunu daha iyi anladı. Ancak bunu yaşayanlar gibi hissetmesi mümkün değildi. Dünyada bir defasında elinin yandığını hatırladı. Ne kadar büyük bir acıydı. İnsanlar aralarında uzun mesafelerle ateşten bir nehirin üzerine dizilmişlerdi. Ayaklarının altından ateş kaynıyordu. Bu ateş ayaklarından beyinlerine doğru çıkarken bedenlerinin en ücra köşelerine kadar ateşin yakıcılığını hissettiriyor ve nihayetinde bir yanardağın volkanı gibi lavlar başlarından fışkırıyordu. Elleriyle başlarını tutuyorlar ama ateş ellerini de yakıp geçiyordu.
Her volkanın patlayışından sonra bedenlerin etleri soyulup yenisi giydiriliyordu. Bu azap sürekli tekrar ediyordu. Ahmet ateşin kaynağına baktı ancak göremedi. Ateşten nehir insanların ayaklarının altında kaynıyordu. Akışı bir nehir gibi görünse de lavların kabararak sağa sola ateş topları fırlatması bir ejderhanın ağzından ateş topları atmasına benziyordu.
Malik’in geldiğini görenler ellerini ona doğru uzatarak yardım istiyorlardı. Malik ise yüzünde en küçük bir gülümseme veya acıma hissi olmadan onlar bakıyordu. Bakışıyla sanki bunlar yaptıklarınızın bir karşılığı dercesine anlamlıydı. İşte bu sırada beyninden ateş fışkırdıktan sonra derisi soyularak korkunç bir görünüm arz eden birisi Malik’e seslendi;
-Ey Malik Rabbine söyle de beni öldürsün. Böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim. Ne olursun söyle, ölüm bana burada, dünyadakinden daha güzel görünüyor. Keşke toprakolsaydım da bu günleri görmeseydim, dedi.
Adamın bu sözleri üzerine Malik gayet sakin bir şekilde şöyle dedi;
-Hayır siz burada ölmeden ebedi olarak kalacaksınız. Dünya hayatında size ölüm, cehennem hatırlatıldığında dudak bükmüştünüz. Şimdi inkar ettiğiniz şeyle karşı karşıyasınız. Hadi bakalım şimdi sizi malınız, mülkünüz, ordunuz, silahlarınız, makam ve mevkileriniz kurtarsın, dedi.
Haykırışlar cehennemin fokurdamasından duyulmuyordu bile. Öylesine dehşet bir kaynaması vardı ki, insanlar ondan kaçacak yer arıyor bir türlü bulamıyorlardı. Büyük bir ateşten zindana hapsedilmiş gibiydiler. Üstelik artık buradan kurtuluşta yoktu.
Duvarlar Çin Seddi gibi uzayıp gidiyordu. Gözün alabildiği hatta alamadığı kadar uzunda birinci kapının ilk odasının duvarları. Her taraftan ateş akıyordu. Ama en çok ayaklarının altından beyinlerini kavuran bölümü yakıyordu tüm zerrelerini.
Ahmet buradaki dehşeti görünce cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlamıştı. Dünyada Allah’a inanarak O’na kulluk etmekte ne kadar isabetli olduğuna şimdi daha çok seviniyordu. Ancak Malik Ahmet’in bu sevincini fark ettiğinde ona;
-Ahmet, bu kapıdan seyrettiğin bölüm cehennemin ilk tabakasıdır. Yani senin anlayacağın cehennemin şiddeti en az olan katıdır. Buradaki insanlar Allah’a inanmayan, O’nun varlığını inkar eden ancak bunun yanı sıra da iyi olmaya çalışan insanlardır. Allah’a inanmayan insanların, ahirette kurtuluşları asla söz konusu değildir,dedi.
Malik bir kadını göstererek şöyle der;
-Şunu görüyor musun? Dünyada öylesine güzeldi ki, insanların deyimiyle bakmaya bile kıyamazdınız. Ancak Allah söz konusu olduğunda bunu bir türlü içine sindiremez, gerici ve yobazların yaptığı gibi güzellikleri saklamanın anlamsız olduğunu her fırsatta dile getirirdi. Allah’ın varlığına inanmanın saçma olduğunu söylerdi. Buna rağmen canlı varlıklara da insani duygularından dolayı iyi davranırdı. İşte inkârının cezası ateş, iyiliklerinin karşılığı ise birinci katta hafif bir azaptır.
Ahmet, kadına baktığında ayaklarının altından kaynayan ateş yukarılara doğru çıktıkça yüzünün buruştuğunu fark ediyordu. Ateş yüzüne kadar geldiğinde ise o güzelliğine hayran olduğu küçük ağzı, burnu şekilden şekle giriyordu. Hele o küçücük burnuna estetik yaptırmak için ne kadar çok para harcamıştı! Şimdi güzelliğinin hiçbir rengi kalmamıştı. Derileri soyulduğunda ise dünyadaki en çirkin kadın bile onun yanında daha güzel kalırdı.
Allah’ı inkârın sonunda elde hiçbir sermaye kalmadığı gibi, hiçbir güzellikte kalmıyordu. Ölüm, yok oluş, bir kurtuluş olarak görünmesine rağmen ele geçmeyen büyük bir nimet oluyordu.
Cehennemin en hafif cezası olduğunu düşündüğü zaman insanın ruhundaki en ücra zerreler bile ürperiyordu. Ahmet cehennemim duvarlarına baktı. Kaynar sular bir şelale gibi akıyordu. Dünyadaki en dayanılmaz ateş bu birinci kat cehennemin yanında serin kalırdı.
Malik, Ahmet’e cehennemin nelerle tutuşturulduğu göstermek istedi. Ateşin merkezine doğru ilerledikçe cehennemin homurtuları artıyordu. Ahmet cehennemin yakıtlarını görünce kendinden geçti. Malik onu ayıltarak cehennem yakıtlarını gösterdi.
Cehennem öyle bir ateşti ki taşlar içinde kuru tahta parçaları gibi yanıyordu. Ahmet’i asıl kendinden geçiren ise taşların yanında odun parçası gibi yanan insanlardı. Cehennemin yakıtı taşlar ve insanlardı. O sırada bir ayet kulağında çınladı; “Ey inananlar! Yaktı insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ver ailenizi koruyun” Ne dehşet bir görüntüydü.
Allah’ı inkâr ederek yaşayan insanlar, taşlarla aynı ateşte yanıyordu. Taş gibi katı kalpleri olan insanlar cehennemin ateşinde yumuşatılıyordu.
Ne gözler gördü böyle bir ateşi, ne yürekler hissetti.
İnancın öldürüldüğü kalpler ateşin dehşetinde eridi.
İnkarın senin olsun yaşamın tüm zevkleriyle birlikte
Ateş kollarına sarınca anlarsın haklı olan kim göklerde
Ahmet daha ilk katın şiddetine şaşırmıştı. Ancak bundan sonraki katlarda acımasız yüreklere ders olacak ne tür azapların olduğunu merak etmişti. Bu merakını hisseden Malik, Ahmet’in kolundan tuttu. Hadi bakalım şimdi diğer katları ve bu katlarda kimlerin ne tür azaplara muhatap olduğunu birlikte görelim, diyerek Ahmet’le birlikte birinci kattan ayrıldılar.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(11)
Birinci katın kapısından çıktıklarında Ahmet sırat köprüsünü gördü. Sırat Köprüsü’nün üzerinden bazı insanların şimşek gibi ışık hızıyla geçtiğini, bazı insanların kuş gibi uçarak geçtiğini, bazı insanların yürüyerek, bazılarının da sürünerek geçtiğini gördü. O zaman “Cehenneme uğramayacak Birinci katın kapısından çıktıklarında Ahmet sırat köprüsünü gördü. Sırat Köprüsü’nün üzerinden bazı insanların şimşek gibi ışık hızıyla geçtiğini, bazı insanların kuş gibi uçarak geçtiğini, bazı insanların yürüyerek, bazılarının da sürünerek geçtiğini gördü. O zaman “Cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur” ayetini daha iyi anladı. Her kes sırat köprüsünün üzerinden geçerken aynı zamanda cehenneme de uğramış oluyordu. Ama insanların inançlarına, eylemlerine, samimiyetlerine, bağlılıklarına göre cehennemin ateşinden etkilenmeleri fark ediyordu.
Malik günahkârların bulunduğu ikinci kapıya yöneldi. Cehennemin homurtusu yine duyuluyordu. Kapı açıldığında ateşten nehirler, zakkum ağaçları, kaynar suların fışkırdığı pınarlar bu kata ayrı bir korku motifi gibi duruyordu. Bu katta birçok kapı görünüyordu. Suçlular elleri ve ayakları birbirine zincirlerle bağlanmış bir şekilde bir aslanın kükremesi gibi haykıran cehennemin karşısında tir tir titriyorlardı. Melekler Allah’ın itaatkâr kulları olarak, O’nun emrinden dışarı asla çıkmayan varlıklardır. İnananlar onları gördüklerinde yüzleri gülerken, suçlu günahkârların yüzleri kederden kapkara kesilmişti. Hüzün ve keder bütün vücutlarını kaplamıştı. Günahkârlar birbirine gösteriliyordu. Dünyada imrendikleri nice insanlar kendileri ile aynı zincirlere bağlanmıştı. Bazıları ise dünyada ne hayaller kuruyordu. “Biz cenneti ne yapalım. Sofularla hacılarla, hocalarla ne işimiz var. Biz cehennemde gözümüzü boyayanlarla kalarak keyif ederiz” diyorlardı. İşte şimdi hepsi bir aradaydı ve yan yanaydı. O dedikleri göz kamaştıran şuh dilberlerde zincirlerin bir ucundaydı. Ama hiçbirisi diğerine bakacak durumda değildi. Çünkü hepsi sadece kendi başlarının derdine düşmüştü. Kitapları kendilerine sunulur. Sayfalar tek tek açılır önlerinde. Her bir sayfa hayattan bir enstantane ile örülüdür. Saklanmış, gizli kalmış yaşam kareleri bir bir geçer film şeridi gibi gözler önünden. Gözler fal taşı gibi açılır, unutulmuş sanılan eylemlerin gün yüzüne çıkışından. Bilinçaltı okunur sesli bir şekilde; “Hani kimseler yoktu şunu yaparken yanımda, ya şuna ne demeli kendimden bile saklamıştım neredeyse. Ama ne oldu bak hele şuna videoya kaydedilmiş gibi her kesiti an be an karşımızda. Şimdi nasıl yalanlayacağım” Bu iç geçirişlerden sonra günahkârların hepsi bir ağızdan bağırmaya başladılar; "Vay halimize! bu nasıl kitapmış!
Küçük büyük hiçbir şey bırakmamış
Yaptıklarımızın hepsini sayıp dökmüş!"Bu sırada cehennem ateşi avına yakalamaya çalışan bağlı bir aslan gibi avına saldırıyordu. Günahkârların ateş başında korkudan akılları başlarından gidiyordu. Kaçacak yer arıyorlardı. Gözlerinin feri sönmüş bir şekilde etrafı süzüyorlardı. Yok, yoktu işte kaçacak hiçbir yer yoktu. Ayaklarının altı ateş, üstlerinde ateşten gölgeler vardı. Bir parça serinlik var mıdır diye bakınıyorlardı. Ama bir zerre bile serinlik yoktu. Katrandan gömlekler kendilerini bekliyordu. Giydiklerinde ateşlerinin hafifletilemeyen ısısını daha da arttıracak bir giysi kendilerini bekliyordu. Korkudan ne yapacaklarını bilmez durumda, fayda vermeyecek ah! yükseliyordu günah işlemekten çekinmeyen dudaklarından. Dünyadayken inanan insanlarla alay eder ve onlara gülüp geçerlerdi. Gerici, yobaz, sıkma baş, çağdışı, modadan anlamayan zevksiz gibi birçok sözler dökülmüştü, günaha alışkın ağızlardan. Lakin şimdi söylenen hiçbir sözü düşünecek durumda değildiler. “keşke söylememiş olsaydık da bu azabı görmeseydik!” diye kendi kendilerine hayıflanmaya ve kızmaya başladılar. Ancak zaman pişmanlık ve ah etme zamanı değildi. İnkarlar, zevkler, tatlı günahlar şimdi bir bir ateş olup çıkıyordu karşılarına.
İşte karşılarında bütün azametiyle Allah’ın göz ardı edilen ateşi duruyordu. Zincirler çözülüyordu bir bir ve meleklerin sert bakışları altında cehenneme sürükleniyorlardı. Eyvahlar, feryatlar sadece kişinin acısını arttırıyordu. Çünkü burada kendilerine yardım edecek kimseleri olmadığı gibi, dünyada zevklendikleri günahları katrandan gömlek şeklinde karşılarına çıkıyordu. Grup grup atılıyorlardı günahkârlar, kendileri için hazırlanan azap yurtlarına. Her bir günahkâr günahına uygun bir ceza şekliyle karşılanıyordu. İlk yetim malını yiyenler çıktı karşılarına. Malik, Ahmet’e yetim malı yiyenlerin, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayanların zorlu bir azabın muhatabı olduğunu belirtti. Dünyadayken ne kadar da keyifli geliyordu savunmasız zavallı yetimlerin mallarını yemek. Yüce Allah bunun çok büyük bir günah olduğu belirtmişti. Buna rağmen karşılaşmayacaklarını düşündükleri ateşin sıcaklığından uzak bir şekilde masum yavrucakların ne durumda kalacaklarını düşünmeden yemişlerdi zavallıcıkların sahip olduğu tek geleceklerini. Yetim malı yiyenlerin azabı çok garipti. Ateş çukurlarına atıldıklarında birden dudakları kocaman oluvermişti. Deve dudakları gibi şişmişti dudakları. Ellerinde ise büyükçe ateş topları beliriyordu. Tutmak istemiyorlardı ancak buna imkân bulamıyorlardı. Ellerindeki ateş toplarını yüzlerini, gözlerini buruşturarak ağızlarına atıyorlardı. Bu ateş topu o yetimlerin malını götürdükleri boğazlarından geçiyor bağırsaklarından iniyor ve dübürlerinden çıkıyordu. Allah’ın kendilerini, gördüklerini unutarak masum çocukların mallarına zulmen el koyanların cezası şiddetlenerek artıyordu. Şunlardan birisi dünyadayken; “Senin malını almaktan beni alıkoyacak güç nerde söyle söyle” diyerek masum çocuğun yakasından tutup yere savurmuştu. Bir gün Allah’ın bunların hesabını soracağını asla aklına getirmemişti. İşte o sırada ateş zindanının bir duvarı yarıldı. Alnında nur parlayan bir çocuk belirdi. “Ver bakalım benim haklarımı ver veeeeeeeeeeer” gücünden hiçbir şey kalmamıştı. Boynu bükülmüş, başı eğilmişti. O diklenen, büyüklenen, adamdan eser yoktu.
Korkudan konuşamıyordu bile. O zayıf ve güçsüz çocuk ise şimdi çok güçlü bir pehlivan gibi hesap soruyordu. Kim Allah’ın karşısındaysa ne kadar güçlü olursa olsun yenilmeye mahkum, kim de Allah’ın yanındaysa ne kadar güçsüz olursa olsun galip gelmeye muktedirdir. Yetim malı yiyenin yaptığı iyilikler getirildi. Mazlum çocuktan gasbettiği sermayede ortaya koyuldu. Bir bir iyilikleri uçuyordu çocuğun hayır kasasına doğru. Yetim malı yemenin ateş cezasının yanı sıra iyilikleri de yok olarak müflisliğe doğru gidiyordu. Hem ateş, hem de cennete götürecek ve cehennem ateşini söndürecek hayır suları azalıyordu. Hayır suyu ne kadar azalırsa o kadar uzayacaktı ateş günleri.
Haksızlık yoktu. El koyduğu sermaye değerindeki iyilikleri çocuktan taraf uçmuştu. Gözyaşları fayda etmiyordu, gözyaşlarına aldırmayanların. Yetimlerin her bir damla gözyaşı bir kor ateş olarak deve dudakları gibi şişmiş dudaklarından iniyordu boğazlarına.Burada namazlarda oruçlarda fayda vermiyordu. Kim olursa olsun yetim malına göz dikenin gözleri ateşin kıvılcımlarına hedef oluyordu. Yetim malına iştahla bakan gözlerden ateş akıyordu.
Yetimin malının her bir zerresi emanetidir Allah’ın. Kim ihanet ederse gözlerinden, ağızlarından, dübürlerinden çıkacaktır ateş olarak yedikleri her katre yetimin malı.
Çocuk sevinçle gasbedilen mallarına karşı aldığı iyiliklerle ayrıldı yavaşça azap yurdundan. Yetim malı yiyen ise ah ediyordu haline: “Yazıklar olsun bana, yazıklar olsun. Güçsüz dediğim çocuk ne kadar güçlü çıktı karşıma. Hem altımdan, üstümden ateşle karşılandım, hem de yaptığım iyiliklerin büyük bir kısmından oldum. Ne yapacağım Allah’ım! ne yapacağım ahlar bana vahlar bana!”
Pişmanlık fayda vermiyordu. Telafisi mümkün olmayan bir zaman diliminde yaşanıyordu. Fırsatlar çok verilmişti bir zamanlar. Hatırlatmalar yaşanmış, ödenmesi istenmişti. Ama ne ki, fayda etmedi. O sermayenin tükenmez, ömrün ise bitmez olduğunu zannetti. Zannettiği şey olmadı. Mal da bitti, ömür de sona erdi. İşte beklenmeyen hesap günü de gerçek mi gerçek olarak karşına çıkmıştı.
Yetim malı yiyenler kora halinde bağırıyorlardı:
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Güçsüz sanmayın küçükleri
Koruyanı var en büyük
Kalmaz elde sermaye
Biter ömrün kendisi bile
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Ne mal fayda verir
Ne de güç ve kudret
El de kalan tek gerçek
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Ahmet bu korunun nakaratlarını aklında tutarak Malik’le birlikte diğer günahkârların azap yurtlarına doğru ilerledi.
Birinci katın kapısından çıktıklarında Ahmet sırat köprüsünü gördü. Sırat Köprüsü’nün üzerinden bazı insanların şimşek gibi ışık hızıyla geçtiğini, bazı insanların kuş gibi uçarak geçtiğini, bazı insanların yürüyerek, bazılarının da sürünerek geçtiğini gördü. O zaman “Cehenneme uğramayacak Birinci katın kapısından çıktıklarında Ahmet sırat köprüsünü gördü. Sırat Köprüsü’nün üzerinden bazı insanların şimşek gibi ışık hızıyla geçtiğini, bazı insanların kuş gibi uçarak geçtiğini, bazı insanların yürüyerek, bazılarının da sürünerek geçtiğini gördü. O zaman “Cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur” ayetini daha iyi anladı. Her kes sırat köprüsünün üzerinden geçerken aynı zamanda cehenneme de uğramış oluyordu. Ama insanların inançlarına, eylemlerine, samimiyetlerine, bağlılıklarına göre cehennemin ateşinden etkilenmeleri fark ediyordu.
Malik günahkârların bulunduğu ikinci kapıya yöneldi. Cehennemin homurtusu yine duyuluyordu. Kapı açıldığında ateşten nehirler, zakkum ağaçları, kaynar suların fışkırdığı pınarlar bu kata ayrı bir korku motifi gibi duruyordu. Bu katta birçok kapı görünüyordu. Suçlular elleri ve ayakları birbirine zincirlerle bağlanmış bir şekilde bir aslanın kükremesi gibi haykıran cehennemin karşısında tir tir titriyorlardı. Melekler Allah’ın itaatkâr kulları olarak, O’nun emrinden dışarı asla çıkmayan varlıklardır. İnananlar onları gördüklerinde yüzleri gülerken, suçlu günahkârların yüzleri kederden kapkara kesilmişti. Hüzün ve keder bütün vücutlarını kaplamıştı. Günahkârlar birbirine gösteriliyordu. Dünyada imrendikleri nice insanlar kendileri ile aynı zincirlere bağlanmıştı. Bazıları ise dünyada ne hayaller kuruyordu. “Biz cenneti ne yapalım. Sofularla hacılarla, hocalarla ne işimiz var. Biz cehennemde gözümüzü boyayanlarla kalarak keyif ederiz” diyorlardı. İşte şimdi hepsi bir aradaydı ve yan yanaydı. O dedikleri göz kamaştıran şuh dilberlerde zincirlerin bir ucundaydı. Ama hiçbirisi diğerine bakacak durumda değildi. Çünkü hepsi sadece kendi başlarının derdine düşmüştü. Kitapları kendilerine sunulur. Sayfalar tek tek açılır önlerinde. Her bir sayfa hayattan bir enstantane ile örülüdür. Saklanmış, gizli kalmış yaşam kareleri bir bir geçer film şeridi gibi gözler önünden. Gözler fal taşı gibi açılır, unutulmuş sanılan eylemlerin gün yüzüne çıkışından. Bilinçaltı okunur sesli bir şekilde; “Hani kimseler yoktu şunu yaparken yanımda, ya şuna ne demeli kendimden bile saklamıştım neredeyse. Ama ne oldu bak hele şuna videoya kaydedilmiş gibi her kesiti an be an karşımızda. Şimdi nasıl yalanlayacağım” Bu iç geçirişlerden sonra günahkârların hepsi bir ağızdan bağırmaya başladılar; "Vay halimize! bu nasıl kitapmış!
Küçük büyük hiçbir şey bırakmamış
Yaptıklarımızın hepsini sayıp dökmüş!"Bu sırada cehennem ateşi avına yakalamaya çalışan bağlı bir aslan gibi avına saldırıyordu. Günahkârların ateş başında korkudan akılları başlarından gidiyordu. Kaçacak yer arıyorlardı. Gözlerinin feri sönmüş bir şekilde etrafı süzüyorlardı. Yok, yoktu işte kaçacak hiçbir yer yoktu. Ayaklarının altı ateş, üstlerinde ateşten gölgeler vardı. Bir parça serinlik var mıdır diye bakınıyorlardı. Ama bir zerre bile serinlik yoktu. Katrandan gömlekler kendilerini bekliyordu. Giydiklerinde ateşlerinin hafifletilemeyen ısısını daha da arttıracak bir giysi kendilerini bekliyordu. Korkudan ne yapacaklarını bilmez durumda, fayda vermeyecek ah! yükseliyordu günah işlemekten çekinmeyen dudaklarından. Dünyadayken inanan insanlarla alay eder ve onlara gülüp geçerlerdi. Gerici, yobaz, sıkma baş, çağdışı, modadan anlamayan zevksiz gibi birçok sözler dökülmüştü, günaha alışkın ağızlardan. Lakin şimdi söylenen hiçbir sözü düşünecek durumda değildiler. “keşke söylememiş olsaydık da bu azabı görmeseydik!” diye kendi kendilerine hayıflanmaya ve kızmaya başladılar. Ancak zaman pişmanlık ve ah etme zamanı değildi. İnkarlar, zevkler, tatlı günahlar şimdi bir bir ateş olup çıkıyordu karşılarına.
İşte karşılarında bütün azametiyle Allah’ın göz ardı edilen ateşi duruyordu. Zincirler çözülüyordu bir bir ve meleklerin sert bakışları altında cehenneme sürükleniyorlardı. Eyvahlar, feryatlar sadece kişinin acısını arttırıyordu. Çünkü burada kendilerine yardım edecek kimseleri olmadığı gibi, dünyada zevklendikleri günahları katrandan gömlek şeklinde karşılarına çıkıyordu. Grup grup atılıyorlardı günahkârlar, kendileri için hazırlanan azap yurtlarına. Her bir günahkâr günahına uygun bir ceza şekliyle karşılanıyordu. İlk yetim malını yiyenler çıktı karşılarına. Malik, Ahmet’e yetim malı yiyenlerin, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayanların zorlu bir azabın muhatabı olduğunu belirtti. Dünyadayken ne kadar da keyifli geliyordu savunmasız zavallı yetimlerin mallarını yemek. Yüce Allah bunun çok büyük bir günah olduğu belirtmişti. Buna rağmen karşılaşmayacaklarını düşündükleri ateşin sıcaklığından uzak bir şekilde masum yavrucakların ne durumda kalacaklarını düşünmeden yemişlerdi zavallıcıkların sahip olduğu tek geleceklerini. Yetim malı yiyenlerin azabı çok garipti. Ateş çukurlarına atıldıklarında birden dudakları kocaman oluvermişti. Deve dudakları gibi şişmişti dudakları. Ellerinde ise büyükçe ateş topları beliriyordu. Tutmak istemiyorlardı ancak buna imkân bulamıyorlardı. Ellerindeki ateş toplarını yüzlerini, gözlerini buruşturarak ağızlarına atıyorlardı. Bu ateş topu o yetimlerin malını götürdükleri boğazlarından geçiyor bağırsaklarından iniyor ve dübürlerinden çıkıyordu. Allah’ın kendilerini, gördüklerini unutarak masum çocukların mallarına zulmen el koyanların cezası şiddetlenerek artıyordu. Şunlardan birisi dünyadayken; “Senin malını almaktan beni alıkoyacak güç nerde söyle söyle” diyerek masum çocuğun yakasından tutup yere savurmuştu. Bir gün Allah’ın bunların hesabını soracağını asla aklına getirmemişti. İşte o sırada ateş zindanının bir duvarı yarıldı. Alnında nur parlayan bir çocuk belirdi. “Ver bakalım benim haklarımı ver veeeeeeeeeeer” gücünden hiçbir şey kalmamıştı. Boynu bükülmüş, başı eğilmişti. O diklenen, büyüklenen, adamdan eser yoktu.
Korkudan konuşamıyordu bile. O zayıf ve güçsüz çocuk ise şimdi çok güçlü bir pehlivan gibi hesap soruyordu. Kim Allah’ın karşısındaysa ne kadar güçlü olursa olsun yenilmeye mahkum, kim de Allah’ın yanındaysa ne kadar güçsüz olursa olsun galip gelmeye muktedirdir. Yetim malı yiyenin yaptığı iyilikler getirildi. Mazlum çocuktan gasbettiği sermayede ortaya koyuldu. Bir bir iyilikleri uçuyordu çocuğun hayır kasasına doğru. Yetim malı yemenin ateş cezasının yanı sıra iyilikleri de yok olarak müflisliğe doğru gidiyordu. Hem ateş, hem de cennete götürecek ve cehennem ateşini söndürecek hayır suları azalıyordu. Hayır suyu ne kadar azalırsa o kadar uzayacaktı ateş günleri.
Haksızlık yoktu. El koyduğu sermaye değerindeki iyilikleri çocuktan taraf uçmuştu. Gözyaşları fayda etmiyordu, gözyaşlarına aldırmayanların. Yetimlerin her bir damla gözyaşı bir kor ateş olarak deve dudakları gibi şişmiş dudaklarından iniyordu boğazlarına.Burada namazlarda oruçlarda fayda vermiyordu. Kim olursa olsun yetim malına göz dikenin gözleri ateşin kıvılcımlarına hedef oluyordu. Yetim malına iştahla bakan gözlerden ateş akıyordu.
Yetimin malının her bir zerresi emanetidir Allah’ın. Kim ihanet ederse gözlerinden, ağızlarından, dübürlerinden çıkacaktır ateş olarak yedikleri her katre yetimin malı.
Çocuk sevinçle gasbedilen mallarına karşı aldığı iyiliklerle ayrıldı yavaşça azap yurdundan. Yetim malı yiyen ise ah ediyordu haline: “Yazıklar olsun bana, yazıklar olsun. Güçsüz dediğim çocuk ne kadar güçlü çıktı karşıma. Hem altımdan, üstümden ateşle karşılandım, hem de yaptığım iyiliklerin büyük bir kısmından oldum. Ne yapacağım Allah’ım! ne yapacağım ahlar bana vahlar bana!”
Pişmanlık fayda vermiyordu. Telafisi mümkün olmayan bir zaman diliminde yaşanıyordu. Fırsatlar çok verilmişti bir zamanlar. Hatırlatmalar yaşanmış, ödenmesi istenmişti. Ama ne ki, fayda etmedi. O sermayenin tükenmez, ömrün ise bitmez olduğunu zannetti. Zannettiği şey olmadı. Mal da bitti, ömür de sona erdi. İşte beklenmeyen hesap günü de gerçek mi gerçek olarak karşına çıkmıştı.
Yetim malı yiyenler kora halinde bağırıyorlardı:
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Güçsüz sanmayın küçükleri
Koruyanı var en büyük
Kalmaz elde sermaye
Biter ömrün kendisi bile
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Ne mal fayda verir
Ne de güç ve kudret
El de kalan tek gerçek
Yetim malı yiyeni
Ateş yiyecektir ateş.
Ahmet bu korunun nakaratlarını aklında tutarak Malik’le birlikte diğer günahkârların azap yurtlarına doğru ilerledi.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
(12)
Cehennem aslında sosyal hayattaki adaletsizliğin, inkarın ve şirkin gerçek bir karşılığı olarak hazırlanmış ceza eviydi. Dünyada güçlerine güvenerek haksızlık yapanların karşılıksız kalan suçlarının bedeliydi. Yetimlerin malına kastedenlerin cezası çok acıydı. Sosyal adaletsizlik ve hak gaspı burada olmasa bile mutaka ahirette adil yargıda karşılığını buluyordu.Cehennem aslında sosyal hayattaki adaletsizliğin, inkarın ve şirkin gerçek bir karşılığı olarak hazırlanmış ceza eviydi. Dünyada güçlerine güvenerek haksızlık yapanların karşılıksız kalan suçlarının bedeliydi. Yetimlerin malına kastedenlerin cezası çok acıydı. Sosyal adaletsizlik ve hak gaspı burada olmasa bile mutlaka ahirette adil yargıda karşılığını buluyordu.
Şimdi açılan kapıdan görünen manzara çok daha farklıydı. Çok kalın duvarlar vardı. Duvarların üzerinden ateş lavları iniyordu. Sonra bir dereye akıyordu. Mekânın sıcaklığı bir yanardağın ilk patlama anındaki kızgınlığındaydı.
Zebaniler buraya mahkûm edilenlerin üzerinde çok sert bir şekilde duruyorlardı. Bu bölümdeki insanlar öylesine iğrenç bir görünüm arz ediyordu ki dünyanın en garabet varlıkları bile bunların yanında güzel kalırdı.
Karınları şişmiş şişmiş büyük bir uçan balonu andırıyordu. Başları küçücüktü. Ayakları ise şiş karınlarını kaldırmaktan acizdi. Duvarlardan süzülen lavlar ayaklarının altında dereye doğru akıyordu. Lavlar ayaklarının altından aktıkça yerlerde debeleniyorlardı. Kalkmaya çalıştıklarında ise susamış develer gibi koca koca garip mahlûkat son hızla güçlü bir şekilde üzerlerinden geçip onları tepeliyorlardı. Kendilerine gelemeye çalışırken lavların ateşi tekrar yere yıkıyor ve garip mahlûkatın ayaklarının altında tekrar eziliyorlardı.
Asıl acı veren ise karın bölgelerindeki şeffaflıktan görünen ateşin iç organlarını yakışıyla gerçekleşen azaptı. Bu insanların yüzü ise sanki çarpılmış gibi ağızları burunları yamulmuştu.
Ahmet bunların kimler olduğunu sorduğunda Malik, onların iğrenç yüzlerine ve karınlarına bakarak; “Bunların kim olduğunu tahmin edemedin mi?” dedi.
Ahmet tekrar o korkunç manzaraya baktı. şiş karınları üzerinde yerlerde debelenen insanlar ve tam kalkmak üzereyken hızlı bir şekilde onlara doğru koşan azgın mahlukat. Koşuyor koşuyor ve şiş göbeklerin yanına geldiklerinde güçlü bir şekilde özellikle karınlarının üzerinden geçiyorlardı. Ayaklarıyla şiş karınlarını iyice tepeliyorlardı. Anlaşılan bunların cezası karınlarından kaynaklanıyordu. Ateşten dere onlar için güzel bir manzara olarak hazırlanmıştı. Elleriyle karınlarını tutmaya çalışıyorlar ama buna takatleri yetmiyordu.
Ahmet ;“Şey bunların cezası haksız kazanç olabilir mi?” dedi.
Malik; “Doğru, haksız kazanç sağlayanların cezasıdır. Ancak bunların haksız kazancı faizi alış veriş gibi değerlendirip, helal saymalarıdır. İhtiyaç sahibi kişileri mağdur etmelerinden kaynaklanmaktadır” dedi.
O sırada yerde debelenen ateş ehli günahını hatırladı. Karşısına güçsüz zayıf bir adam gelmişti. O yaz kuraklık olmuş toprak mahsul vermemişti. Bir çocuğu da ağır bir hastalığa yakalanmış ameliyat olması gerekiyordu. Kendisinin yanına gelmiş yardım istemişti. O da Erol Taş gibi bir kahkaha atmıştı. Elindeki tavuk parçasını koca ağzıyla koparıp elinin tersiyle silmişti. Sonra da zavallı adama; “ Bana ne kadar kar vereceksin söyle bakalım?” demişti. Adam ne diyeceğini bilememişti. “ Ben zaten durumum yok diye sana yardım istemeye geldim. Ne verebilirim ki!” demişti. Ancak işte o ateş ehli hiç acımadan “Sana vereceğim paraya bir aylığına yüzde elli kar isterim. Ha zamanında veremezsen de elindeki tarlanı alırım” demişti. Gerçekten de adam çocuğunu ameliyat edecek parayı bulmanın sevincini yaşarken bir ay sonra tarlayı kaybetmenin üzüntüsünü yaşamıştı. Şimdi onun yanında ırgat olarak karın tokluğuna çalışıyordu. O güldüğü anlar çooook gerilerde kalmış şimdi kendisi gülünç duruma düşmüştü.
Tefecilik yaparak emeksiz kazancı yaşam tarzı haline getiren insanların azabı çok daha farklı gelmişti. Şaşkın bakışlarla faizcileri azaplarıyla daha doğrusu kazançlarıyla baş başa bıraktılar. Dünyadayken elde ettikleri kazanç karınlarına ateş sermayesi olarak katlanarak hesaplanmıştı. Katlanmış kazancın ateşi de katlanıyordu. Hele o susamış develer gibi koşan mahlûkatın ayakları altında ezilmek ah ne korkunçtu.
Mağduriyet üzerine kurulu sermayeler, kazançlar, lüks yaşamlar, havuzlar ve saraylar ahirette karşılarına büyük bir felaket olarak çıkıyordu. Yardım isteyecekleri kimseler de görünmüyordu. Kendilerine şefaat edecek yardımcıları da yoktu. Hatırlatmaların fayda vermemesi sonucu karınlara doldurulan paralar ateş yakıtı oluyordu.
Ateş göbekliler iğrenç yüzleriyle koca mahlûkların ayakları altında debelenmeye devam ederken odayı terk ettiler. Sanki yanardağ merkezinde yolculuk yapıyorlardı. Her taraf ateş çukurlarıyla doluydu. İşte ikinci katın farklı bir kapısına gelmişlerdi. Bakalım bu kapının ardında hangi günahı güzel görenler vardı?
Cehennem aslında sosyal hayattaki adaletsizliğin, inkarın ve şirkin gerçek bir karşılığı olarak hazırlanmış ceza eviydi. Dünyada güçlerine güvenerek haksızlık yapanların karşılıksız kalan suçlarının bedeliydi. Yetimlerin malına kastedenlerin cezası çok acıydı. Sosyal adaletsizlik ve hak gaspı burada olmasa bile mutaka ahirette adil yargıda karşılığını buluyordu.Cehennem aslında sosyal hayattaki adaletsizliğin, inkarın ve şirkin gerçek bir karşılığı olarak hazırlanmış ceza eviydi. Dünyada güçlerine güvenerek haksızlık yapanların karşılıksız kalan suçlarının bedeliydi. Yetimlerin malına kastedenlerin cezası çok acıydı. Sosyal adaletsizlik ve hak gaspı burada olmasa bile mutlaka ahirette adil yargıda karşılığını buluyordu.
Şimdi açılan kapıdan görünen manzara çok daha farklıydı. Çok kalın duvarlar vardı. Duvarların üzerinden ateş lavları iniyordu. Sonra bir dereye akıyordu. Mekânın sıcaklığı bir yanardağın ilk patlama anındaki kızgınlığındaydı.
Zebaniler buraya mahkûm edilenlerin üzerinde çok sert bir şekilde duruyorlardı. Bu bölümdeki insanlar öylesine iğrenç bir görünüm arz ediyordu ki dünyanın en garabet varlıkları bile bunların yanında güzel kalırdı.
Karınları şişmiş şişmiş büyük bir uçan balonu andırıyordu. Başları küçücüktü. Ayakları ise şiş karınlarını kaldırmaktan acizdi. Duvarlardan süzülen lavlar ayaklarının altında dereye doğru akıyordu. Lavlar ayaklarının altından aktıkça yerlerde debeleniyorlardı. Kalkmaya çalıştıklarında ise susamış develer gibi koca koca garip mahlûkat son hızla güçlü bir şekilde üzerlerinden geçip onları tepeliyorlardı. Kendilerine gelemeye çalışırken lavların ateşi tekrar yere yıkıyor ve garip mahlûkatın ayaklarının altında tekrar eziliyorlardı.
Asıl acı veren ise karın bölgelerindeki şeffaflıktan görünen ateşin iç organlarını yakışıyla gerçekleşen azaptı. Bu insanların yüzü ise sanki çarpılmış gibi ağızları burunları yamulmuştu.
Ahmet bunların kimler olduğunu sorduğunda Malik, onların iğrenç yüzlerine ve karınlarına bakarak; “Bunların kim olduğunu tahmin edemedin mi?” dedi.
Ahmet tekrar o korkunç manzaraya baktı. şiş karınları üzerinde yerlerde debelenen insanlar ve tam kalkmak üzereyken hızlı bir şekilde onlara doğru koşan azgın mahlukat. Koşuyor koşuyor ve şiş göbeklerin yanına geldiklerinde güçlü bir şekilde özellikle karınlarının üzerinden geçiyorlardı. Ayaklarıyla şiş karınlarını iyice tepeliyorlardı. Anlaşılan bunların cezası karınlarından kaynaklanıyordu. Ateşten dere onlar için güzel bir manzara olarak hazırlanmıştı. Elleriyle karınlarını tutmaya çalışıyorlar ama buna takatleri yetmiyordu.
Ahmet ;“Şey bunların cezası haksız kazanç olabilir mi?” dedi.
Malik; “Doğru, haksız kazanç sağlayanların cezasıdır. Ancak bunların haksız kazancı faizi alış veriş gibi değerlendirip, helal saymalarıdır. İhtiyaç sahibi kişileri mağdur etmelerinden kaynaklanmaktadır” dedi.
O sırada yerde debelenen ateş ehli günahını hatırladı. Karşısına güçsüz zayıf bir adam gelmişti. O yaz kuraklık olmuş toprak mahsul vermemişti. Bir çocuğu da ağır bir hastalığa yakalanmış ameliyat olması gerekiyordu. Kendisinin yanına gelmiş yardım istemişti. O da Erol Taş gibi bir kahkaha atmıştı. Elindeki tavuk parçasını koca ağzıyla koparıp elinin tersiyle silmişti. Sonra da zavallı adama; “ Bana ne kadar kar vereceksin söyle bakalım?” demişti. Adam ne diyeceğini bilememişti. “ Ben zaten durumum yok diye sana yardım istemeye geldim. Ne verebilirim ki!” demişti. Ancak işte o ateş ehli hiç acımadan “Sana vereceğim paraya bir aylığına yüzde elli kar isterim. Ha zamanında veremezsen de elindeki tarlanı alırım” demişti. Gerçekten de adam çocuğunu ameliyat edecek parayı bulmanın sevincini yaşarken bir ay sonra tarlayı kaybetmenin üzüntüsünü yaşamıştı. Şimdi onun yanında ırgat olarak karın tokluğuna çalışıyordu. O güldüğü anlar çooook gerilerde kalmış şimdi kendisi gülünç duruma düşmüştü.
Tefecilik yaparak emeksiz kazancı yaşam tarzı haline getiren insanların azabı çok daha farklı gelmişti. Şaşkın bakışlarla faizcileri azaplarıyla daha doğrusu kazançlarıyla baş başa bıraktılar. Dünyadayken elde ettikleri kazanç karınlarına ateş sermayesi olarak katlanarak hesaplanmıştı. Katlanmış kazancın ateşi de katlanıyordu. Hele o susamış develer gibi koşan mahlûkatın ayakları altında ezilmek ah ne korkunçtu.
Mağduriyet üzerine kurulu sermayeler, kazançlar, lüks yaşamlar, havuzlar ve saraylar ahirette karşılarına büyük bir felaket olarak çıkıyordu. Yardım isteyecekleri kimseler de görünmüyordu. Kendilerine şefaat edecek yardımcıları da yoktu. Hatırlatmaların fayda vermemesi sonucu karınlara doldurulan paralar ateş yakıtı oluyordu.
Ateş göbekliler iğrenç yüzleriyle koca mahlûkların ayakları altında debelenmeye devam ederken odayı terk ettiler. Sanki yanardağ merkezinde yolculuk yapıyorlardı. Her taraf ateş çukurlarıyla doluydu. İşte ikinci katın farklı bir kapısına gelmişlerdi. Bakalım bu kapının ardında hangi günahı güzel görenler vardı?
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Günahkârların, suçluların yüzleri kapkaraydı. Güzellikten hiçbir eser yoktu. Dünyadayken güzelleşmek için o kadar çok para harcamışlardı ki geçici bir süreliğine gerilen yüzler toprağın neminde sarkmış kendini bırakmıştı. Ama asıl çirkinlik
Günahkârların, suçluların yüzleri kapkaraydı. Güzellikten hiçbir eser yoktu. Dünyadayken güzelleşmek için o kadar çok para harcamışlardı ki geçici bir süreliğine gerilen yüzler toprağın neminde sarkmış kendini bırakmıştı. Ama asıl çirkinlik cehennemin alevlerinde kendisini gösteriyordu. Yüzler yanıyor, deriler soyuluyordu. Ateşe alışan derilen bir müddet sonra tekrar değişiyor ve azabın derilere işleyen acısı tekrar yürekleri yakıyordu.
Kapı ağır ağır açıldı. Burası bir mezbahaneyi andırıyordu. İçeriye girildiği zaman burun direklerini düşüren iğrenç bir koku hissediliyordu. Ahmet birden burnunu ve ağzını kapattı. Ateş deresi burada da görülüyordu. Duvarların kalınlığı hemen hemen aynıydı. Lavlardan bir şelale dereleri besliyordu.
Buradaki insanların önünde temiz, leziz etler dururken onlar kendilerine sunulan bu güzel etleri bırakarak az ileride bulunan leş gibi kokan çürümüş, kokmuş etlere gidiyorlardı. Onları büyük bir iştahla yiyorlardı. Leş temize, çirkin güzele, kokmuş tazeye tercih ediliyordu. Bu onların dünyadaki tercihlerinin bir sonucuydu.
Ahmet bu iğrençliğin ne anlama geldiğini anlamak için soran gözlerle Malik’e baktı. Malik bu sahnenin dünyaya bakan yüzünü şöyle açıkladı; “Bu insanlar zina ederek, Allah’ın helal kıldığı eşlerini veya karşı cinsi bırakarak hem cinsleriyle cinsel ilişkiyi tercih edenlerdir. Kısacası gayrı meşru ilişkiyi meşru olana tercih edenlerin durumudur.
Helal ve tertemiz eşleri dururken eşlerini aldatarak başkalarıyla birlikte olanlar cehennem ateşinin odunları arasındaki yerlerini bu şekilde almaktadırlar. Hani hatırlarsan Lut peygamber kavmine bu hususta bir uyarı yapmıştı. “Siz sizden öncekilerin yapmadığı çirkinliği mi yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp erkeklere mi gidiyorsunuz?” demişti. Onlar ise Lut peygamberi temiz kalmakla suçlayıp şehirlerinden kovmuşlardı. İşte heteroseksüelliği bırakarak homoseksüelliği tercih edenlerle, evlilik dışı cinselliği çağdaşlık sloganıyla normalleştirenlerin sonu budur.
Bir genç ateşin içine girerek kendisini ateşin kollarına bırakıyordu. İşte tam bu sırada cehennemin duvarı büyük bir gürültüyle açıldı. Cennetle aralarındaki perde kalktı. Birden cehennemin göğünde öylesine büyük bir manzara canlandı ki göz kamaştırıyordu. Elmastan yapılmış bir tahtın üstünde oturan bir gencin etrafında huriler pervane oluyordu. Rengârenk güllerin süslediği bir bahçenin içinde kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyordu.
El çırptığı zaman önüne en leziz yiyecekler ve meyveler geliyordu. Hemen yanında ise dünyada eşine rastlanmayacak derecede yakışıklı birisi duruyordu. Bu iffet abidesi ve zindanı ahlaksızlığa tercih eden Yusuf peygamberden başkası değildi.
Namusunu koruyarak, ahlaksızlığa prim vermeyenler cennette Yusuf peygamberin komşusu olma şerefine nail oluyordu. İşte böylesine büyük bir nimetin içinde yaşayan genç cehennem ehline göründü.
Ateşin içindeki genç onu görünce birden sevindi. Ellerini uzattı ve ondan yardım istedi: “Su su biraz su ver ne olursun!” dedi. Sonra sözlerine devam etti; “Arkadaşlığımızın hatırına şu yanında kaynayan tertemiz pınardan bir yudum su ver”
Cennet genci hafiften tebessüm etti. Şimdi o gülüyordu. “Arkadaşım” diye kendine seslenen kişiye tebessüm ederek baktı ve şöyle seslendi: “ Burada su pınarı yok sen yanlış görüyorsun. Bunun kaynağı dünyadan geliyor. Nasıl ki sen ateşini dünyadan yaktıysan ve bu leşleri dünyadan getirdiysen ben de Rabbimin nimeti sayesinde bu güzelliklerin temelini dünyada attım.
Allah’ın rahmetini baş tacı yapanlara rahmet pınarı sunuluyor. Hatırlıyor musun az kaldı sana inanacak ve ben de senin gibi ahlaksızlığa yönelecek ve O yüceler yücesi Rabbime nankör olacaktım. Benimle az mı dalga geçtin? Neydi o sözlerin hatırlıyor musun?
“Sen erkek değil misin, ne var yani bir defa bedenleriyle geçinen kadınlara gitmekte? Milli olmak için bu gerekli yoksa…”
Bu şekilde benimle hep alay ettin, dalga geçtin. Ama ben Allah’ın lütfu sayesinde senin gibi rezil birine uymadım ve şimdi mekânımdan çok mutluyum. Geçici zevklerimin kurbanı olmadım. Bir dakikalık veya kısa dünya zevki uğruna ahiretimi feda etmedim. Bak şimdi kaçındığım o kötü eylemlere karşı Rabbim bana dünyadakilerden çok daha güzel huriler lütfetti. Sana uymadığım için Rabbime sonsuz şükürler olsun.”
Cennetlik genç yavaşça geriye doğru çekildi.
O çekilirken etraf tekrar eski karanlığa mahkûm oluyordu. Çevreyi ateş kızıllığı kaplamıştı. Malik ateşin yaktığı bir kadını göstererek; “İşte şuradaki bayanı görüyor musun? O güzelliğini cinselliğe kurban etmişti. Allah’ın kendisine ikram ettiği yüz güzelliğini ve vücut zarafetini erkeleri günah çemberine sürüklemek için kullanmış ve şeytanın oltası olmuştu. Birçok erkekle birlikte olmuş ve evli erkekleri de ayartarak birçok yuva yıkmıştı. İşte onun yiyeceği de gördüğün gibi iğrenç ve kokuşmuş et parçacıklarından başka bir şey değil.”
Ateş kadının yüzlerini yakıyor ve derileri buruşarak iğrenç bir görüntü oluşturuyordu. Bir zamanlar kendisine yüz vermeyen ve ahlaksızlığına kurban olmayan inançlı bir gence gülmüş onunla alay etmişti. Şimdi kendisi gülünecek bir duruma düşmüştü.
Bu kadın bir de kendisi gibi erkek düşkünü olmayan ve namusuyla yaşamayı erdem sayan inançlı bir bayanla da alay etmişti. “Kız oğlan kız kalacaksın. Erkek kurusu bu halin ne böyle? Bırak şu örtüyü, uzun giyinmeyi de bedeninin güzelliğini özgür bırak. İşte o zaman senin peşinde nice erkekler koşacaktır. Böylece evde kalmaktan da kurtulursun. Bak ben kaç tanesiyle çıktım da yine peşimde niceleri cirit atıyor. Sen böyle paspal paspal oturursan kim bakar senin yüzüne!”
O ateşin sarsıcı rüzgârlarında kavrulurken birden gökyüzünün kapısı aralandı. Başında yakuttan bir taç ile bulutların üstünde bembeyaz ipek gelinliğiyle bir genç kız göründü. Yanında ise bakmaya kıyılamayacak derecede yakışıklı mı yakışıklı bir genç vardı. Mutluluktan yüzleri pembeleşmişti.
Ateşteki kadın onu öylesine büyük bir güzelliğin içinde görünce yüreği ateşin acısından daha büyük bir acıyla yandı. “Vay be bizim kız kurusuna bak be! Kim derdi böyle yakışıklı bir genç nasibi olacak? Biz hata etmişiz. Dünyanın geçici menfaatlerini ve zevklerini ebedi olana değişmişiz. Yazıklar olsun bize yazıklar olsun bize yazıklarrrrrrr…”
Kapı yavaşça kapandı. Cennetlikler günahkâr arkadaşlarının alaycı sözlerine bakıp erdemli eylemlerini terk etmediklerinden dolayı büyük bir mutluluğun içindeydiler.
Zina geleceğe hazırlanan leş ve kokuşmuş et olarak günahkârları beklemekteydi. Sahip olunan güzellik Allah’a isyana sebep olursa, ateş onların güzelliğine bir estetik yaparak ihanetin cezasını verecekti. Ahmet’in gördükleri de bunları pekiştiriyordu. Zina edenler ve bedenlerini para karşılığı veya zevk adına tenlerini kullandıranlar için endişe etti. bir dakikalık zevk için ebedi hayat kokuşturulmaya değer miydi?
Zina edenleri de yedikleri leş ve kokuşmuş etlerle baş başa bıraktılar.
Nice güzel denilen bedenler ateşin odunu olmuştu.
Allah’a karşı kayıtsız kalan güzelliklerin, yakışıklılıkların şeytan oltası olmaktan başka bir hedefi olamazdı.
Ahmet inancı çağın gerisinde kalmış bir olgu olarak gören gençler için endişe etti. Çünkü onlar namustan kurtulmayı ve bedenin paylaşılmasını, teşhir edilmesini çağdaşlık olarak görüyorlardı. Şeytanın oltaları hedefini buluyordu. Ve Ahmet şöyle diyerek Malik’le birlikte o kapıdan ayrıldı;
“Leş yiyiciler için yaşasın cehennem” burada dikkat çeken bir özellik ise kadın ve erkek fark etmeksizin hepsinin aynı cezaya çarptırılmasıydı. Dünyada bazıları için namus kadınların koruması geren bir unsur olarak görülüyordu.
Erkekler için bu hiçte önemli değildi. Ama burada görülen hiçte öyle değildi. Kadın erkek bedenlerini gayrı meşru şekilde kullandıranlar kim olursa olsun aynı cezaya çarptırılıyordu. Yani namus sadece kadınların koruması gereken bir erdem değildi. Bu çok net bir şekilde görülüyordu.
Şimdi sırada nefsin hoşuna giderek bedeni büyültüp, ruhu küçülten hangi günah vardı acaba?
Günahkârların, suçluların yüzleri kapkaraydı. Güzellikten hiçbir eser yoktu. Dünyadayken güzelleşmek için o kadar çok para harcamışlardı ki geçici bir süreliğine gerilen yüzler toprağın neminde sarkmış kendini bırakmıştı. Ama asıl çirkinlik cehennemin alevlerinde kendisini gösteriyordu. Yüzler yanıyor, deriler soyuluyordu. Ateşe alışan derilen bir müddet sonra tekrar değişiyor ve azabın derilere işleyen acısı tekrar yürekleri yakıyordu.
Kapı ağır ağır açıldı. Burası bir mezbahaneyi andırıyordu. İçeriye girildiği zaman burun direklerini düşüren iğrenç bir koku hissediliyordu. Ahmet birden burnunu ve ağzını kapattı. Ateş deresi burada da görülüyordu. Duvarların kalınlığı hemen hemen aynıydı. Lavlardan bir şelale dereleri besliyordu.
Buradaki insanların önünde temiz, leziz etler dururken onlar kendilerine sunulan bu güzel etleri bırakarak az ileride bulunan leş gibi kokan çürümüş, kokmuş etlere gidiyorlardı. Onları büyük bir iştahla yiyorlardı. Leş temize, çirkin güzele, kokmuş tazeye tercih ediliyordu. Bu onların dünyadaki tercihlerinin bir sonucuydu.
Ahmet bu iğrençliğin ne anlama geldiğini anlamak için soran gözlerle Malik’e baktı. Malik bu sahnenin dünyaya bakan yüzünü şöyle açıkladı; “Bu insanlar zina ederek, Allah’ın helal kıldığı eşlerini veya karşı cinsi bırakarak hem cinsleriyle cinsel ilişkiyi tercih edenlerdir. Kısacası gayrı meşru ilişkiyi meşru olana tercih edenlerin durumudur.
Helal ve tertemiz eşleri dururken eşlerini aldatarak başkalarıyla birlikte olanlar cehennem ateşinin odunları arasındaki yerlerini bu şekilde almaktadırlar. Hani hatırlarsan Lut peygamber kavmine bu hususta bir uyarı yapmıştı. “Siz sizden öncekilerin yapmadığı çirkinliği mi yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp erkeklere mi gidiyorsunuz?” demişti. Onlar ise Lut peygamberi temiz kalmakla suçlayıp şehirlerinden kovmuşlardı. İşte heteroseksüelliği bırakarak homoseksüelliği tercih edenlerle, evlilik dışı cinselliği çağdaşlık sloganıyla normalleştirenlerin sonu budur.
Bir genç ateşin içine girerek kendisini ateşin kollarına bırakıyordu. İşte tam bu sırada cehennemin duvarı büyük bir gürültüyle açıldı. Cennetle aralarındaki perde kalktı. Birden cehennemin göğünde öylesine büyük bir manzara canlandı ki göz kamaştırıyordu. Elmastan yapılmış bir tahtın üstünde oturan bir gencin etrafında huriler pervane oluyordu. Rengârenk güllerin süslediği bir bahçenin içinde kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyordu.
El çırptığı zaman önüne en leziz yiyecekler ve meyveler geliyordu. Hemen yanında ise dünyada eşine rastlanmayacak derecede yakışıklı birisi duruyordu. Bu iffet abidesi ve zindanı ahlaksızlığa tercih eden Yusuf peygamberden başkası değildi.
Namusunu koruyarak, ahlaksızlığa prim vermeyenler cennette Yusuf peygamberin komşusu olma şerefine nail oluyordu. İşte böylesine büyük bir nimetin içinde yaşayan genç cehennem ehline göründü.
Ateşin içindeki genç onu görünce birden sevindi. Ellerini uzattı ve ondan yardım istedi: “Su su biraz su ver ne olursun!” dedi. Sonra sözlerine devam etti; “Arkadaşlığımızın hatırına şu yanında kaynayan tertemiz pınardan bir yudum su ver”
Cennet genci hafiften tebessüm etti. Şimdi o gülüyordu. “Arkadaşım” diye kendine seslenen kişiye tebessüm ederek baktı ve şöyle seslendi: “ Burada su pınarı yok sen yanlış görüyorsun. Bunun kaynağı dünyadan geliyor. Nasıl ki sen ateşini dünyadan yaktıysan ve bu leşleri dünyadan getirdiysen ben de Rabbimin nimeti sayesinde bu güzelliklerin temelini dünyada attım.
Allah’ın rahmetini baş tacı yapanlara rahmet pınarı sunuluyor. Hatırlıyor musun az kaldı sana inanacak ve ben de senin gibi ahlaksızlığa yönelecek ve O yüceler yücesi Rabbime nankör olacaktım. Benimle az mı dalga geçtin? Neydi o sözlerin hatırlıyor musun?
“Sen erkek değil misin, ne var yani bir defa bedenleriyle geçinen kadınlara gitmekte? Milli olmak için bu gerekli yoksa…”
Bu şekilde benimle hep alay ettin, dalga geçtin. Ama ben Allah’ın lütfu sayesinde senin gibi rezil birine uymadım ve şimdi mekânımdan çok mutluyum. Geçici zevklerimin kurbanı olmadım. Bir dakikalık veya kısa dünya zevki uğruna ahiretimi feda etmedim. Bak şimdi kaçındığım o kötü eylemlere karşı Rabbim bana dünyadakilerden çok daha güzel huriler lütfetti. Sana uymadığım için Rabbime sonsuz şükürler olsun.”
Cennetlik genç yavaşça geriye doğru çekildi.
O çekilirken etraf tekrar eski karanlığa mahkûm oluyordu. Çevreyi ateş kızıllığı kaplamıştı. Malik ateşin yaktığı bir kadını göstererek; “İşte şuradaki bayanı görüyor musun? O güzelliğini cinselliğe kurban etmişti. Allah’ın kendisine ikram ettiği yüz güzelliğini ve vücut zarafetini erkeleri günah çemberine sürüklemek için kullanmış ve şeytanın oltası olmuştu. Birçok erkekle birlikte olmuş ve evli erkekleri de ayartarak birçok yuva yıkmıştı. İşte onun yiyeceği de gördüğün gibi iğrenç ve kokuşmuş et parçacıklarından başka bir şey değil.”
Ateş kadının yüzlerini yakıyor ve derileri buruşarak iğrenç bir görüntü oluşturuyordu. Bir zamanlar kendisine yüz vermeyen ve ahlaksızlığına kurban olmayan inançlı bir gence gülmüş onunla alay etmişti. Şimdi kendisi gülünecek bir duruma düşmüştü.
Bu kadın bir de kendisi gibi erkek düşkünü olmayan ve namusuyla yaşamayı erdem sayan inançlı bir bayanla da alay etmişti. “Kız oğlan kız kalacaksın. Erkek kurusu bu halin ne böyle? Bırak şu örtüyü, uzun giyinmeyi de bedeninin güzelliğini özgür bırak. İşte o zaman senin peşinde nice erkekler koşacaktır. Böylece evde kalmaktan da kurtulursun. Bak ben kaç tanesiyle çıktım da yine peşimde niceleri cirit atıyor. Sen böyle paspal paspal oturursan kim bakar senin yüzüne!”
O ateşin sarsıcı rüzgârlarında kavrulurken birden gökyüzünün kapısı aralandı. Başında yakuttan bir taç ile bulutların üstünde bembeyaz ipek gelinliğiyle bir genç kız göründü. Yanında ise bakmaya kıyılamayacak derecede yakışıklı mı yakışıklı bir genç vardı. Mutluluktan yüzleri pembeleşmişti.
Ateşteki kadın onu öylesine büyük bir güzelliğin içinde görünce yüreği ateşin acısından daha büyük bir acıyla yandı. “Vay be bizim kız kurusuna bak be! Kim derdi böyle yakışıklı bir genç nasibi olacak? Biz hata etmişiz. Dünyanın geçici menfaatlerini ve zevklerini ebedi olana değişmişiz. Yazıklar olsun bize yazıklar olsun bize yazıklarrrrrrr…”
Kapı yavaşça kapandı. Cennetlikler günahkâr arkadaşlarının alaycı sözlerine bakıp erdemli eylemlerini terk etmediklerinden dolayı büyük bir mutluluğun içindeydiler.
Zina geleceğe hazırlanan leş ve kokuşmuş et olarak günahkârları beklemekteydi. Sahip olunan güzellik Allah’a isyana sebep olursa, ateş onların güzelliğine bir estetik yaparak ihanetin cezasını verecekti. Ahmet’in gördükleri de bunları pekiştiriyordu. Zina edenler ve bedenlerini para karşılığı veya zevk adına tenlerini kullandıranlar için endişe etti. bir dakikalık zevk için ebedi hayat kokuşturulmaya değer miydi?
Zina edenleri de yedikleri leş ve kokuşmuş etlerle baş başa bıraktılar.
Nice güzel denilen bedenler ateşin odunu olmuştu.
Allah’a karşı kayıtsız kalan güzelliklerin, yakışıklılıkların şeytan oltası olmaktan başka bir hedefi olamazdı.
Ahmet inancı çağın gerisinde kalmış bir olgu olarak gören gençler için endişe etti. Çünkü onlar namustan kurtulmayı ve bedenin paylaşılmasını, teşhir edilmesini çağdaşlık olarak görüyorlardı. Şeytanın oltaları hedefini buluyordu. Ve Ahmet şöyle diyerek Malik’le birlikte o kapıdan ayrıldı;
“Leş yiyiciler için yaşasın cehennem” burada dikkat çeken bir özellik ise kadın ve erkek fark etmeksizin hepsinin aynı cezaya çarptırılmasıydı. Dünyada bazıları için namus kadınların koruması geren bir unsur olarak görülüyordu.
Erkekler için bu hiçte önemli değildi. Ama burada görülen hiçte öyle değildi. Kadın erkek bedenlerini gayrı meşru şekilde kullandıranlar kim olursa olsun aynı cezaya çarptırılıyordu. Yani namus sadece kadınların koruması gereken bir erdem değildi. Bu çok net bir şekilde görülüyordu.
Şimdi sırada nefsin hoşuna giderek bedeni büyültüp, ruhu küçülten hangi günah vardı acaba?
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Cehennemin etrafı nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiş ve bu leziz günahlar şeytan için birer olta mesabesindeydi. Bu yemlere takılan insanlar kendilerini çeken mesinenin ucunda cehennemi görüyorlardı. Bu güzel görünen çirkin eylemlerin yasaklanmasının kökeninde ise
Cehennemin etrafı nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiş ve bu leziz günahlar şeytan için birer olta mesabesindeydi. Bu yemlere takılan insanlar kendilerini çeken mesinenin ucunda cehennemi görüyorlardı.
Bu güzel görünen çirkin eylemlerin yasaklanmasının kökeninde ise sosyal adalet, sadakat, güven, barış, kardeşlik gibi ulvi duyguların tesisi yatıyordu. Ancak yüreğini şeytana kiralayan insanlar bir müddet sonra kökünü ona kaptırarak kalplerin onun malı olmasına gönüllü olarak rıza gösteriyorlardı. İşte bu yasaklanmış davranışlar nefsin hoşuna gidiyor ve yasaklar çekici gelir sözünün cazibesine kapılarak yasaklar dehlizinden ateş çukuruna yol alıyorlardı.
İşte Ahmet, Malik’le birlikte bu ateş çukurlarını geziyor ve dünyada çekici gelen yasaklanmış davranışların büyüsüne kapılan insanların nerede ayıldıklarını seyrediyordu. Zanilerin kapısından çıktıktan sonra Ahmet sessizce bunları düşünüyordu. Önlerinde yeni bir kapı vardı. Merak ve heyecan son safhadaydı. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
Gizem insana her zaman büyük bir heyecan vermiştir. Kapı yavaşça açıldı. İlk önce tanıdık manzara çarptı gözüne: Ateş dereleri, kalın duvarlardan akan lav şelalesi ve asık suratlı zebaniler ellerinde demir kırbaçlarla bekliyorlardı.
Ancak biraz dikkat ettikten sonra burasının sanki cehennemin kadınlar koğuşu olduğu izlenimine kapıldı. Etrafa tekrar baktı, gözleri iyice çevreyi kolaçan etti. Ama nafile aradığını bulamadı. Ahmet’in burasını cehennem kadınları koğuşu olarak değerlendirmesinin sebebi burada sadece kadınların bulunmasıydı.
Sadece kadınlar ateş derelerinin üstünde çelikten birer halata bağlanmış sarkıyordu. Fakat asıl ilginç olanı ise kadınların göğüslerinden asılı bulunmasıydı. Zebaniler ellerindeki demir kırbaçlarla göğüslerinden asılı kadınlara vuruyorlardı.
Kırbaçlanan kadınların çelikten halatı ateşin hararetinde genleşerek uzuyordu. Yavaş yavaş başlarından ta ayak parmaklarına kadar ateşin içine giriyorlardı. Haykırışlar cehennemin homurtusu yanında sinek vızıltısı gibi cılız kalıyordu.
Bir müddet sonra kocaman göğüslerine bağlı çelikten halat tekrar yukarıya doğru çıkıyordu. Zebanilerin demirden kamçıları ise tekrar o günahkâr ve suçlu bedenlerde şaklıyordu. Bu sırada şiddetli azabın etkisiyle bağırırken ağızlarına ateş şelalesinden büyük bir ateş topu fırlayarak tam ağızlarına isabet ediyor ve boğazlarını yakarak geçip karınlarına yerleşiyordu. Ateş topu karınlarında yavaş yavaş büyüyerek karın bölgesinden başlayarak tüm zerrelerini yakıyordu. Bunun ağırlığıyla tekrar aşağıdaki ateş deresine doğru iniyorlardı.
Acaba bunların günahı neydi ki sadece kadınlardan oluşuyordu. Malik bu anlamlı bakışa şöyle cevap verdi:
“Bunlar kocalarına ihanet ederek onlardan olmayan çocukları yataklarında doğuran kadınlardır. Böylece hem cinsel anlamda ihanet hem de nesil emniyeti açısından ihanet eden kadınlardır.”
Dünyayı ölümsüzlük mekânıymış gibi değerlendirip, yapılan ihanetlerin karşılıksız kalacağını düşünenler şimdi göğüslerinden asılmış, zebanilerin demir kamçılarıyla ölümsüz zevk dedikleri günahların karşılığını, ölümsüz ateşin girdabında görüyorlardı.
Namusun sadece kalplerde olduğunu, bedenlerin ise namus değerlendirme yeri olmayacağını iddia edenler başkalarından çocuk dünyaya getirmeyi de gayet doğal karşılıyorlardı. Kocasının dışında sevdiği erkeklerden çocuk sahibi olmayı bir ayrıcalık olarak görenler, şimdi ayrıcalıklı bir ateşin girdabında acı dolu günler geçiriyorlardı.
Ateş deresinden çıkarıldıktan sonra hararetten yanmış yüz ve beden derileriyle iğrenç bir görünüm arz ediyorlardı. İşte o sırada birisi haykırdı; “Su, suuu ne olursunuz biraz suuuu”
Soğuk su pınarlarının kaynağı burada kurumuştu. Sadece kaynar su ve irinden başka bir içecek yoktu. Su diye haykıranların üstünden bir kapı açılıyor sonra da içinde kaynar su bulunan bir kazan yavaşça aşağıya doğru eğiliyordu. Eğilen kazanın içinden akan kaynar sular ateşin sıcaklığında yanan bedenlerin ağızlarına akıyordu.
“Yok oluş, ölüm neredesin geeeeel!” feryatlar kalın duvarlara çarpıp ateş odalarında yankılanıyordu. Kendilerine şefaat edecek hiç kimseleri yoktu. Ne sahip oldukları gayrı meşru çocukları ne de kendilerinden gebe kaldıkları söz de sevgilileri. Ortalarda kimsecikler yoktu ellerinden tutacak. Bağırmak sadece acılarını arttırıyordu.
Zebanilerin kamçıları ise asıldıkları göğüslerinin üzerine inip kalkıyordu.
Ahmet dehşete kapılmış gözlerle izliyordu bu azap dolu ateş çukurlarındaki günahkâr bedenleri. Cehennemin çoğunluğunu kadınlar oluşturacak sözü şimdi daha farklı bir anlam bulmuştu. Kadınların çoğu cehennemlik anlamında değildi. Cehennem kadınlar koğuşunu oluşturan bir bölüm bu izlenimi veriyordu. Yoksa buraya kadar gördüğü cehennem odalarında, kadın erkek hepsi işledikleri günahların karşılığını görüyorlardı.
Ancak Ahmet biraz ileride bir dehliz gördü. Oraya doğru ilerledi. Malik’te yanındaydı. Çelik halatlar yavaşça inip asılı kadınları kızgın ateşin derinliklerine gömüyordu. Kamçılar inip kalkıyordu. Ateşten nehirin yanından geçtikten sonra dehlize girdiler. Burası da yan odadan kalır bir özellikte değildi.
Kubbe şeklinde fırınlar vardı. Ağzı bir ejderha ağzı gibiydi. Fırının kapağı açılınca alev topları ayılıyordu. İçeriden feryatlar figanlar kopuyordu. Bağırışlar, çığırışlar kulak yırtacak derecedeydi. Ama cehennemin homurtusunu bastıracak kadar değil. İçeriye eğilip baktıklarında çıplak erkek ve kadınları gördüler. Ateş yanınca dans edecesine yerlerinde duramıyor hoplayıp zıplıyorlardı. Birden bire şiddetli bir yakıcı alev geliyor yüzlerini, gözlerini yakıyordu. Vücutları kapkara kesiliyor kömür gibi oluyordu.
Burada çıplaklık göz kamaştırıcı bir unsur olarak değil, acıya davetiye olarak değerlendiriliyordu.
Karısına ihanet eden erkekler ihanet ettikleri kadınlarla birlikte ateşin keyfini sürüyorlardı. Sadakat gösteren eşleri aldatmanın karşılığında kızgın fırınlarda ateş dansı yapıyorlardı.
İhanet karşılıksız kalmıyordu.
Zebaniler ellerinde çelik kamçılarla kömürleşen bedenlerin değişmesini bekliyorlardı. Ateşin etkisiyle bedenler kömürleştikten bir müddet sonra tekrar eski haline geliyordu. Beden çıplaklık haline döndüğünde çelik kamçılar üzerinde inip kalkıyordu. İhanet eden erkekler ateş dansı yaparken birden bire üzerinde durdukları taban çöküyor ve kızgın lavlardan oluşan derenin içine düşüyorlardı.
Haykırışlar arsında anlaşıldığı kadarıyla şöyle bağırıyorlardı; “Allah’ım günahlarımızı itiraf ettik bize kurtuluş yolunu göster. Biz kendimize haksızlık etmişiz. Nefislerimiz bizi aldattı çirkini güzel gördük. Çıkış yolu var mı bize?”
Zebaniler onların karşılarında ellerindeki kamçıları sallayarak: “Tadın azabı işlediğiniz günahlara karşı. Hatırlatıldığında gülüp geçerdiniz sadakat ehline. Rabbimizin dilediği kadar buradasınız tadın ateşin lezzetini!” derler.
Geçici zevklerin bedeli burada ateş dansı ve göğüslerden asılarak ateşin derinliklerinde kaybolmakla veriliyordu.
Bu şekilde azap görenlerin bulunduğu odalardan geçerek yolun sonuna geldiler. Önlerinde yeni bir kapı duruyordu. Burada kapının üzerinde hangi bölüme ait olduğu yazıyordu. Ahmet kapının üzerinde yazılan harfleri tek tek okumaya başladı:
Cehennemin etrafı nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiş ve bu leziz günahlar şeytan için birer olta mesabesindeydi. Bu yemlere takılan insanlar kendilerini çeken mesinenin ucunda cehennemi görüyorlardı.
Bu güzel görünen çirkin eylemlerin yasaklanmasının kökeninde ise sosyal adalet, sadakat, güven, barış, kardeşlik gibi ulvi duyguların tesisi yatıyordu. Ancak yüreğini şeytana kiralayan insanlar bir müddet sonra kökünü ona kaptırarak kalplerin onun malı olmasına gönüllü olarak rıza gösteriyorlardı. İşte bu yasaklanmış davranışlar nefsin hoşuna gidiyor ve yasaklar çekici gelir sözünün cazibesine kapılarak yasaklar dehlizinden ateş çukuruna yol alıyorlardı.
İşte Ahmet, Malik’le birlikte bu ateş çukurlarını geziyor ve dünyada çekici gelen yasaklanmış davranışların büyüsüne kapılan insanların nerede ayıldıklarını seyrediyordu. Zanilerin kapısından çıktıktan sonra Ahmet sessizce bunları düşünüyordu. Önlerinde yeni bir kapı vardı. Merak ve heyecan son safhadaydı. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
Gizem insana her zaman büyük bir heyecan vermiştir. Kapı yavaşça açıldı. İlk önce tanıdık manzara çarptı gözüne: Ateş dereleri, kalın duvarlardan akan lav şelalesi ve asık suratlı zebaniler ellerinde demir kırbaçlarla bekliyorlardı.
Ancak biraz dikkat ettikten sonra burasının sanki cehennemin kadınlar koğuşu olduğu izlenimine kapıldı. Etrafa tekrar baktı, gözleri iyice çevreyi kolaçan etti. Ama nafile aradığını bulamadı. Ahmet’in burasını cehennem kadınları koğuşu olarak değerlendirmesinin sebebi burada sadece kadınların bulunmasıydı.
Sadece kadınlar ateş derelerinin üstünde çelikten birer halata bağlanmış sarkıyordu. Fakat asıl ilginç olanı ise kadınların göğüslerinden asılı bulunmasıydı. Zebaniler ellerindeki demir kırbaçlarla göğüslerinden asılı kadınlara vuruyorlardı.
Kırbaçlanan kadınların çelikten halatı ateşin hararetinde genleşerek uzuyordu. Yavaş yavaş başlarından ta ayak parmaklarına kadar ateşin içine giriyorlardı. Haykırışlar cehennemin homurtusu yanında sinek vızıltısı gibi cılız kalıyordu.
Bir müddet sonra kocaman göğüslerine bağlı çelikten halat tekrar yukarıya doğru çıkıyordu. Zebanilerin demirden kamçıları ise tekrar o günahkâr ve suçlu bedenlerde şaklıyordu. Bu sırada şiddetli azabın etkisiyle bağırırken ağızlarına ateş şelalesinden büyük bir ateş topu fırlayarak tam ağızlarına isabet ediyor ve boğazlarını yakarak geçip karınlarına yerleşiyordu. Ateş topu karınlarında yavaş yavaş büyüyerek karın bölgesinden başlayarak tüm zerrelerini yakıyordu. Bunun ağırlığıyla tekrar aşağıdaki ateş deresine doğru iniyorlardı.
Acaba bunların günahı neydi ki sadece kadınlardan oluşuyordu. Malik bu anlamlı bakışa şöyle cevap verdi:
“Bunlar kocalarına ihanet ederek onlardan olmayan çocukları yataklarında doğuran kadınlardır. Böylece hem cinsel anlamda ihanet hem de nesil emniyeti açısından ihanet eden kadınlardır.”
Dünyayı ölümsüzlük mekânıymış gibi değerlendirip, yapılan ihanetlerin karşılıksız kalacağını düşünenler şimdi göğüslerinden asılmış, zebanilerin demir kamçılarıyla ölümsüz zevk dedikleri günahların karşılığını, ölümsüz ateşin girdabında görüyorlardı.
Namusun sadece kalplerde olduğunu, bedenlerin ise namus değerlendirme yeri olmayacağını iddia edenler başkalarından çocuk dünyaya getirmeyi de gayet doğal karşılıyorlardı. Kocasının dışında sevdiği erkeklerden çocuk sahibi olmayı bir ayrıcalık olarak görenler, şimdi ayrıcalıklı bir ateşin girdabında acı dolu günler geçiriyorlardı.
Ateş deresinden çıkarıldıktan sonra hararetten yanmış yüz ve beden derileriyle iğrenç bir görünüm arz ediyorlardı. İşte o sırada birisi haykırdı; “Su, suuu ne olursunuz biraz suuuu”
Soğuk su pınarlarının kaynağı burada kurumuştu. Sadece kaynar su ve irinden başka bir içecek yoktu. Su diye haykıranların üstünden bir kapı açılıyor sonra da içinde kaynar su bulunan bir kazan yavaşça aşağıya doğru eğiliyordu. Eğilen kazanın içinden akan kaynar sular ateşin sıcaklığında yanan bedenlerin ağızlarına akıyordu.
“Yok oluş, ölüm neredesin geeeeel!” feryatlar kalın duvarlara çarpıp ateş odalarında yankılanıyordu. Kendilerine şefaat edecek hiç kimseleri yoktu. Ne sahip oldukları gayrı meşru çocukları ne de kendilerinden gebe kaldıkları söz de sevgilileri. Ortalarda kimsecikler yoktu ellerinden tutacak. Bağırmak sadece acılarını arttırıyordu.
Zebanilerin kamçıları ise asıldıkları göğüslerinin üzerine inip kalkıyordu.
Ahmet dehşete kapılmış gözlerle izliyordu bu azap dolu ateş çukurlarındaki günahkâr bedenleri. Cehennemin çoğunluğunu kadınlar oluşturacak sözü şimdi daha farklı bir anlam bulmuştu. Kadınların çoğu cehennemlik anlamında değildi. Cehennem kadınlar koğuşunu oluşturan bir bölüm bu izlenimi veriyordu. Yoksa buraya kadar gördüğü cehennem odalarında, kadın erkek hepsi işledikleri günahların karşılığını görüyorlardı.
Ancak Ahmet biraz ileride bir dehliz gördü. Oraya doğru ilerledi. Malik’te yanındaydı. Çelik halatlar yavaşça inip asılı kadınları kızgın ateşin derinliklerine gömüyordu. Kamçılar inip kalkıyordu. Ateşten nehirin yanından geçtikten sonra dehlize girdiler. Burası da yan odadan kalır bir özellikte değildi.
Kubbe şeklinde fırınlar vardı. Ağzı bir ejderha ağzı gibiydi. Fırının kapağı açılınca alev topları ayılıyordu. İçeriden feryatlar figanlar kopuyordu. Bağırışlar, çığırışlar kulak yırtacak derecedeydi. Ama cehennemin homurtusunu bastıracak kadar değil. İçeriye eğilip baktıklarında çıplak erkek ve kadınları gördüler. Ateş yanınca dans edecesine yerlerinde duramıyor hoplayıp zıplıyorlardı. Birden bire şiddetli bir yakıcı alev geliyor yüzlerini, gözlerini yakıyordu. Vücutları kapkara kesiliyor kömür gibi oluyordu.
Burada çıplaklık göz kamaştırıcı bir unsur olarak değil, acıya davetiye olarak değerlendiriliyordu.
Karısına ihanet eden erkekler ihanet ettikleri kadınlarla birlikte ateşin keyfini sürüyorlardı. Sadakat gösteren eşleri aldatmanın karşılığında kızgın fırınlarda ateş dansı yapıyorlardı.
İhanet karşılıksız kalmıyordu.
Zebaniler ellerinde çelik kamçılarla kömürleşen bedenlerin değişmesini bekliyorlardı. Ateşin etkisiyle bedenler kömürleştikten bir müddet sonra tekrar eski haline geliyordu. Beden çıplaklık haline döndüğünde çelik kamçılar üzerinde inip kalkıyordu. İhanet eden erkekler ateş dansı yaparken birden bire üzerinde durdukları taban çöküyor ve kızgın lavlardan oluşan derenin içine düşüyorlardı.
Haykırışlar arsında anlaşıldığı kadarıyla şöyle bağırıyorlardı; “Allah’ım günahlarımızı itiraf ettik bize kurtuluş yolunu göster. Biz kendimize haksızlık etmişiz. Nefislerimiz bizi aldattı çirkini güzel gördük. Çıkış yolu var mı bize?”
Zebaniler onların karşılarında ellerindeki kamçıları sallayarak: “Tadın azabı işlediğiniz günahlara karşı. Hatırlatıldığında gülüp geçerdiniz sadakat ehline. Rabbimizin dilediği kadar buradasınız tadın ateşin lezzetini!” derler.
Geçici zevklerin bedeli burada ateş dansı ve göğüslerden asılarak ateşin derinliklerinde kaybolmakla veriliyordu.
Bu şekilde azap görenlerin bulunduğu odalardan geçerek yolun sonuna geldiler. Önlerinde yeni bir kapı duruyordu. Burada kapının üzerinde hangi bölüme ait olduğu yazıyordu. Ahmet kapının üzerinde yazılan harfleri tek tek okumaya başladı:
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Ahmet’in okumaya başladığı harflerin başında N harfi vardı. Ondan sonra dikkatlice baktığında A harfini fark etti. Yanında ise M harfi vardı. Bu harfler kendisine bir ibadeti hatırlatıyordu. Ama önce harfleri okumaya devam etti. İkinci bir A harfi vardı. Sonunda ise kuyruğu biraz uzayarak aşağıya doğru inen Z harfini gördü. Heceleyerek okudu;
Ahmet’in okumaya başladığı harflerin başında N harfi vardı. Ondan sonra dikkatlice baktığında A harfini fark etti. Yanında ise M harfi vardı. Bu harfler kendisine bir ibadeti hatırlatıyordu. Ama önce harfleri okumaya devam etti. İkinci bir A harfi vardı. Sonunda ise kuyruğu biraz uzayarak aşağıya doğru inen Z harfini gördü.
Heceleyerek okudu; NA MAZ.
Namaz dinin direği olarak ibadetler arasında önemli bir mevki edinmişti. Secde anı ise Rabbimizle buluşma sevinci olarak, sevgililer sevgilisine en yakın an olarak belirtilmişti. Müminin miracı olarak göklere yükselişin belki de ruhun yüceleri seyir haline geçişi olarak ayrı bir değere sahip olmuştu.
Peki, bu yüreğimizin süsü, alnımızın nuru, sırat köprüsünde rehberimiz olan ibadi eylemin cehennem kapsısında ne işi olabilirdi? Ahmet bu merakla açılan kapıdan içeriye girdi. Kapının önünde yüzleri kapkara, bedenleri kocaman insanlar gördü. Alınlarında ise büyükçe bir oyuk vardı. Oradan irin ve kan akıyor, gözlerinin üzerine gelerek çok iğrenç bir görüntü oluşturuyordu.
Suçlu bir şekilde yanlışlarını anlamış olarak ayaklarının altından akan dehşetengiz bir ateş deresinin hemen yanında bekliyorlardı. O sırada bu odanın tavanı yavaşça açılmaya başladı. Ateş çukurlarına inat göz sevini ve ruha büyük bir sevinç veren soğuk su nehrinin aktığı yemyeşil ağaçlarla kaplı gözlerin görmediği güzellikte bir bahçe göründü. Bahçenin içindeki insanlar ise ipek elbiselerin içinde ağaçların eşsiz meyvelerinden yiyip, pınardan su içiyorlardı.
Ateş ehli bu manzarayı görünce korkularından çatlayacak duruma geldiler. Şunlar dünyadaki miskin dedikleri alay ettikleri insanlar değil miydi? Şimdi gıpta edilecek bir haldeydiler.
Cennet ehli göz kamaştıran güzelliğin içinden tebessüm ederek; “Sizi şu yakıcı ateşe sürükleyen ve ahiretini mahveden şey nedir?” diye sordular. Onlar ise suçunu itiraftan başka çaresi kalmamış kimselerin psikolojisiyle cevap verdiler; “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulları da doyurmuyorduk. Boş ve faydasız işlere dalmış bir şekilde yaşıyor aynı zamanda da bu karşılaştığımız günü de gerçek görmüyorduk. İşte biz bu şekildeyken ölüm bize geldi çattı ve …”
Cennet ehli tekrar sordu; “Peki kılmadığınız namazlarınız sizi nereye sürükledi?” dediler. Onlar da; “İşte beklediğimiz şu ateş derelerinin yanına sürükledi. Ve daha neyle karşılaşacağımızı da bilmiyoruz? Ama bildiğimiz bir şey var ki yalanladığımız ve karşılaşmayacağını sandığımız ceza günü doğruymuş. Ancak bu anlayışımız bize bir fayda sağlamadı. Keşke dünyadayken bunların farkına varsaydıkta geçici zevkler uğruna sizin sahip olduğunuz şu ebedi güzelliği kaybetmeseydik” dediler.
Bu karşılıklı konuşma bittikten sonra muhteşem güzellik yavaş yavaş tavandan kayboldu. Gözler hasret ve pişmanlıkla tavana asılı kaldı. Ancak bu sırada zebanilerin “Haydi atlayın bakalım ateş nehrine!” sözleriyle kendilerine geldiler.
Önlerinde kendilerini tutup parçalayacakmışçasına saldırgan bir şekilde hararetli hararetli akan ateş duruyordu. Dünyada olsaydı belki yine bu emri umursamaz ve göz ardı ederlerdi. Ancak yaşadıkları şu ıstıraplı an gerçekleştirmedikleri ibadetlerin ve yalanladıkları gerçeklerin bir sonucuydu. Şimdi itiraz hakkı yoktu. İsteyerek ve istemeyerek emre uymak zorundaydılar. İsteyerek reddettikleri emirler şimdi istemedikleri sonuçlar doğurmuştu.
Kara yüzlü günahkârlar bir bir atlamaya başladı ateş nehrinin içine. Ateş büyük bir iştahla kollarının arasına alıyordu. Sonra da şiddetli bir akıntıyla aşağılara doğru sürüklemeye başlıyordu.
Gayya vadisine doğru gidiyordu şiddetli nehirin akıntısı. Namazsızlar ateşin içinde bocalayıp bocalayıp duruyor ama nafile bir uğraş veriyorlardı. Nehir onları üzerlerinden anlar ve irinler akan bir vadiye doğru sürüklemeye devam ediyordu.
Vadiye vardıklarında bir bir nehirden fırlıyorlardı. Ateş onları gideceklere yere taşımıştı. Aslında onları buraya ateş değil, yapmaları gerekirken yapmadıkları davranışları sürüklemişti.
Bu vadi birkaç bölmeden oluşuyordu. Bazıları namazsızların, bazıları da namazlıların mekânıydı. Ahmet namazsızları anlamıştı anlamasına ama şu namazlılara ne diye buradaydı onu anlamamıştı.
Namazsızlar vadiye atıldıktan sonra bedenleri gibi büyük taşlardan evler yapmaya başlıyorlardı. Bu şekilde içine girip ateşten kurtulacaklardı. Fakat tam evi bitirdik diye seviniyorlardı ki birden ev ateş kütleleri olarak başlarına yıkılıyor ve koca taşlar mancınıktan fırlatılmışçasına birer ateş topu olarak alınlarına isabet ediyor ve kendilerini ateş göletlerine düşürüyordu.
Kalın duvarlardan sızan irinler ve kanlar ise ateşin yakıcılığının yanında ayrı bir azap veriyordu. Bu olay tekrar başa dönüyor ve ev yapmaya başlıyorlardı.
Dünyada kılmadıkları namaz dinlerinin direğini yıkmış, burada başlarına ateş olarak düşüyordu.
Ancak az ileride namazsızlardan bir kısım vardı ki bunların azabı daha şiddetliydi. Zebaniler ellerinde çelik kamçılarla koca bedenlerine vurarak onları ateş hendeklerine doğru sürüklüyorlardı.
Ateş hendeklerinin az ilerisinde çok güzel, muhteşem bir cennet bahçesi görürler. İçinden şarıl şarıl soğuk pınarlar akmaktadır. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir şekilde oraya doğru koşmaya başlarlar. Ama birden önlerine şeffaf bir ateş perdesi dikilir. İçinden ateşten bir eldiven çıkar. Yüzlerine, karınlarına vura vura ateş çukuruna doğru sürükler.
Sonunda namazsızın perçemlerinden yakalayarak ateş deresinin içine yuvarlar.
İrinler ve kaynar sular tavandan akmaktadır. Namazsızsın çehresi kötülüğünün sonucu olarak iğrençliğinden tanınmaz bir hal alır.
Zebaniler dereden çıkmaya çalışan namaz engelleyicisini alır ve çelikten halatlarla bağlayarak tavana asarlar. Demirden kamçılar kapkara olmuş bedenin üzerinde işlemeye başlar. Bu azap uzun müddet devam eder. Sonra yılanın deri değiştirmesi gibi acıya alışmış beden o kara, yanmış, kamçılarla yaralanmış, kan ve irinlerle kaplanmış hali üzerinden çıkar.
O cehenneme ilk atılmış haline dönen beden yeniden azabın ilk aşamasıyla karşı karşıya kalır. Ateş hendeklerinin arasında gördüğü cennet pınarına doğru koşuyla birlikte acının serüveni yeniden başlar. Bir ses yükselir; hadi çağır ordularını kurtarabilirse kurtarsın seni, bizim Zebanilerin acımasız ellerinden.”
Bu bölümde bedeni diğerlerinden daha büyük olanlar vardı. Bunların başlarında bulunan zebaniler de onlara nispetle daha güçlü duruyorlardı. Birden onlardan birisi kendisini buraya atan günahını hatırladı; O büyük önder Hz Muhammed (as) Kâbe’nin yanına namaz kılıyordu. O ise büyük bir gururla namaz kılmakta olan peygamberi namazdan engellemek istemişti.
Ancak o zamanda önünde dehşet bir ateş çukuru görmüştü. Oradan uzaklaşmıştı. Ama şimdi uzaklaşamıyordu. Güvendiği kudreti, orduları, zenginliği, holdingleri yoktu. Hepsi ateşin odunları olarak azabını arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bu bölümdeki azabı yaşayanlar, namazı kılmadığı gibi, namaz kılmakta olanları namazdan engelleyen, sadece namaz kılıyor diye onları işinden, aşından eden zenginliğine ve saltanatına güvenen şımarık insanlardı.
İşte şimdi hepsi hayal olmuş kendilerinden uzaklaşmışlardı. Asıl kendilerine acı veren ise gördükleri halde ulaşamadıkları cennettin güzellikleriydi. Dünyada öylesine büyük güzellikleri ne kendileri yaşamış ne de başka yaşayanı görmüşlerdi. Orada sakallı, namazlı, örtülü diye alay edip fabrikalarından çıkardıkları zavallı insanların sahip olduğu zenginlik ise görülmeye değerdi.
Zebanilerin bekçilik yaptığı bu bölümde, alınlarında kara lekeler bulunan bazı insanlarda vardı. Bunların bulunduğu odların üzerinde ise “Yazıklar olsun namaz kılanlara” yazılıydı. Ahmet şaşkınlıkla namaz kıldıkları halde cehennemde olanlara bakıyordu. İlk etapta yüzleri, bedenleri güzel görünüyordu. Ancak alınlarındaki kara leke yavaş yavaş o kadar büyüyordu ki, vücudun tümünü kaplıyordu.
Zebanilerin alınları kara lekelilere ellerindeki ipek görünümünde olan kamçılarla vuruyorlardı. Bu ipek kamçılar bedenlerine indiğinde birden her tarafından uzun çiviler çıkıyordu. Normal görünen beden birden bire öylesine çirkin bir hal alıyordu ki iç organları dışarı sarkıyor, onların içinden de kocabaşlı yılanlar çıkıyordu.
Sahip olduğu güzellik elinden alınıyor ve ipek görünümlü kamçılarla ateş deresine doğru sürükleniyorlardı. İçlerinden çıkan yılanlar alınlarındaki kara lekelere yerleşiyor secde yerlerini yemeye başlıyorlardı. Böylece sözde nurlu olması gereken bölge yılanların mekânı oluyordu. Kendilerini cennete taşıyacak nur karanlığa mahkûm ediyordu.
Malik bunlarında namazlarında gösterişe kaçarak, yetimi, yoksulu doyurmayanlar olduğunu belirtti. Kıldıkları namaz kendilerini kötülükten alıkoymadığı gibi, yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine karşı da kaba ve sert davranıyorlardı. İşte şimdi de zebaniler kendilerine sert davranıyor, kıldıkları namaz alınlarında kara lekelere dönüşerek yılanların yuvası oluyordu.
Ahmet cehennemin bu bölümünde dinin direğinin yıkılmasının ne gibi sonuçlara yol açacağını gördüğü gibi, namaza karşı düşmanlıkta bulunanlarında ne tür azaplara duçar olacağını yakından müşahede etme imkânına sahip olmuştu. Hele o bağırışları yok mu ne korkunç feryatlardı.
Dünyaya geri dönme ve orada namaz kılma istekleri, namaz kılanlara karşı anlayışlı ve hoşgörülü olma sözleri gözlerinden kanlı yaşlarla dökülüyordu. Ama cehennem pişmanlığın fayda vermediği bir yer olmasının yanı sıra yapılan kötülüklerin karşılığının görüldüğü ve bu hususta acımanın olmadığı bir yer olarak kötülerin karşısına çıkıyordu.
Buradaki ateş ehlini de kendi hallerine bırakarak önlerinde açılacak yeni kapıya yöneldiler. Bakalım daha ne gibi acayipliklerle karşılaşacaklardı.
Ahmet’in okumaya başladığı harflerin başında N harfi vardı. Ondan sonra dikkatlice baktığında A harfini fark etti. Yanında ise M harfi vardı. Bu harfler kendisine bir ibadeti hatırlatıyordu. Ama önce harfleri okumaya devam etti. İkinci bir A harfi vardı. Sonunda ise kuyruğu biraz uzayarak aşağıya doğru inen Z harfini gördü.
Heceleyerek okudu; NA MAZ.
Namaz dinin direği olarak ibadetler arasında önemli bir mevki edinmişti. Secde anı ise Rabbimizle buluşma sevinci olarak, sevgililer sevgilisine en yakın an olarak belirtilmişti. Müminin miracı olarak göklere yükselişin belki de ruhun yüceleri seyir haline geçişi olarak ayrı bir değere sahip olmuştu.
Peki, bu yüreğimizin süsü, alnımızın nuru, sırat köprüsünde rehberimiz olan ibadi eylemin cehennem kapsısında ne işi olabilirdi? Ahmet bu merakla açılan kapıdan içeriye girdi. Kapının önünde yüzleri kapkara, bedenleri kocaman insanlar gördü. Alınlarında ise büyükçe bir oyuk vardı. Oradan irin ve kan akıyor, gözlerinin üzerine gelerek çok iğrenç bir görüntü oluşturuyordu.
Suçlu bir şekilde yanlışlarını anlamış olarak ayaklarının altından akan dehşetengiz bir ateş deresinin hemen yanında bekliyorlardı. O sırada bu odanın tavanı yavaşça açılmaya başladı. Ateş çukurlarına inat göz sevini ve ruha büyük bir sevinç veren soğuk su nehrinin aktığı yemyeşil ağaçlarla kaplı gözlerin görmediği güzellikte bir bahçe göründü. Bahçenin içindeki insanlar ise ipek elbiselerin içinde ağaçların eşsiz meyvelerinden yiyip, pınardan su içiyorlardı.
Ateş ehli bu manzarayı görünce korkularından çatlayacak duruma geldiler. Şunlar dünyadaki miskin dedikleri alay ettikleri insanlar değil miydi? Şimdi gıpta edilecek bir haldeydiler.
Cennet ehli göz kamaştıran güzelliğin içinden tebessüm ederek; “Sizi şu yakıcı ateşe sürükleyen ve ahiretini mahveden şey nedir?” diye sordular. Onlar ise suçunu itiraftan başka çaresi kalmamış kimselerin psikolojisiyle cevap verdiler; “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulları da doyurmuyorduk. Boş ve faydasız işlere dalmış bir şekilde yaşıyor aynı zamanda da bu karşılaştığımız günü de gerçek görmüyorduk. İşte biz bu şekildeyken ölüm bize geldi çattı ve …”
Cennet ehli tekrar sordu; “Peki kılmadığınız namazlarınız sizi nereye sürükledi?” dediler. Onlar da; “İşte beklediğimiz şu ateş derelerinin yanına sürükledi. Ve daha neyle karşılaşacağımızı da bilmiyoruz? Ama bildiğimiz bir şey var ki yalanladığımız ve karşılaşmayacağını sandığımız ceza günü doğruymuş. Ancak bu anlayışımız bize bir fayda sağlamadı. Keşke dünyadayken bunların farkına varsaydıkta geçici zevkler uğruna sizin sahip olduğunuz şu ebedi güzelliği kaybetmeseydik” dediler.
Bu karşılıklı konuşma bittikten sonra muhteşem güzellik yavaş yavaş tavandan kayboldu. Gözler hasret ve pişmanlıkla tavana asılı kaldı. Ancak bu sırada zebanilerin “Haydi atlayın bakalım ateş nehrine!” sözleriyle kendilerine geldiler.
Önlerinde kendilerini tutup parçalayacakmışçasına saldırgan bir şekilde hararetli hararetli akan ateş duruyordu. Dünyada olsaydı belki yine bu emri umursamaz ve göz ardı ederlerdi. Ancak yaşadıkları şu ıstıraplı an gerçekleştirmedikleri ibadetlerin ve yalanladıkları gerçeklerin bir sonucuydu. Şimdi itiraz hakkı yoktu. İsteyerek ve istemeyerek emre uymak zorundaydılar. İsteyerek reddettikleri emirler şimdi istemedikleri sonuçlar doğurmuştu.
Kara yüzlü günahkârlar bir bir atlamaya başladı ateş nehrinin içine. Ateş büyük bir iştahla kollarının arasına alıyordu. Sonra da şiddetli bir akıntıyla aşağılara doğru sürüklemeye başlıyordu.
Gayya vadisine doğru gidiyordu şiddetli nehirin akıntısı. Namazsızlar ateşin içinde bocalayıp bocalayıp duruyor ama nafile bir uğraş veriyorlardı. Nehir onları üzerlerinden anlar ve irinler akan bir vadiye doğru sürüklemeye devam ediyordu.
Vadiye vardıklarında bir bir nehirden fırlıyorlardı. Ateş onları gideceklere yere taşımıştı. Aslında onları buraya ateş değil, yapmaları gerekirken yapmadıkları davranışları sürüklemişti.
Bu vadi birkaç bölmeden oluşuyordu. Bazıları namazsızların, bazıları da namazlıların mekânıydı. Ahmet namazsızları anlamıştı anlamasına ama şu namazlılara ne diye buradaydı onu anlamamıştı.
Namazsızlar vadiye atıldıktan sonra bedenleri gibi büyük taşlardan evler yapmaya başlıyorlardı. Bu şekilde içine girip ateşten kurtulacaklardı. Fakat tam evi bitirdik diye seviniyorlardı ki birden ev ateş kütleleri olarak başlarına yıkılıyor ve koca taşlar mancınıktan fırlatılmışçasına birer ateş topu olarak alınlarına isabet ediyor ve kendilerini ateş göletlerine düşürüyordu.
Kalın duvarlardan sızan irinler ve kanlar ise ateşin yakıcılığının yanında ayrı bir azap veriyordu. Bu olay tekrar başa dönüyor ve ev yapmaya başlıyorlardı.
Dünyada kılmadıkları namaz dinlerinin direğini yıkmış, burada başlarına ateş olarak düşüyordu.
Ancak az ileride namazsızlardan bir kısım vardı ki bunların azabı daha şiddetliydi. Zebaniler ellerinde çelik kamçılarla koca bedenlerine vurarak onları ateş hendeklerine doğru sürüklüyorlardı.
Ateş hendeklerinin az ilerisinde çok güzel, muhteşem bir cennet bahçesi görürler. İçinden şarıl şarıl soğuk pınarlar akmaktadır. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir şekilde oraya doğru koşmaya başlarlar. Ama birden önlerine şeffaf bir ateş perdesi dikilir. İçinden ateşten bir eldiven çıkar. Yüzlerine, karınlarına vura vura ateş çukuruna doğru sürükler.
Sonunda namazsızın perçemlerinden yakalayarak ateş deresinin içine yuvarlar.
İrinler ve kaynar sular tavandan akmaktadır. Namazsızsın çehresi kötülüğünün sonucu olarak iğrençliğinden tanınmaz bir hal alır.
Zebaniler dereden çıkmaya çalışan namaz engelleyicisini alır ve çelikten halatlarla bağlayarak tavana asarlar. Demirden kamçılar kapkara olmuş bedenin üzerinde işlemeye başlar. Bu azap uzun müddet devam eder. Sonra yılanın deri değiştirmesi gibi acıya alışmış beden o kara, yanmış, kamçılarla yaralanmış, kan ve irinlerle kaplanmış hali üzerinden çıkar.
O cehenneme ilk atılmış haline dönen beden yeniden azabın ilk aşamasıyla karşı karşıya kalır. Ateş hendeklerinin arasında gördüğü cennet pınarına doğru koşuyla birlikte acının serüveni yeniden başlar. Bir ses yükselir; hadi çağır ordularını kurtarabilirse kurtarsın seni, bizim Zebanilerin acımasız ellerinden.”
Bu bölümde bedeni diğerlerinden daha büyük olanlar vardı. Bunların başlarında bulunan zebaniler de onlara nispetle daha güçlü duruyorlardı. Birden onlardan birisi kendisini buraya atan günahını hatırladı; O büyük önder Hz Muhammed (as) Kâbe’nin yanına namaz kılıyordu. O ise büyük bir gururla namaz kılmakta olan peygamberi namazdan engellemek istemişti.
Ancak o zamanda önünde dehşet bir ateş çukuru görmüştü. Oradan uzaklaşmıştı. Ama şimdi uzaklaşamıyordu. Güvendiği kudreti, orduları, zenginliği, holdingleri yoktu. Hepsi ateşin odunları olarak azabını arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bu bölümdeki azabı yaşayanlar, namazı kılmadığı gibi, namaz kılmakta olanları namazdan engelleyen, sadece namaz kılıyor diye onları işinden, aşından eden zenginliğine ve saltanatına güvenen şımarık insanlardı.
İşte şimdi hepsi hayal olmuş kendilerinden uzaklaşmışlardı. Asıl kendilerine acı veren ise gördükleri halde ulaşamadıkları cennettin güzellikleriydi. Dünyada öylesine büyük güzellikleri ne kendileri yaşamış ne de başka yaşayanı görmüşlerdi. Orada sakallı, namazlı, örtülü diye alay edip fabrikalarından çıkardıkları zavallı insanların sahip olduğu zenginlik ise görülmeye değerdi.
Zebanilerin bekçilik yaptığı bu bölümde, alınlarında kara lekeler bulunan bazı insanlarda vardı. Bunların bulunduğu odların üzerinde ise “Yazıklar olsun namaz kılanlara” yazılıydı. Ahmet şaşkınlıkla namaz kıldıkları halde cehennemde olanlara bakıyordu. İlk etapta yüzleri, bedenleri güzel görünüyordu. Ancak alınlarındaki kara leke yavaş yavaş o kadar büyüyordu ki, vücudun tümünü kaplıyordu.
Zebanilerin alınları kara lekelilere ellerindeki ipek görünümünde olan kamçılarla vuruyorlardı. Bu ipek kamçılar bedenlerine indiğinde birden her tarafından uzun çiviler çıkıyordu. Normal görünen beden birden bire öylesine çirkin bir hal alıyordu ki iç organları dışarı sarkıyor, onların içinden de kocabaşlı yılanlar çıkıyordu.
Sahip olduğu güzellik elinden alınıyor ve ipek görünümlü kamçılarla ateş deresine doğru sürükleniyorlardı. İçlerinden çıkan yılanlar alınlarındaki kara lekelere yerleşiyor secde yerlerini yemeye başlıyorlardı. Böylece sözde nurlu olması gereken bölge yılanların mekânı oluyordu. Kendilerini cennete taşıyacak nur karanlığa mahkûm ediyordu.
Malik bunlarında namazlarında gösterişe kaçarak, yetimi, yoksulu doyurmayanlar olduğunu belirtti. Kıldıkları namaz kendilerini kötülükten alıkoymadığı gibi, yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine karşı da kaba ve sert davranıyorlardı. İşte şimdi de zebaniler kendilerine sert davranıyor, kıldıkları namaz alınlarında kara lekelere dönüşerek yılanların yuvası oluyordu.
Ahmet cehennemin bu bölümünde dinin direğinin yıkılmasının ne gibi sonuçlara yol açacağını gördüğü gibi, namaza karşı düşmanlıkta bulunanlarında ne tür azaplara duçar olacağını yakından müşahede etme imkânına sahip olmuştu. Hele o bağırışları yok mu ne korkunç feryatlardı.
Dünyaya geri dönme ve orada namaz kılma istekleri, namaz kılanlara karşı anlayışlı ve hoşgörülü olma sözleri gözlerinden kanlı yaşlarla dökülüyordu. Ama cehennem pişmanlığın fayda vermediği bir yer olmasının yanı sıra yapılan kötülüklerin karşılığının görüldüğü ve bu hususta acımanın olmadığı bir yer olarak kötülerin karşısına çıkıyordu.
Buradaki ateş ehlini de kendi hallerine bırakarak önlerinde açılacak yeni kapıya yöneldiler. Bakalım daha ne gibi acayipliklerle karşılaşacaklardı.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
İşte yeni kapının üzerinde “Din Bezirgânları” yazıyordu. Din üzerinden rant elde ederek onu menfaatlerine alet eden elit zümrenin kapısına gelinmişti. Bu zümreden bazıları da kendileri günahları fütursuzca işlerken insanlara günahtan uzak durmalarını tavsiye ediyordu.Kapı yavaşça açıldı.
-
Üçüncü kapının eşiğine gelmişlerdi. Yedi kapısı ve her kapıda farklı bir duygu, düşünce ve eylemin taraftarları bulunmaktaydı. Ama hepsinin ortak özelliği Allah’a karşı nankörlükte bulunmalarıydı. Verilen eşsiz ve namütenahi nimetlere karşı istenilen iyi bir insan ve kul olmaktan başka bir şey değildi.
Ancak insan sahip olduğu daha doğrusu sahiplendirildiği nimetleri bazen kendi bilgisinden, bazen, saltanatından bazen, gücünden sanarak nimetleri lütfedene karşı ukalalık yaparak isyanda bulunur. Bir de bunların yanı sıra kendisine verilen ilmi, Kur’an-i gerçekliği gizleyerek veya başkalarına anlattığı hakikatleri kendi nefsi için uygulamayarak da küfranı nimette bulunanlar oluyordu. İşte bunlar için Rabbimiz şöyle buyuruyordu;
“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Bakara/174)
İşte yeni kapının üzerinde “Din Bezirgânları” yazıyordu. Din üzerinden rant elde ederek onu menfaatlerine alet eden elit zümrenin kapısına gelinmişti. Bu zümreden bazıları da kendileri günahları fütursuzca işlerken insanlara günahtan uzak durmalarını tavsiye ediyordu.
Kapı yavaşça açıldı. İçinde ateş çukurlarının kaynadığı bir volkana benziyordu. Buradaki manzara ise diğerlerinden daha farklıydı. Cehennemin diğer kapılarından sanki birer pencere açılmış gibi burası seyrediliyordu. Her pencereden ayrı ayrı ses yükseliyordu.
Ancak ilk önce burada azap görenlerin durumu dikkatini çekti. Bir fil büyüklüğünde insanlar vardı. Aynı filin karınları gibi kocaman karınlıydılar. Başları ise küçücüktü. Çok garabet bir görüntü oluşturuyorlardı. Ama asıl gariplik ise karınlarından dışarıya sarkan bağırsaklarının görünümüdür.
Fil göbekli, kuş başlı bu garabet kişi bağırsaklarının dökülmesiyle büyük bir acıya maruz kalır. Acının verdiği ıstırapla eğilip bükülmeye, sağa sola dönmeye başlar. Bu sefer de karnından sarkan bağırsaklarına dolanır. Bir merkebin değirmenin etrafında döndüğü gibi dönüp durur. Bu sırada bağırsaklarından dökülen paralar, altınlar tutuşturulmuş olan ateşin içine kayarak onu daha da alevlendirir. Böylece azabı bir kat daha artar.
Cehennemin diğer odalarından bu manzarayı gören ateş ehli şaşkınlıktan patlak gözlerle adama bakarlar. Şaşkınlığı geçenler ise tek tek sormaya başlar; “hey sen dünyadayken bize iyiliği tavsiye edipte, kötülükten men etmiyor muydun?” derler.
Acıyla küçük başındaki çelimsiz yüzünü buruşturarak; “Evet evet ben sizlere dini nasihatlerde bulunan birisiydim. Dini itibar kazanmak için aranızda dindar birisi olarak görünürdüm. Fakat sizlerden uzaklaşıp şeytanlarımla baş başa kalınca size söylediklerimin aksini yapardım. Sizleri kötülükten men ederken onu kendim yapar, iyiliği tavsiye ederken de ondan uzak dururdum. İşte bu halde dini bir nevi oyun eğlence ve kariyer basamağı yapmıştım. Şimdi ise yaptığım kötülüklerin karşılığını tek tek görüyorum.
Şu gördüğünüz sarkan bağırsaklarımdan çıkan altınlar, paralar oluşturduğum servetler şimdi ateşimin odunu oldu. Ah etmek fayda vermiyor. Keşke dünyadaki din bezirgânları da bundan haberdar olsalar. Artık pişmanlığım bana fayda vermiyor” dedi.
“Yazıklar olsun sana!” diye sesler yükseldi cehennem odalarının pencerelerinden. Dindarlık samimiyetten yoksunlaşınca cennet yelkenleri deliniyor ve cehennem çukurlarına doğru yol alıyordu.
Bu din tacirlerinin kapatıldığı odada bir grup daha vardı. Onların azabı ise daha farklıydı. Kuş başlı, fil göbekli bu insanların dili öylesine garip bir şekilde sarkıyordu ki dilleri, bedenlerinden daha uzun oluyordu. Bir köpeğin dilini, sarkıtıp soluması gibi upuzun dilini çıkarmış ayaklarının altındaki ateşe doğru sarkıtmıştı. Dilinde ise zakkum ağacının şeytan başlı dikenleri doluydu. Bu kuş baştan böyle bir dilin çıkması onu da garabet bir hale döndürüyordu.
Şeytan başlı dikenlerin arasından çil çil altınlar, mücevherler kayıyor ve doğruca ayaklarının altındaki ateşe düşüyordu. Onlar ateşe düştükçe alevler daha da kızgınlaşıyordu. Bu sırada dili tutuşuyor yavaş yavaş yanmaya başlıyordu. Feryatlar kalın ateşten duvarlara çarpıp tekrar kulakları sağır edercesine içerde yankılanıyordu. Dilinin yanmasına mı, ayaklarının altından kızıllaşmış aleve mi, yoksa yankılanan seslerin verdiği acıya mı yanacağını bilmiyordu. Debelenmeye başlıyordu. Bu sefer diline dolanıyor yerde yuvarlanıyordu.
Zebaniler ise başlarının üstünde dimdik duruyor sert sert bakıyordu. Ellerindeki kamçılar ise çelikten işlevini yapmaya devam ediyordu. Bu vuruşların sonucunda ateş deresine yuvarlanıyor ve içinde kayboluyorlardı.
Bu şekilde kurtulduklarını sanırken birden ateşin içinde yüzen bir canavar koca demir dişleriyle onları kıskıvrak yakalayıp ağızlarında öğütmeye başlıyordu. Fil göbeği eriyip bir çamur parçasına dönüşüyordu. Canavarın ağzından dışarıya atıldıktan sonra tekrar eski haline dönüyor ve yeniden başlıyordu macera. Ancak bu sefer yeni kostümleriyle sahneye çıkıyorlardı.
Ahmet dindar olmanın yeterli olmadığını anlamıştı. Asıl önemli olan dindarlıkta samimiyetti. Samimiyeti kaybederek dini bencil ihtiraslarına kurban edenlerin sonu hiçte iyi görünmüyordu.
Ateş şelalelerinin kaynadığı bu bölümü de geride bırakarak yeni bir kapıya doğru ilerlediler.
-
Üçüncü kapının eşiğine gelmişlerdi. Yedi kapısı ve her kapıda farklı bir duygu, düşünce ve eylemin taraftarları bulunmaktaydı. Ama hepsinin ortak özelliği Allah’a karşı nankörlükte bulunmalarıydı. Verilen eşsiz ve namütenahi nimetlere karşı istenilen iyi bir insan ve kul olmaktan başka bir şey değildi.
Ancak insan sahip olduğu daha doğrusu sahiplendirildiği nimetleri bazen kendi bilgisinden, bazen, saltanatından bazen, gücünden sanarak nimetleri lütfedene karşı ukalalık yaparak isyanda bulunur. Bir de bunların yanı sıra kendisine verilen ilmi, Kur’an-i gerçekliği gizleyerek veya başkalarına anlattığı hakikatleri kendi nefsi için uygulamayarak da küfranı nimette bulunanlar oluyordu. İşte bunlar için Rabbimiz şöyle buyuruyordu;
“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Bakara/174)
İşte yeni kapının üzerinde “Din Bezirgânları” yazıyordu. Din üzerinden rant elde ederek onu menfaatlerine alet eden elit zümrenin kapısına gelinmişti. Bu zümreden bazıları da kendileri günahları fütursuzca işlerken insanlara günahtan uzak durmalarını tavsiye ediyordu.
Kapı yavaşça açıldı. İçinde ateş çukurlarının kaynadığı bir volkana benziyordu. Buradaki manzara ise diğerlerinden daha farklıydı. Cehennemin diğer kapılarından sanki birer pencere açılmış gibi burası seyrediliyordu. Her pencereden ayrı ayrı ses yükseliyordu.
Ancak ilk önce burada azap görenlerin durumu dikkatini çekti. Bir fil büyüklüğünde insanlar vardı. Aynı filin karınları gibi kocaman karınlıydılar. Başları ise küçücüktü. Çok garabet bir görüntü oluşturuyorlardı. Ama asıl gariplik ise karınlarından dışarıya sarkan bağırsaklarının görünümüdür.
Fil göbekli, kuş başlı bu garabet kişi bağırsaklarının dökülmesiyle büyük bir acıya maruz kalır. Acının verdiği ıstırapla eğilip bükülmeye, sağa sola dönmeye başlar. Bu sefer de karnından sarkan bağırsaklarına dolanır. Bir merkebin değirmenin etrafında döndüğü gibi dönüp durur. Bu sırada bağırsaklarından dökülen paralar, altınlar tutuşturulmuş olan ateşin içine kayarak onu daha da alevlendirir. Böylece azabı bir kat daha artar.
Cehennemin diğer odalarından bu manzarayı gören ateş ehli şaşkınlıktan patlak gözlerle adama bakarlar. Şaşkınlığı geçenler ise tek tek sormaya başlar; “hey sen dünyadayken bize iyiliği tavsiye edipte, kötülükten men etmiyor muydun?” derler.
Acıyla küçük başındaki çelimsiz yüzünü buruşturarak; “Evet evet ben sizlere dini nasihatlerde bulunan birisiydim. Dini itibar kazanmak için aranızda dindar birisi olarak görünürdüm. Fakat sizlerden uzaklaşıp şeytanlarımla baş başa kalınca size söylediklerimin aksini yapardım. Sizleri kötülükten men ederken onu kendim yapar, iyiliği tavsiye ederken de ondan uzak dururdum. İşte bu halde dini bir nevi oyun eğlence ve kariyer basamağı yapmıştım. Şimdi ise yaptığım kötülüklerin karşılığını tek tek görüyorum.
Şu gördüğünüz sarkan bağırsaklarımdan çıkan altınlar, paralar oluşturduğum servetler şimdi ateşimin odunu oldu. Ah etmek fayda vermiyor. Keşke dünyadaki din bezirgânları da bundan haberdar olsalar. Artık pişmanlığım bana fayda vermiyor” dedi.
“Yazıklar olsun sana!” diye sesler yükseldi cehennem odalarının pencerelerinden. Dindarlık samimiyetten yoksunlaşınca cennet yelkenleri deliniyor ve cehennem çukurlarına doğru yol alıyordu.
Bu din tacirlerinin kapatıldığı odada bir grup daha vardı. Onların azabı ise daha farklıydı. Kuş başlı, fil göbekli bu insanların dili öylesine garip bir şekilde sarkıyordu ki dilleri, bedenlerinden daha uzun oluyordu. Bir köpeğin dilini, sarkıtıp soluması gibi upuzun dilini çıkarmış ayaklarının altındaki ateşe doğru sarkıtmıştı. Dilinde ise zakkum ağacının şeytan başlı dikenleri doluydu. Bu kuş baştan böyle bir dilin çıkması onu da garabet bir hale döndürüyordu.
Şeytan başlı dikenlerin arasından çil çil altınlar, mücevherler kayıyor ve doğruca ayaklarının altındaki ateşe düşüyordu. Onlar ateşe düştükçe alevler daha da kızgınlaşıyordu. Bu sırada dili tutuşuyor yavaş yavaş yanmaya başlıyordu. Feryatlar kalın ateşten duvarlara çarpıp tekrar kulakları sağır edercesine içerde yankılanıyordu. Dilinin yanmasına mı, ayaklarının altından kızıllaşmış aleve mi, yoksa yankılanan seslerin verdiği acıya mı yanacağını bilmiyordu. Debelenmeye başlıyordu. Bu sefer diline dolanıyor yerde yuvarlanıyordu.
Zebaniler ise başlarının üstünde dimdik duruyor sert sert bakıyordu. Ellerindeki kamçılar ise çelikten işlevini yapmaya devam ediyordu. Bu vuruşların sonucunda ateş deresine yuvarlanıyor ve içinde kayboluyorlardı.
Bu şekilde kurtulduklarını sanırken birden ateşin içinde yüzen bir canavar koca demir dişleriyle onları kıskıvrak yakalayıp ağızlarında öğütmeye başlıyordu. Fil göbeği eriyip bir çamur parçasına dönüşüyordu. Canavarın ağzından dışarıya atıldıktan sonra tekrar eski haline dönüyor ve yeniden başlıyordu macera. Ancak bu sefer yeni kostümleriyle sahneye çıkıyorlardı.
Ahmet dindar olmanın yeterli olmadığını anlamıştı. Asıl önemli olan dindarlıkta samimiyetti. Samimiyeti kaybederek dini bencil ihtiraslarına kurban edenlerin sonu hiçte iyi görünmüyordu.
Ateş şelalelerinin kaynadığı bu bölümü de geride bırakarak yeni bir kapıya doğru ilerlediler.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
İnsanı ateşe davet eden kibrin en önemli özelliği yaratana karşı kişiyi büyüklük gösterisinde bulunmaya sevk etmesiydi. Kendisini dev aynasında görerek varlık ve servetiyle övünüp kendinden aşağıdaki insanları hor ve hakir görmektedir. Bu ise
Yollarının üzerindeki yeni bir kapı duruyordu. Kapı ilk bakışta çok azametli görünüyordu. Ancak dikkatli bakınca kamburlaşmış yaşlı bir insanı andırıyordu. Bu kapı açılıp içeri girdiklerinde Ahmet şaşkınlığı yüzüne yansıdı. Burada diğerlerinden farklı bir manzara vardı. Anlaşılan her katın kendine has bir azap şekli vardı.
İnsanı ateşe davet eden kibrin en önemli özelliği yaratana karşı kişiyi büyüklük gösterisinde bulunmaya sevk etmesiydi. Kendisini dev aynasında görerek varlık ve servetiyle övünüp kendinden aşağıdaki insanları hor ve hakir görmektedir. Bu ise Allah’ın hoşnutsuzluğunu kazandırarak cehennem yoluna götüren adımlardan birisidir.
Şeytanı Yaratana yakınlık ünvanından düşüren unsur da bu değil miydi? Şeytan bir defa Allah’a isyan etmişti. Ancak bu isyan Allah’ın emri karşısında kibri beraberinde getirdiği için rahmetin dışına sürülmesine neden olmuştu.
Allah’ın emri, teslimiyet gösterilmesi gereken ve itaatle süslenmesi elzem en önemli yaşamsal faaliyetlerden birisidir. Ona karşı büyüklenmek hiçbir kula yakışmaz. Bu insanı kendi asli karakterinden uzaklaştırarak farklı kişiliklere yelken açmasına neden olur.
İşte dünyada Allah’ın emrine karşı büyüklenen şeytan yoldaşlarının buradaki hali doğrusu görülmeye değerdi. Zenginliğin, malın, mülkün, evladın, güç ve kudretin verdiği şımarıklıkla Allah’a karşı kibirlenenler için özel döşekler ve örtüler hazırlanmıştı.
Ateş ırmaklarının kenarına kurulu şatafatlı ateşten yataklar üzerine zebaniler tarafından sürüklenen gözleri bezgin ve sönük olan insanlar vardı. Belleri kamburlaşmış, elleri ayakları maymunlarınkine benzemişti. Üzerleri kara kara kıllarla kaplanmış garip varlıklara dönmüşlerdi. Belki de Allah’ın emrine karşı büyüklenmelerinden dolayı “Aşağılık maymunlar olun” sözünün tezahürü burada canlanıyordu.
Zebaniler sivri ve uzun mızraklarla onları dürtüyor ateşten yataklara doğru itekliyorlardı. Horlanmış ve küçülmüş olarak o dünyadaki büyüklüklerinden hiçbir eser kalmamış bir şekilde adeta sürülüyorlardı.
Ateşin yanına geldiklerinde dikkatlerini çeken şey ateşten yatağın altındaki tandırın tutuşturucuları oldu. O çok değer verdikleri koltukları, tahtları, servetleri, modaya uygun giysileri, orduları, oğulları tandırın tutuşturucusu olarak cayır cayır yanıyordu. Onların yanışı ise ateşi daha da alevlendiriyordu.
Ateşin şiddeti dünyadaki kazançlarıyla gerçekleşiyordu.
Melekler korusunun sesi odaların duvarlarında yankılanıyordu: “Hadi bakalım kurtarabilirseniz kurtarın canlarınızı elim ateşin şiddetinden. Allah’ın ayetlerine karşı büyüklük taslamanızın sonucu olarak bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız.”
Sesler ateşin azabından daha çok etkiliyordu kibirli ruhları. Zebaniler ellerindeki mızrakları bırakıp birer tasma alarak ateş yataklarına çekmeye başlıyorlardı. Ayak diretiyorlardı inatçı develer gibi ama bu çabaları nafileydi.
Zebaniler maymun kılıklı deve gibi büyük görünenlere şöyle sesleniyorlardı; “İşte şuradaki iğne deliğini görüyor musunuz? O delikten geçmedikçe cennete girmeniz mümkün olmayacak.”
Başlar eğik bir şekilde baygın gözlerle deliğe baktılar. Geçmeleri mümkün değildi. O halde cennet kendileri için hayal bile olamazdı. Duvarlardan akan lavlar deliğin yanından geçip doğruca dereye akıyordu. Ayaklarının altından hissetmeye başlamışlardı azabın yürekleri yakan acısını. Daha döşeğin üstüne çıkmamışlardı. Birden son bir umutla gözleri parıldadı. Ateş tandırını tutuşturan servetleri, çocukları, koltuk ve tahtları geldi aklına.
“Durun!” heyecanlı bir şekilde zebanilere dönerek güçsüz bir şekilde son kozlarını kullanmaya çalıştılar.
“Benim yerime şu övünç kaynağı, oğullarımı, servetimi, eşimi, tahtımı ve tacımı vereyim de ne olur beni bırakın” diye tek tek yakınmaya, feryat figan etmeye başladılar.
Ne şaşkınca bir istekti. Gerçekte sahibi olmadığı ancak geçici dünyanın metaı olarak kendisine sunulan ve onunla itibar elde ettiği nesneleri kurban olarak sunuyordu. Dünyada övündüğü ve onlarla büyüklük tasladığı şeyler sözde şimdi kefareti olacaktı. Ama boşuna bir istekti. Çünkü onların gerçek sahibi onları var eden ve insanlar için geçici bir geçim kaynağı olmak üzere ikram edilmiş nimetlerdi.
Gerçek sahibi olmadığı zenginliklerle övünmek aklın kıtlığına bir işarettir.
Son bir hamleyle kibirli ve ukala başları ateşten döşek üzerine secde edercesine düştü. Aşağıdan gelen şiddetli bir nefes alınlarından başlayarak kafatası derisini kavurup geçti.
Öylesine çirkin bir hal aldı ki bakanların midesini allak bullak ediyordu. Tiksindirici bir görüntüye bürünmüştü. O sırada üzerine tavandan ateşten bir örtüde iniverdi. Bedeni iki ateş arasında kalmıştı. Kavruldukça kavruluyordu. Ateşin şiddetinden vücudunda yanmayan yer kalmamış, en küçük hücrelere kadar ateşin hararetini hissetmişti.
“Eskilerin masalları, çağdışı, gerici, sıkma baş, pis sakallı, Allah mı o da ne, cennette hacı hocalarla kalacağıma, cehennemde günümü gün ederim” sözleri ateş rüzgârı olarak esiyordu döşeklerinin üstünde. Serinletmiyordu bu sözler, güldürmüyordu da.
Nefesleri yettiğinde soluk haykırışlarla bağırıyorlardı; “Yetiş ey ölüm yetiş, kurtar bizi” “Keşke bu günleri göreceğimize toprak olsaydık!”
Bu bağırışlarının fayda vermediği gören burnu kalkıklar son bir umutla ateş bekçilerine yalvarırlar, onlardan yardım dilenirler: “Ne olur ne olur Rabbinize dua edin, dua edin ki azabımızı birazcık olsun hafifletsin. Hiç olmazsa bir ne olur bir güncük olsun şu şiddetli azabın hafiflediği bir sabaha çıkalım” derler.
Cehennem bekçilerinin yüzlerinde asla müsamaha yoktur. Aldıkları emirleri yerine getirmenin onuruyla ayakta dimdik durmaktadırlar. Allah’ın ayetlerine karşı büyüklenenlerin alçaklık vurulmuş yüzlerinde pişmanlığın her tonu okunmaktadır. Ancak kendilerinde büyüklendikleri Rablerine bakacak yüz bulamadıkları için af dileme işini de gardiyanlarına havale ederler.
Cehennem gardiyanları da onlara gereken cevabı vermekte gecikmezler: “Size Allah’ın varlığını, cennet, cehennemi ve yapılan davranışların bir mutlaka karşılığının görüleceğini hatırlatan ve bunu defalarca anlatan peygamber gelme di mi?” derler. Burunları ateşe sürtünmüş olan kalkık burunlular:
-Evet evet bize bunları anlatan ve hatırlatan peygamber geldi gelmesine ama…
-Aması ne o zaman söyleyin bakalım. Madem siz hatırlatılan ve uyarılan bir topluluksunuz o halde aman dileyecekseniz, yalvaracaksanız siz kendiniz af dileyin. Ancak burada kibirlilerin yalvarması bir fayda vermez, derler.
Ateş döşeklerinde eğlenen kibirlilerin en dikkat çeken özelliklerinden birisi de burunlarıydı. Kendilerine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında ukalaca burunlarını kıvırıp, yüz çevirmişlerdi. Şimdi o kıvırdıkları burunları, ateşten döşeğin üzerinde pinokyonun burnu gibi uzayıp duruyordu.
Nihayet kendisini ateş deresine doğru çekiyordu. Burnunu kurtaramayan kibir budalası doğruca ateş deresine düşüyordu. Ateşin içinde kaybolduktan sonra bir müddet sonra yeniden ateş yüzüne çıkıyordu. Bedeni eskisi gibi azap görmemiş bir şekildeydi. Zebaniler tekrar ellerindeki mızrak ve tasmalarla yanı başlarında bitiyor ve azapları yineleniyordu.
Sahip olunan veya sahip kılınan imtiyazları tevazüye değil de, kişinin kibrine vesile oluyorsa ateş onlara ne yapacağını bilmektedir.
Kibir ateş yolunda atılan en emin adımlar olarak kişinin yol arkadaşı şeklinde boy gösteriyordu.
Cehennemin alevinin alçaltmayacağı hiçbir kibir yoktur. Ukala kibirliler bunu anlamış olmanın sonucu dünyadaki tüm varlıklarını bu azaba fidye olarak sunuyorlardı. Ancak sunacakları şey kendilerinin olmaktan çok uzaklaşmıştı. Şimdi sadece ateş tandırının tutuşturucu odunları olarak karşısına çıkmıştı.
Ateşten döşek kollarını açmış kibirlileri çağırıyordu.
Bu odanın yan tarafında farklı bir oda Ahmet’in gözüne çarptı. Meraklı bir şekilde oraya yöneldi.
Yollarının üzerindeki yeni bir kapı duruyordu. Kapı ilk bakışta çok azametli görünüyordu. Ancak dikkatli bakınca kamburlaşmış yaşlı bir insanı andırıyordu. Bu kapı açılıp içeri girdiklerinde Ahmet şaşkınlığı yüzüne yansıdı. Burada diğerlerinden farklı bir manzara vardı. Anlaşılan her katın kendine has bir azap şekli vardı.
İnsanı ateşe davet eden kibrin en önemli özelliği yaratana karşı kişiyi büyüklük gösterisinde bulunmaya sevk etmesiydi. Kendisini dev aynasında görerek varlık ve servetiyle övünüp kendinden aşağıdaki insanları hor ve hakir görmektedir. Bu ise Allah’ın hoşnutsuzluğunu kazandırarak cehennem yoluna götüren adımlardan birisidir.
Şeytanı Yaratana yakınlık ünvanından düşüren unsur da bu değil miydi? Şeytan bir defa Allah’a isyan etmişti. Ancak bu isyan Allah’ın emri karşısında kibri beraberinde getirdiği için rahmetin dışına sürülmesine neden olmuştu.
Allah’ın emri, teslimiyet gösterilmesi gereken ve itaatle süslenmesi elzem en önemli yaşamsal faaliyetlerden birisidir. Ona karşı büyüklenmek hiçbir kula yakışmaz. Bu insanı kendi asli karakterinden uzaklaştırarak farklı kişiliklere yelken açmasına neden olur.
İşte dünyada Allah’ın emrine karşı büyüklenen şeytan yoldaşlarının buradaki hali doğrusu görülmeye değerdi. Zenginliğin, malın, mülkün, evladın, güç ve kudretin verdiği şımarıklıkla Allah’a karşı kibirlenenler için özel döşekler ve örtüler hazırlanmıştı.
Ateş ırmaklarının kenarına kurulu şatafatlı ateşten yataklar üzerine zebaniler tarafından sürüklenen gözleri bezgin ve sönük olan insanlar vardı. Belleri kamburlaşmış, elleri ayakları maymunlarınkine benzemişti. Üzerleri kara kara kıllarla kaplanmış garip varlıklara dönmüşlerdi. Belki de Allah’ın emrine karşı büyüklenmelerinden dolayı “Aşağılık maymunlar olun” sözünün tezahürü burada canlanıyordu.
Zebaniler sivri ve uzun mızraklarla onları dürtüyor ateşten yataklara doğru itekliyorlardı. Horlanmış ve küçülmüş olarak o dünyadaki büyüklüklerinden hiçbir eser kalmamış bir şekilde adeta sürülüyorlardı.
Ateşin yanına geldiklerinde dikkatlerini çeken şey ateşten yatağın altındaki tandırın tutuşturucuları oldu. O çok değer verdikleri koltukları, tahtları, servetleri, modaya uygun giysileri, orduları, oğulları tandırın tutuşturucusu olarak cayır cayır yanıyordu. Onların yanışı ise ateşi daha da alevlendiriyordu.
Ateşin şiddeti dünyadaki kazançlarıyla gerçekleşiyordu.
Melekler korusunun sesi odaların duvarlarında yankılanıyordu: “Hadi bakalım kurtarabilirseniz kurtarın canlarınızı elim ateşin şiddetinden. Allah’ın ayetlerine karşı büyüklük taslamanızın sonucu olarak bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız.”
Sesler ateşin azabından daha çok etkiliyordu kibirli ruhları. Zebaniler ellerindeki mızrakları bırakıp birer tasma alarak ateş yataklarına çekmeye başlıyorlardı. Ayak diretiyorlardı inatçı develer gibi ama bu çabaları nafileydi.
Zebaniler maymun kılıklı deve gibi büyük görünenlere şöyle sesleniyorlardı; “İşte şuradaki iğne deliğini görüyor musunuz? O delikten geçmedikçe cennete girmeniz mümkün olmayacak.”
Başlar eğik bir şekilde baygın gözlerle deliğe baktılar. Geçmeleri mümkün değildi. O halde cennet kendileri için hayal bile olamazdı. Duvarlardan akan lavlar deliğin yanından geçip doğruca dereye akıyordu. Ayaklarının altından hissetmeye başlamışlardı azabın yürekleri yakan acısını. Daha döşeğin üstüne çıkmamışlardı. Birden son bir umutla gözleri parıldadı. Ateş tandırını tutuşturan servetleri, çocukları, koltuk ve tahtları geldi aklına.
“Durun!” heyecanlı bir şekilde zebanilere dönerek güçsüz bir şekilde son kozlarını kullanmaya çalıştılar.
“Benim yerime şu övünç kaynağı, oğullarımı, servetimi, eşimi, tahtımı ve tacımı vereyim de ne olur beni bırakın” diye tek tek yakınmaya, feryat figan etmeye başladılar.
Ne şaşkınca bir istekti. Gerçekte sahibi olmadığı ancak geçici dünyanın metaı olarak kendisine sunulan ve onunla itibar elde ettiği nesneleri kurban olarak sunuyordu. Dünyada övündüğü ve onlarla büyüklük tasladığı şeyler sözde şimdi kefareti olacaktı. Ama boşuna bir istekti. Çünkü onların gerçek sahibi onları var eden ve insanlar için geçici bir geçim kaynağı olmak üzere ikram edilmiş nimetlerdi.
Gerçek sahibi olmadığı zenginliklerle övünmek aklın kıtlığına bir işarettir.
Son bir hamleyle kibirli ve ukala başları ateşten döşek üzerine secde edercesine düştü. Aşağıdan gelen şiddetli bir nefes alınlarından başlayarak kafatası derisini kavurup geçti.
Öylesine çirkin bir hal aldı ki bakanların midesini allak bullak ediyordu. Tiksindirici bir görüntüye bürünmüştü. O sırada üzerine tavandan ateşten bir örtüde iniverdi. Bedeni iki ateş arasında kalmıştı. Kavruldukça kavruluyordu. Ateşin şiddetinden vücudunda yanmayan yer kalmamış, en küçük hücrelere kadar ateşin hararetini hissetmişti.
“Eskilerin masalları, çağdışı, gerici, sıkma baş, pis sakallı, Allah mı o da ne, cennette hacı hocalarla kalacağıma, cehennemde günümü gün ederim” sözleri ateş rüzgârı olarak esiyordu döşeklerinin üstünde. Serinletmiyordu bu sözler, güldürmüyordu da.
Nefesleri yettiğinde soluk haykırışlarla bağırıyorlardı; “Yetiş ey ölüm yetiş, kurtar bizi” “Keşke bu günleri göreceğimize toprak olsaydık!”
Bu bağırışlarının fayda vermediği gören burnu kalkıklar son bir umutla ateş bekçilerine yalvarırlar, onlardan yardım dilenirler: “Ne olur ne olur Rabbinize dua edin, dua edin ki azabımızı birazcık olsun hafifletsin. Hiç olmazsa bir ne olur bir güncük olsun şu şiddetli azabın hafiflediği bir sabaha çıkalım” derler.
Cehennem bekçilerinin yüzlerinde asla müsamaha yoktur. Aldıkları emirleri yerine getirmenin onuruyla ayakta dimdik durmaktadırlar. Allah’ın ayetlerine karşı büyüklenenlerin alçaklık vurulmuş yüzlerinde pişmanlığın her tonu okunmaktadır. Ancak kendilerinde büyüklendikleri Rablerine bakacak yüz bulamadıkları için af dileme işini de gardiyanlarına havale ederler.
Cehennem gardiyanları da onlara gereken cevabı vermekte gecikmezler: “Size Allah’ın varlığını, cennet, cehennemi ve yapılan davranışların bir mutlaka karşılığının görüleceğini hatırlatan ve bunu defalarca anlatan peygamber gelme di mi?” derler. Burunları ateşe sürtünmüş olan kalkık burunlular:
-Evet evet bize bunları anlatan ve hatırlatan peygamber geldi gelmesine ama…
-Aması ne o zaman söyleyin bakalım. Madem siz hatırlatılan ve uyarılan bir topluluksunuz o halde aman dileyecekseniz, yalvaracaksanız siz kendiniz af dileyin. Ancak burada kibirlilerin yalvarması bir fayda vermez, derler.
Ateş döşeklerinde eğlenen kibirlilerin en dikkat çeken özelliklerinden birisi de burunlarıydı. Kendilerine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında ukalaca burunlarını kıvırıp, yüz çevirmişlerdi. Şimdi o kıvırdıkları burunları, ateşten döşeğin üzerinde pinokyonun burnu gibi uzayıp duruyordu.
Nihayet kendisini ateş deresine doğru çekiyordu. Burnunu kurtaramayan kibir budalası doğruca ateş deresine düşüyordu. Ateşin içinde kaybolduktan sonra bir müddet sonra yeniden ateş yüzüne çıkıyordu. Bedeni eskisi gibi azap görmemiş bir şekildeydi. Zebaniler tekrar ellerindeki mızrak ve tasmalarla yanı başlarında bitiyor ve azapları yineleniyordu.
Sahip olunan veya sahip kılınan imtiyazları tevazüye değil de, kişinin kibrine vesile oluyorsa ateş onlara ne yapacağını bilmektedir.
Kibir ateş yolunda atılan en emin adımlar olarak kişinin yol arkadaşı şeklinde boy gösteriyordu.
Cehennemin alevinin alçaltmayacağı hiçbir kibir yoktur. Ukala kibirliler bunu anlamış olmanın sonucu dünyadaki tüm varlıklarını bu azaba fidye olarak sunuyorlardı. Ancak sunacakları şey kendilerinin olmaktan çok uzaklaşmıştı. Şimdi sadece ateş tandırının tutuşturucu odunları olarak karşısına çıkmıştı.
Ateşten döşek kollarını açmış kibirlileri çağırıyordu.
Bu odanın yan tarafında farklı bir oda Ahmet’in gözüne çarptı. Meraklı bir şekilde oraya yöneldi.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Kibrin ateş kardeşi olarak alaycı bakışların hükmettiği yüreklerin sahipleri bu odada bulunmaktaydı. Burası dünyada inanan insanlarla alay ederek onlarıKibrin ateş kardeşi olarak alaycı bakışların hükmettiği yüreklerin sahipleri bu odada bulunmaktaydı. Burası dünyada inanan insanlarla alay ederek onları küçümseyen bunun yanı sıra da malına ve servetine güvenerek insanları hor ve hakir görenlerin mekânıydı. Ahmet bu insanların durumuna baktığında ürktü. Yüzleri öylesine iğrenç bir hal almıştı ki bakmak insanın içini bulandırıyordu. Sahip oldukları servetleri, güzellikleri, yakışıklı hallerinden eser yoktu. Ateş yüzlerini yalıyor ve aynanın karşısında saatlerini harcadıkları ve insanları kendilerinden kaynaklanmayan güzelliklerinden dolayı hava attıkları çehrelerinin havası solmuştu. Yanaklarını şimdi ateşin rüzgârları şişiriyordu. O alay ettikleri dillerini ise ağızlarının içinde büyüyerek ayaklarının altına sarkıyordu. Ağızlarının içinden çıkan kocaman bir yılan ise önemsedikleri bedenlerine dolanarak sımsıkı sarıyor sonra onları yuvarlayarak ateş deresine doğru sürüklüyordu.Bunların yanında ise uzun direklere bağlanmış çirkin suratlı başka garabet insanlar bulunuyordu. Onlarda alaycılar tayfasındandı. Özgürlüğü inançtan bağımsızlaşma olarak algılamaktaydılar. İnançlarına sadakatte bulunanlarla az dalga geçmemişlerdi. Onların her halükarda doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmamalarını enayilik olarak görüyorlardı. İçkinin tadından mahrum kalmayı, kadeh tokuşturmanın zevkine erememeyi gericilik olarak değerlendiriyorlardı. Hele başörtüsünü inancının gereği olarak damarlarının her zerresine işlemiş olanları zevksiz zavallılar olarak değerlendiriyorlardı. İşte ateş onları her yanlarından kuşatmıştı. Tavan aheste aheste açıldı. Birden başlar yukarılara doğru çevrildi. Alay ettikleri insanlar başlarında elmastan taçlarla cennette Allah’a kul olma özgürlüğünün tadını çıkarıyorlardı. Her istedikleri ellerinin altındaydı. Yanlarında şarıl şarıl akan tertemiz nehirler vardı. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyordu. Ateş direklerine bağlı alaycılar hayretle onlara bakıyorlardı. Sonra kendi kendilerine; “Şunlar dünyada sapıtmış dediğimiz, gerici, yobaz insanlar değil mi? İçmesini, giymesini bilmeyen, güzelliklerini teşhirden kaçınan zavallılar değil mi? Ah! O zaman bize “hesap günü var, insanlar yaptıklarının hesabını verecek, dünyanın geçici süsüne ve Allah’ın size lütfettiği güzellikler kanmayın” demişlerdi de inanmamıştık. Nasıl da kaş ve gözlerimizle alay ederdik! Şimdi alay edilecek duruma düştük. Yazıklar olsun bize yazıklar.”Cennet ehli gülümseyerek dünyadaki samimiyetlerinin mükâfatını ebedi bir şekilde yaşayacakları yurtlarına çekildiler. Cennetin aydınlığı kayboldu. Cehennemliklerin odaları tekrar eski karanlık mahzene dönüştü. Ateş bir koca bir yılan gibi yüzlerinde dolaşıyordu. Ayaklarının altından ateş kaynıyordu. Yüzleri çirkinleştikçe çirkinleşiyordu. Allah’ın ayetleri ve samimi kullarıyla alay edenlerin durumu hiçte iyi görünmüyordu. Dünyanın kısa zamanı sona ermiş sahip oldukları tüm imkânlar kendilerinden uzaklaşmıştı. Allah’ın verdiği servetle insanlardan yüz çevirerek onları horlayanlar, Allah’ın verdiği güzellikle insanları günaha sürükleyip, bununla övünüp, güzelliklerini örtüleriyle süsleyenleri alaya alanlar şimdi pişmanlık ateşinde yanıyorlardı. Feryatlar figanlar göklerde yankılanıyordu. Ama cehennemim harareti ve homurtusu hepsini, bastırıyordu. Son çırpınışla koca yılanların dolaştığı dilleriyle hatalarını dile getirmeye çalışıyorlardı; “Allah’ım bizi dünyaya geri gönder gönder de bizim sana ne kadar samimi ve içten ibadet edeceğimizi gör! O zaman nasıl iyilerden olduğumuzu göreceksin. Ne olur bize bir defa daha mühlet ver!” Zebanilerin kahkahaları ateş zindanında yankılandı. Aslında alaycı taife söylediklerine kendileri de inanmıyorlardı. Zebanilerin gülüşü de bundan dolayıydı. Dünyada kendilerine ne kadar çok imkân ve mühlet verilmişti. Ama her zaman bu fırsatları geri teptiler sıkıntılı anlarından kurtuldukları her seferinde alaycı tavırlarını devam ettirdiler. Cehennemdeki bu feryatlara karşı ilahi bir nefes duyulur; “Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi biz de sizi unutuyoruz. Yeriniz ateştir ve oradan çıkarılmayacaksınız. Yardımcılarınızda olmayacaktır. Servetiniz, güzelliğiniz sizden uzaktır artık. Taptığınız putlarınızın size bir faydası dokunmayacaktır. Dünya hayatına aldanarak ayetlerimle ve inanan kullarımla alay etmenizin karşılığı olarak ateşin azabını tadın! Ayetlerimle ve inanan kullarımla alay edenlere yazıklar olsun.”“Yazıklar olsun bize yazıklar olsun bize! Ey ölüm gel al bizi artık al da kurtar” istemedikleri ölümü kurtarıcıları olarak görmeye başlamışlardı. Ama nafileydi bu istek ve talepler. Üzerlerine ateşin nefesi kapanıyordu. Zebanilerle baş başa yeni yurtlarında alaylarının karşılığını yaşıyorlardı. Ne kadar kibirli ve gururluydular. Sakalından dolayı inananları işten çıkaranlar, başörtüsünden dolayı kızları küçümseyen gözlerle süzenler, onları gördüklerinde yürekleri daralanlar, şimdi gerçekten ateşin girdabında lavların mengenesinde daralıyorlardı. Kibirliler, alaycılar ve sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için insanları işkenceye maruz bırakanlar kapı komşuları olarak dünyadaki isyanlarının karşılığını burada görürüler. İşte bir taifede yan tarafta bulunuyordu. Önlerine açılmış ateşten hendeklere bakıyorlardı. Yürekleri korkudan sanki yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Zebaniler ellerindeki çelikten kırbaçları zalimlerin sırtlarında şaklatıyorlardı. “Hatırlayın bakalım” diyorlardı. “Hatırlayın bakalım rabbimiz Allah’tır dedikleri için işkenceye tabi tuttuğunuz ve ateş çukurlarına attığınız insanların hallerini. Delicesine gülüyordunuz değil mi? Kahkahalarınız gökleri çınlatıyordu. Şimdi atılın bakalım siz de ateşten çukurlara. Nasılmış anlayın bakalım.”Ateş gürlüyordu. Nefesi öfke kokuyordu. Neredeyse yutacakmışçasına kollarıyla kendisine bakanları sarmaya çalışıyordu. Zincirlerinden bir boşansa zalimlerin vay halineydi. Ama zapt ediliyordu. Kendileri atılacaktı. İsteyerek atılmanın ne demek olduğunu hissedeceklerdi. Yanlarında bekleyen cehennem bekçilerine seslenirler; “Ey nöbetçi bu ateşe atılmaktansa söyle rabbin hiç değilse canımızı alsın da bu azabı tatmayalım.” Zebaniler ise; “Hayır hayır siz bu azabı yaşayacak ve inananlara çektirdiğiniz sizler de hissedeceksiniz. Kurtuluşunuz mümkün değil. Ölüm burada yoktur. Ölüm öldü artık. Burada ebediyet vardır. Birden yüksek sesle haykırılar; “Atlayııııııııın!” Ses yüreklerin en ücra köşelerine kadar korkuyu yaşatır. Tir tir titremektedirler. Sırtlarında şaklayan kamçı birden onları ateşin derinliklerine sürükler. İlk öncü yüreklerde başlar acı sonra bedenin her zerresinde hissedilir. “Yanmak kötü bir duyguymuş. Keşke atmasaydık” sözler anlam ifade etmiyordu. Ateş hafiflemiyordu. Yandıkça yanıyordu. Ateş çukurunun içinde kocaman akrepler çatallarıyla kendilerini karşılamaktadır. Gözleri çakmak çakmaktır. Çatalları ise keskin kılıçlardan daha keskindir. Ateş çukurlarına düşen zalimlerin gözlerine batırdıkları kollarını tekrar çektiklerinde gözleri de beraber gelir. Körelmişlerdir. Kan yerine irin akmaktadır oyulan göz damarlarından. Akreplerin bıraktığı zalimler yukarıya doğru çıkarlar. “Ya Rabbi biz dünyada görenlerdendik ne oldu böyle bize görmez olduk” “Sizler dünyada beni görmüyordunuz. Burada da görenlerden olmayacaksınız.” Sırada bekleyenler tek tek atılıyor ve inananlara yaşattıkları acının idrak edilemeyecek kadar büyüğünü yaşama serüvenlerine başlıyorlardı.Akrepler yılanlar kibirli, alaycı ve zalimlerin arkadaşı olarak kendilerine cehennem çukurlarında, zindanlarında ve direklerinde eşlik ediyorlardı. Alçaldıkça alçalıyorlardı dünya süslerinin, güzelliklerinin ve servetlerinin yakıcı girdabında. Aşağılara düşüyorlardı kendilerine ikram edilen nimetleri günah kazanma aracına dönüştürdükçe. Dünyada yaktıkları zavallıların ateşinde yanıyorlardı. İyilikten başka bir şey düşünmeyen zavallıların gönüllerini incitmenin ve onlara işkence etmenin ve alaya alarak küçümsemenin acısı kuşatıyordu yüreklerini en ücra köşesine kadar. Ahmet Malikle birlikte “yaşasın zalimler için cehennem” diyerek o odadan da ayrıldılar. Yeni bir kapı ve yeni gariplikler kendilerini bekliyordu. Bu kapının yanında yine zalimlerin bir diğer çeşidini içinde barındıran ve narın coşkulu kollarında dünyadaki zulmünün karşılığını gören bir kadının bulunduğu bir oda vardı. Bakalım bu kadının suçu neymiş neden dolayı zalimlerin bulunduğu odada bulunuyormuş.Ateş çukurundan lavlar ruhun tüm zerrelerini titretecek ve ürpertecek derecede şiddetli bir şekilde akıyordu. zebanilerin ellerindeki demir kamçılar kadının kocaman olmuş sırtında şaklıyordu. Kadının gözleri büyüyor büyüyordu. Bu sırada yavru bir kedi görülür. Ama birden tırnakları yavaş yavaş ayaklarının ucundan çıkarak uzamaya başlar. Zebanilerin kamçılarından daha keskin ve sivridir. Yavru kedi tırnaklarının büyümesi oranında büyümüştür. -Beni hatırladın mı ey zalim kadın?Ses yoktu, sadece acınma duygusuyla bakan gözler vardır. Ama bu gözler dünyadayken kedinin acılarına kör olmuştu. Şimdi de kendisinin acıları görülmez oluyordu. Kedi boğazdan gelen korkunç bir sesle sözünü tekrarladı;-Beni hatırladın mı? Odaya kapatmıştın, günlerce aç bırakmıştın. Miyavlamalarım ve acı haykırışlarım kaskatı kesilmiş kalbinde yankı bulamamıştı. Sonunda senin o hissiz kalbinin zalim gözleri önünde can vermiştim de hiç umursamamıştın. İşte şimdi cezanla kal baş başa.Bu sözleri söyledikten sonra uzun ve keskin tırnaklarıyla kadının yüzünü, gözünü cırmalamaya ve tırmalamaya başladı. Haykırışlar yükseliyordu kadının kurumuş dudaklarından. Ama karşılığında merhamet edecek kimsecikler yoktu. Yerdekilere merhamet etmeyene göklerdekiler de merhamet etmiyordu. Bu ilahi hitap dünyadayken hatırlatılmıştı. Zavallı ve kendisini savunmaktan aciz varlıklara zulmedenler karşılığının tastamam ahirette alıyorlardı. Ahiretin oluşu ne kadar güzeldi. Dünyada gücüne kuvvetine güvenerek insanlara zulmedenler ve haksızlık edenler, dünyadaki güçsüzlerin karşısında eğilmek zorunda kalıyor ve haklarını bir tamam ödüyorlardı. Bu da Allah’ın adaletinin bir tecellisi olarak gerçekleşiyordu. Bu olayı gördüğümde peygamberimizin bir hadisi aklıma geliverdi;Peygamberimiz; “Bir kadın kendisinin bir dişi veya erkek kedisi sebebiyle cehenneme girdi. Onu bağlamış; ne doyurmuş, ne de yerin haşaratından yemeye bırakmıştı. Nihayet hayvan zayıflıktan öldü” buyurmuşlar.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Şeytana tapanların kapısına gelmişlerdi. Ama bunlar sadece satanistler değildi. Onu kendileri için kılavuz görüp, onun gösterdiği yoldan giden ve kötülükleri kendisine şeytanınŞeytana tapanların kapısına gelmişlerdi. Ama bunlar sadece satanistler değildi. Onu kendileri için kılavuz görüp, onun gösterdiği yoldan giden ve kötülükleri kendisine şeytanın güzelleştirdiği kişilerdi. Kapısında yazılı iki ayet bulunuyordu;
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim mi?” Yasin/60
“Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır; Kim onu yoldaş edinirse bilsin ki şeytan kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir.” Hac/4
Ateşin alevli kolları onları saracaktı bir ateş sarmaşığı gibi. Öfkeden çatlayacakmışçasına hiddetli bir şekilde onları bekliyordu. Dünyadayken Rahmanı olan Allah’ı terk ederek onu arkadaş edinenler şimdi boyunlarını bükmüş kendileri için mukadder sonu bekliyorlardı. İşte kapı açılmış ve içeri girmişlerdi. Büyükçe bir ateş çukuru ve onun etrafında diz çökmüş bir vaziyette bekleyen insanlar vardı. Gözün alamayacağı kadar uçsuz bucaksız bir çukurdu. Ancak biraz daha yukarıdan bakıldığı zaman bu çukurlardan çok fazla olduğu anlaşılıyordu. Her bir ateş çukuru bir topluluk için hazırlanmıştı. Zebaniler her milletin önde gelen şeytan dostunu çağırıyor ve onu ellerindeki çelik mızraklarla ateşe sürüklüyorlardı. O sırada şeytanları onların yanı başında bulunuyordu. İleri gelenler şeytana dönerek öfke dolu bakışlarla onu süzüyordu. Gözlerinden neredeyse ateş fışkıracaktı. Ama zaten biraz sonra ateş gerçekten gözlerinden fışkıracaktı.
Kendilerine ateş rehberliği yapan şeytanlara karşı nefret dolu gözlerle baktıktan sonra şöyle haykırıyorlardı;
-“Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar bir mesafe olsaydı da seni tanımasaydım. Sen meğer ne kötü bir arkadaşmışsın” der.
Ancak şeytan da onlardan aşağı kalmıyordu. O da karşılık veriyordu;
-“Ben sizi ne zorladım, ne de baskı yaptım. Size gelin dedim, siz de hemen peşim sıra geldiniz. Bunda benim ne suçum var. Asıl suçlu sizsiniz! Beni suçlamayın. Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce beni Allah’a ortak koşmanızı da reddetmiştim.”
Dünyada nefsin hoşuna giden hususlarda ortaklaşa kurulan arkadaşlıklar burada düşmanlığa dönüşüyordu. Birbirini itham ediyorlardı. Bir bir ateşe atılıyorlardı. Cehennem kucağını açmış onları bağrına basıyordu. Allah’a isyan etmenin karşılığı ne acıydı.
Cehennemin etrafına diz çökmüş şekilde bekleyenlerden bazıları da kendilerinden biraz ileride gözlerine güzel görünen bir nehir fark ederler. Azabın şiddetinden kurtulmak için hemen ona doğru koşarlar. Kendilerini nehirin kollarına bırakırlar. Bu şekilde ateşin şiddetinden kurtulacaklarını sanırlar. Ama birden kendilerini kızgın ateşin kollarında bulurlar.
Dünyada güzel görünen çirkinliklerine karşı gözleri burada şaşı olmuştu. Haykırışlar, feryatlar, figanlar ateş çemberinde yankılanıyordu. Ama sızlanmalar bir fayda vermiyordu. Çünkü dünyada yapılan uyarılar bir fayda vermemişti. Yanlış arkadaşlıklar, gerçek acılar yaşatıyordu. Öylesine şiddetliydi ki, derilerinin tüm hücreleri acıyla kıvranıyordu. “İmdaaat” sözleri beyhude yankılanıyordu, cehennemin duvarlarında. Zebaniler ise sert bakışlarıyla onlara kurtuluş için hiç umut vermiyorlardı. Ellerindeki çelikten kamçılar bir inip bir kalkıyordu.Cehennemi tutuşturan tandıra baktıkları zaman şeytanların ateş odunu olduklarını gördüler. Allah’a karşı kibirlenmek ve isyana yönelmek, yapılan uyarıları dikkate almamak varlığı yakıcı azabın tutuşturan odunu haline getiriyordu. İnsanlar da onlara eşlik ediyorlardı.Kurtulmak istediklerinde başlarından aşağıya kaynar su dökülüyordu. Öylesine sıcaktı ki başlarını deliyor, karınlarına iniyor, oradan da ayaklarının altından dökülüyordu. Dünyada yaşadıkları tüm şeytanlıklar şimdi kendilerine ateş olarak sunuluyordu.
İkramda hiç kusur yoktu. Acıktıklarını söylediklerinde ise kendilerine müthiş bir tadı olan yiyecek veriliyordu. “Zakkum” öylesine dehşet bir yiyecekti ki yiyenlerin boğazlarını yırtıyor, sonra karnını deliyor ve bağırsaklarını parça parça ediyordu. Bu yetmez gibi öylesine pis bir kokusu vardı ki ateşin azabı neredeyse onun yanında sönük kalacaktı. “Eyvahlar olsun bize eyvahlar olsun! Ne yaptık ta bu şeytanın sözlerine uyduk. İşte şimdi ne kurtarıcımız var ne de yardımcımız” diye pişmanlıklarını acıyla dile getiriyorlardı.
-“Ey Rabbimiz bizi dünyaya geri döndür. Döndür de bak sana ne kadar iyi ibadet edeceğiz. Hem de şu melun şeytana tapmayı bırak onu kendimize en büyük düşman edineceğiz” diye bir kurtuluş yolu aramaya başladılar. Zebaniler ise bu isteklerine;
-“Dünyada size bir uyarıcı gelmedi mi? Şeytanın, Allah ve inananların düşmanı olduğunu söylemediler mi? O zaman hidayete kulak vermeyenler, yine vermeyecektir. Ateşin bol olsun” diye karşılık verirler.
İşte bir şeytan dostu dünyada sadece Allah’ın emri olduğu için örtünenleri gördüğü zaman;
-“Şunları görmeye tahammül edemiyorum. Göz zevkimi bozuyorlar. Hele şu sakallılar var ya onlar ruhumu daraltıyor. Onları namaz kılan sakallıları işyerimden çıkarın. Benim mekanımda bunlar gibilerine yer yok” diyordu.
Dünyada şeytan iyi arkadaştı. Cehennemi oyun sanıyorlardı. Kendileri gibi çapkınların, sapıkların, isyankârların, fuhşu güzel görenlerin arasında kalmayı, namazlı, niyazlı, örtülü, ibadetli insanların arasında olmaya tercih ediyorlardı. Ama şimdi bu tercihlerinin yanlış olduğunun farkına varmışlardı, ancak bu fark edişin kendilerine hiçbir faydası dokunmuyordu. Ateşten şelalelerin süslediği duvarlar, ateş çukurları, kaynar sular, irinli içecekler, dikenli yiyecekler dünyadan getirdiği günahların birer parçası olarak karşısına çıkıyordu. Gassak adlı bir pınar ise cehennemlikler için sürekli kaynayıp duruyordu. İşte şimdi şeytan dostları her susadıklarında bu sudan içerek tüm derilerini eriterek ateşin içine sürüklüyordu. Düşmanlığa dönen dünya dostluklarından Allah’a sığınarak bu kapıdan da çıktılar.
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim mi?” Yasin/60
“Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır; Kim onu yoldaş edinirse bilsin ki şeytan kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir.” Hac/4
Ateşin alevli kolları onları saracaktı bir ateş sarmaşığı gibi. Öfkeden çatlayacakmışçasına hiddetli bir şekilde onları bekliyordu. Dünyadayken Rahmanı olan Allah’ı terk ederek onu arkadaş edinenler şimdi boyunlarını bükmüş kendileri için mukadder sonu bekliyorlardı. İşte kapı açılmış ve içeri girmişlerdi. Büyükçe bir ateş çukuru ve onun etrafında diz çökmüş bir vaziyette bekleyen insanlar vardı. Gözün alamayacağı kadar uçsuz bucaksız bir çukurdu. Ancak biraz daha yukarıdan bakıldığı zaman bu çukurlardan çok fazla olduğu anlaşılıyordu. Her bir ateş çukuru bir topluluk için hazırlanmıştı. Zebaniler her milletin önde gelen şeytan dostunu çağırıyor ve onu ellerindeki çelik mızraklarla ateşe sürüklüyorlardı. O sırada şeytanları onların yanı başında bulunuyordu. İleri gelenler şeytana dönerek öfke dolu bakışlarla onu süzüyordu. Gözlerinden neredeyse ateş fışkıracaktı. Ama zaten biraz sonra ateş gerçekten gözlerinden fışkıracaktı.
Kendilerine ateş rehberliği yapan şeytanlara karşı nefret dolu gözlerle baktıktan sonra şöyle haykırıyorlardı;
-“Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar bir mesafe olsaydı da seni tanımasaydım. Sen meğer ne kötü bir arkadaşmışsın” der.
Ancak şeytan da onlardan aşağı kalmıyordu. O da karşılık veriyordu;
-“Ben sizi ne zorladım, ne de baskı yaptım. Size gelin dedim, siz de hemen peşim sıra geldiniz. Bunda benim ne suçum var. Asıl suçlu sizsiniz! Beni suçlamayın. Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce beni Allah’a ortak koşmanızı da reddetmiştim.”
Dünyada nefsin hoşuna giden hususlarda ortaklaşa kurulan arkadaşlıklar burada düşmanlığa dönüşüyordu. Birbirini itham ediyorlardı. Bir bir ateşe atılıyorlardı. Cehennem kucağını açmış onları bağrına basıyordu. Allah’a isyan etmenin karşılığı ne acıydı.
Cehennemin etrafına diz çökmüş şekilde bekleyenlerden bazıları da kendilerinden biraz ileride gözlerine güzel görünen bir nehir fark ederler. Azabın şiddetinden kurtulmak için hemen ona doğru koşarlar. Kendilerini nehirin kollarına bırakırlar. Bu şekilde ateşin şiddetinden kurtulacaklarını sanırlar. Ama birden kendilerini kızgın ateşin kollarında bulurlar.
Dünyada güzel görünen çirkinliklerine karşı gözleri burada şaşı olmuştu. Haykırışlar, feryatlar, figanlar ateş çemberinde yankılanıyordu. Ama sızlanmalar bir fayda vermiyordu. Çünkü dünyada yapılan uyarılar bir fayda vermemişti. Yanlış arkadaşlıklar, gerçek acılar yaşatıyordu. Öylesine şiddetliydi ki, derilerinin tüm hücreleri acıyla kıvranıyordu. “İmdaaat” sözleri beyhude yankılanıyordu, cehennemin duvarlarında. Zebaniler ise sert bakışlarıyla onlara kurtuluş için hiç umut vermiyorlardı. Ellerindeki çelikten kamçılar bir inip bir kalkıyordu.Cehennemi tutuşturan tandıra baktıkları zaman şeytanların ateş odunu olduklarını gördüler. Allah’a karşı kibirlenmek ve isyana yönelmek, yapılan uyarıları dikkate almamak varlığı yakıcı azabın tutuşturan odunu haline getiriyordu. İnsanlar da onlara eşlik ediyorlardı.Kurtulmak istediklerinde başlarından aşağıya kaynar su dökülüyordu. Öylesine sıcaktı ki başlarını deliyor, karınlarına iniyor, oradan da ayaklarının altından dökülüyordu. Dünyada yaşadıkları tüm şeytanlıklar şimdi kendilerine ateş olarak sunuluyordu.
İkramda hiç kusur yoktu. Acıktıklarını söylediklerinde ise kendilerine müthiş bir tadı olan yiyecek veriliyordu. “Zakkum” öylesine dehşet bir yiyecekti ki yiyenlerin boğazlarını yırtıyor, sonra karnını deliyor ve bağırsaklarını parça parça ediyordu. Bu yetmez gibi öylesine pis bir kokusu vardı ki ateşin azabı neredeyse onun yanında sönük kalacaktı. “Eyvahlar olsun bize eyvahlar olsun! Ne yaptık ta bu şeytanın sözlerine uyduk. İşte şimdi ne kurtarıcımız var ne de yardımcımız” diye pişmanlıklarını acıyla dile getiriyorlardı.
-“Ey Rabbimiz bizi dünyaya geri döndür. Döndür de bak sana ne kadar iyi ibadet edeceğiz. Hem de şu melun şeytana tapmayı bırak onu kendimize en büyük düşman edineceğiz” diye bir kurtuluş yolu aramaya başladılar. Zebaniler ise bu isteklerine;
-“Dünyada size bir uyarıcı gelmedi mi? Şeytanın, Allah ve inananların düşmanı olduğunu söylemediler mi? O zaman hidayete kulak vermeyenler, yine vermeyecektir. Ateşin bol olsun” diye karşılık verirler.
İşte bir şeytan dostu dünyada sadece Allah’ın emri olduğu için örtünenleri gördüğü zaman;
-“Şunları görmeye tahammül edemiyorum. Göz zevkimi bozuyorlar. Hele şu sakallılar var ya onlar ruhumu daraltıyor. Onları namaz kılan sakallıları işyerimden çıkarın. Benim mekanımda bunlar gibilerine yer yok” diyordu.
Dünyada şeytan iyi arkadaştı. Cehennemi oyun sanıyorlardı. Kendileri gibi çapkınların, sapıkların, isyankârların, fuhşu güzel görenlerin arasında kalmayı, namazlı, niyazlı, örtülü, ibadetli insanların arasında olmaya tercih ediyorlardı. Ama şimdi bu tercihlerinin yanlış olduğunun farkına varmışlardı, ancak bu fark edişin kendilerine hiçbir faydası dokunmuyordu. Ateşten şelalelerin süslediği duvarlar, ateş çukurları, kaynar sular, irinli içecekler, dikenli yiyecekler dünyadan getirdiği günahların birer parçası olarak karşısına çıkıyordu. Gassak adlı bir pınar ise cehennemlikler için sürekli kaynayıp duruyordu. İşte şimdi şeytan dostları her susadıklarında bu sudan içerek tüm derilerini eriterek ateşin içine sürüklüyordu. Düşmanlığa dönen dünya dostluklarından Allah’a sığınarak bu kapıdan da çıktılar.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Nihayet cehennemin en alt tabakalarına geliyorlardı. İnkâr, nankörlük, dünyayı ahirete tercih edişlerin sonunda varacağı kapı açılmak üzereydi. Dünyada yok saydıkları ve yaşamlarını yokluğu üzerine kurdukları gerçek şimdi karşılarında hiçbir yalanlamaya mahal bırakmayacak derecede açık ve net duruyordu. Nihayet cehennemin en alt tabakalarına geliyorlardı. İnkâr, nankörlük, dünyayı ahirete tercih edişlerin sonunda varacağı kapı açılmak üzereydi. Dünyada yok saydıkları ve yaşamlarını yokluğu üzerine kurdukları gerçek şimdi karşılarında hiçbir yalanlamaya mahal bırakmayacak derecede açık ve net duruyordu.
Karşılarında duran kapının üzerinde iki ayet yazıyordu;
“Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz.” (Müminun/117)
“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” Bakara/257
Allah’ı inkâr eden ve dünya hayatını ahirete tercih edenler için aydınlık şimdi çok uzaklarda kalmıştı. Para, şöhret, şehvet dolu ve inananlarla alay ettikleri günler gerilerde kalmıştı. Şimdi boyunlarında tasmalarla cehennemin çukurlarının tam önünde bulunuyorlardı. Yok saydıkları ve gelmesini mümkün görmedikleri gün şimdi apaçık karşılarında kendilerine gülüyordu. Kollarını açmış ateş çukurları kıp kızıl gülücüklerle kendilerini bekliyordu.
Yüzleri kapkaraydı. Dünyada övündükleri güzelliklerinden eser yoktu. Şimdi korkudan dehşete düşmüş bir halde ne yapacaklarının şaşkınlığını yaşıyorlardı. Daha şimdiden dev ter dalgaları boyunlarından ayaklarına kendilerini kuşatıyordu. Zebaniler aşağılık damgası vurulmuş alınlarına ellerindeki kızgın mühürlerle “inkârcılar kahrolsun” mührünü vuruyorlardı. Hiç hesaba çekilmelerine gerek kalmamıştı, alınlarına vurulmuş aşağılık mühründen dolayı.
Ateş bütün harareti ve sabırsızlığıyla onları içine almak için ileriye doğru atılıyordu. Geriye kaçmak istiyorlardı ama ne mümkün… Kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Ne mal, mülk, ne evlat, ne servet ne de oturduklarında sahiplendikleri o hırs dolu koltukları kendilerine yer açmıyordu. Bir adım geri atmak istediklerinde zebanilerin o ateşten daha hararetli çelikten mızraklarının sivri ucu bedenlerine engel oluyordu. Önlerinde ateş, arkalarında zebaniler kaçmaya imkân yoktu.
Ellerine alıp un ufak ettikleri kemik parçalarını hatırlıyorlardı. “Çürümüş bu kemik parçalarını kim diriltecek” diye alay ediyorlardı ve inkârları için bir delil sayıyorlardı. Ancak o kemik parçaları toprağa atılan bir tohum gibi tekrar yeşermişti. Fakat kendilerinin tekrar dirilen bedenleri leş gibi kokuyor ve bütün vücutları buruş buruştu. İkide bir boyunlarındaki tasmalardan kurtulmak için sağa sola başlarını sallıyorlardı ama nafile bir uğraştı. Yakıtı taşlar ve insanlar olan cehennemin yanı başında durduklarında inkârcılara şöyle seslenildi;
“Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!” (Ahkaf/20)
İnkarın insanı sürüklediği çöl sonunda uçsuz bucaksız cehennemle noktalanmıştı. Bitimsiz denilen zevkler ve eğlenceler sona ermiş, ölümsüz denilen tüm bedenler toprağa serilmişti. İşte insanları hor ve hakir görme, Allah’a nankörlük etme ve O yüceliğin zirvesi tek baki olan varlığı yok saymanın cezasıyla karşı karşıyaydılar.
İnkâr edenler bu gözlerin yanılmadığı ve yalanlamanın mümkün olmadığı günle karşılaştıklarında şöyle demeye başladılar;
"Keşke, bana kitabım verilmeseydi! Şu hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.” (Hakka/25-29)
Dünya serap olmuş hakikat gözlerin inananların aydınlığı inkârcıların korkusu olmuştu. Artık iman ve Salih amelden başka hiçbir geçerli akçenin olmadığı bir zaman dilimine gelinmişti.
Korku dolu bekleyiş yankılanan bir sedayla sona eriyor ve inkarcıları bekleyen sona geliniyordu;
“Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın; Sonra alevli ateşe atın onu! Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! Çünkü o, ulu Allah`a iman etmezdi, Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun candan bir dostu yoktur. İrinden başka yiyecek de yoktur. Onu (bile bile )hata işleyenlerden başkası yemez.”(Hakka/30-37
Ateş çukurlarının önünde bekleyenler tek tek yakalanıyor ve yetmiş arşın uzunluğundaki zincirlere bağlanıyorlardı. Sahip olunan nimetlerin hakkını vermeyen inkârcılar Yeni Dünya’nın ilk azabıyla karşı karşıya kalmışlardı.
Kollarını açıp kendilerini bekleyen ateş zincirlerin savurmasıyla onları kucaklarına çektiler. İnkârcılar için ateş çukurları cayır cayır yanıyordu. Ama asıl acı olanı ateşten çıktıktan sonraki halleriydi. Zebaniler ellerindeki yetmiş arşın uzunluğundaki zincirleri çekmeye başlıyorlardı. Yetmiş arşın uzunluğundaki ateş çukurlarından yavaş yavaş Allah’ı görmezden gelenler çıkıyorlardı. Zincirlerin ucundan çıkanların sergilediği görüntünün karşısında en korkunç korku filmleri bile basit kalırdı. Zincirlerin ucunda derileri kemiklerinden soyulmuş bedenler görülmeye başlamıştı. Deriler yılanın deri değiştirmesine benzer bir şekilde kemiklerden iniyordu. Vücut tüm iğrençliği ve çirkinliğiyle gözler önüne sergileniyordu. İnkârcılar kendi bedenlerine bakmaya korkuyorlardı. Acı tarifi imkânsız denecek kadar büyük ve dehşetti.
Zincirler tekrar sallanıyor ve ateş çukuruna doğru savruluyordu. Yetmiş arşınlık zincirin savrulması sonucu cehennemin hararetli kucağına düşüyorlardı. Cehennem onları yakalayıp içine aldıkça daha da gayrete geliyordu; “Daha yok mu daha yok mu Allah’ı inkâr eden onları da alayım kollarıma!” diye haykırıyordu.
Zincir tekrar çekiliyor ve yine aynı manzarayla karşı karşıya kalınıyordu. Ama bu sefer daha korkunç bir sahne beliriyordu. Deriler soyuluyor bu esnada çehrelerindeki etler de yavaşça zincirin üzerinden aşağıya doğru iniyor ve dişlerini açıkta bırakarak onları garabet varlıklar haline döndürüyordu.
Ölüm inkârcıların gözlerine bir kurtuluş kapısı olarak görünüyordu. İstemedikleri ve yaşamın bin yıl daha olmasını istedikleri hayatı burada istemiyorlardı. Çünkü inkâr ettikleri ve karşılaşmayı ummadıkları gerçekle yüzleşmişlerdi.
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.
Onlar orada: “Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!” diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fatır/36-37)
Dünya gözlerinde canlanıyordu. Neydi o günler! Hiç gelmeyeceğini zannettikleri ahireti inkar ederek her türlü haksızlık ve zulmü gerçekleştirmiş ve zevk içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Gerçi sıkıntılı günleri de olmuştu ama olsun burada bu azabı yaşamaktansa şimdi dünyadaki en büyük sıkıntılara bile razıydılar. O hayata tekrar dönmek için feryat figan ediyorlardı. Ama gereken cevap verilmişti; Düşünecek ve ibret alacak kadar yaşamışlardı. Şimdi dünyaya tekrar dönseler yine aynı inkârları üzerine yaşam felsefesi geliştireceklerdi.
Sözleri ateşlerin kızıllığında kayboluyordu. Zebanilerin elerindeki yetmiş arşın zincirler havada kavislenerek inkârcıların derileri soyulmuş bedenlerinde şakladı. “Tadın inkâr ettiğiniz ateşin azabını!” sözleri ateş çukurlarının üstünde yankılandı.
Gözyaşını akıtamadıkları gözleri alevlerin şiddetinden kıpkırmızı olmuştu. Cehennemin hararetinden sarkmış dudaklarının arasından görülen dişleri oynamaya başlamıştı. Geç gelen pişmanlığın nefesi kokuyordu sözlerden;
“Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!” (Mülk/10)
Güvendikleri servetleri şimdi kaynayan ateş tandırının odunları olarak kendilerini ateş çukurlarına çekiyordu. Güzellikleri kendilerinden uzaklaşıp gitmiş iğrenç bir görüntüye bürünmüşlerdi. Kendileri için gece gündüz yanıp tutuştukları evlatları ise şimdi kendilerinden çok uzakta ateşlerine engel olamıyordu. Ancak bazı inkarcılar dünyada imanı seçip Allah’ı yüceltmelerinden dolayı haksızlık ve şiddet gösterdikleri evlatlarını şimdi açılan ateş zindanının tavanında görüyorlardı;
“Baba, anne beni görüyor musunuz? Bakın şimdi ne kadar büyük bir mutluluğun içindeyim. Şayet sizi dinlemiş olsaydım şimdi ben de sizinle birlikte bu korkunç ateş çukurlarının içinde iğrenç şekilde azabı tadıyor olacaktım. Beni sizden esirgeyen Allah’ıma sonsuz şükürler ve senalar olsun” dedikten sonra yavaş yavaş çekildi. Açılan kapının kapanması sonrasında oda tekrar eski karanlığına ve kızıllığına büründü.
Azabın bu görünen yüzüydü. Şimdi kapılar kapanıyor ve verilen ömrü heba etmenin ve Allah’ı inkâr etmenin cezası daha da artarak inkârcıların yüzlerinden dericiklerine işleyecek bir ateşle baş başa kalıyorlardı.
“Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.” (Müminun/104)
“Resulüm! Kâfirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların: "Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?" demeleridir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar (kıyamet gününde) boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacaklardır!” (Rad/5)
“inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!" (denilir).”(Hac/19-22)
“İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından (saran) ateşi savamayacakları, kendilerine yardım dahi edilmeyeceği zamanı bir bilselerdi!” (Ebiya/39)
“İnkâr edenlerin cehennem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşti.” (Mümin/6)
Karşılarında duran kapının üzerinde iki ayet yazıyordu;
“Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz.” (Müminun/117)
“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” Bakara/257
Allah’ı inkâr eden ve dünya hayatını ahirete tercih edenler için aydınlık şimdi çok uzaklarda kalmıştı. Para, şöhret, şehvet dolu ve inananlarla alay ettikleri günler gerilerde kalmıştı. Şimdi boyunlarında tasmalarla cehennemin çukurlarının tam önünde bulunuyorlardı. Yok saydıkları ve gelmesini mümkün görmedikleri gün şimdi apaçık karşılarında kendilerine gülüyordu. Kollarını açmış ateş çukurları kıp kızıl gülücüklerle kendilerini bekliyordu.
Yüzleri kapkaraydı. Dünyada övündükleri güzelliklerinden eser yoktu. Şimdi korkudan dehşete düşmüş bir halde ne yapacaklarının şaşkınlığını yaşıyorlardı. Daha şimdiden dev ter dalgaları boyunlarından ayaklarına kendilerini kuşatıyordu. Zebaniler aşağılık damgası vurulmuş alınlarına ellerindeki kızgın mühürlerle “inkârcılar kahrolsun” mührünü vuruyorlardı. Hiç hesaba çekilmelerine gerek kalmamıştı, alınlarına vurulmuş aşağılık mühründen dolayı.
Ateş bütün harareti ve sabırsızlığıyla onları içine almak için ileriye doğru atılıyordu. Geriye kaçmak istiyorlardı ama ne mümkün… Kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Ne mal, mülk, ne evlat, ne servet ne de oturduklarında sahiplendikleri o hırs dolu koltukları kendilerine yer açmıyordu. Bir adım geri atmak istediklerinde zebanilerin o ateşten daha hararetli çelikten mızraklarının sivri ucu bedenlerine engel oluyordu. Önlerinde ateş, arkalarında zebaniler kaçmaya imkân yoktu.
Ellerine alıp un ufak ettikleri kemik parçalarını hatırlıyorlardı. “Çürümüş bu kemik parçalarını kim diriltecek” diye alay ediyorlardı ve inkârları için bir delil sayıyorlardı. Ancak o kemik parçaları toprağa atılan bir tohum gibi tekrar yeşermişti. Fakat kendilerinin tekrar dirilen bedenleri leş gibi kokuyor ve bütün vücutları buruş buruştu. İkide bir boyunlarındaki tasmalardan kurtulmak için sağa sola başlarını sallıyorlardı ama nafile bir uğraştı. Yakıtı taşlar ve insanlar olan cehennemin yanı başında durduklarında inkârcılara şöyle seslenildi;
“Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!” (Ahkaf/20)
İnkarın insanı sürüklediği çöl sonunda uçsuz bucaksız cehennemle noktalanmıştı. Bitimsiz denilen zevkler ve eğlenceler sona ermiş, ölümsüz denilen tüm bedenler toprağa serilmişti. İşte insanları hor ve hakir görme, Allah’a nankörlük etme ve O yüceliğin zirvesi tek baki olan varlığı yok saymanın cezasıyla karşı karşıyaydılar.
İnkâr edenler bu gözlerin yanılmadığı ve yalanlamanın mümkün olmadığı günle karşılaştıklarında şöyle demeye başladılar;
"Keşke, bana kitabım verilmeseydi! Şu hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.” (Hakka/25-29)
Dünya serap olmuş hakikat gözlerin inananların aydınlığı inkârcıların korkusu olmuştu. Artık iman ve Salih amelden başka hiçbir geçerli akçenin olmadığı bir zaman dilimine gelinmişti.
Korku dolu bekleyiş yankılanan bir sedayla sona eriyor ve inkarcıları bekleyen sona geliniyordu;
“Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın; Sonra alevli ateşe atın onu! Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! Çünkü o, ulu Allah`a iman etmezdi, Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun candan bir dostu yoktur. İrinden başka yiyecek de yoktur. Onu (bile bile )hata işleyenlerden başkası yemez.”(Hakka/30-37
Ateş çukurlarının önünde bekleyenler tek tek yakalanıyor ve yetmiş arşın uzunluğundaki zincirlere bağlanıyorlardı. Sahip olunan nimetlerin hakkını vermeyen inkârcılar Yeni Dünya’nın ilk azabıyla karşı karşıya kalmışlardı.
Kollarını açıp kendilerini bekleyen ateş zincirlerin savurmasıyla onları kucaklarına çektiler. İnkârcılar için ateş çukurları cayır cayır yanıyordu. Ama asıl acı olanı ateşten çıktıktan sonraki halleriydi. Zebaniler ellerindeki yetmiş arşın uzunluğundaki zincirleri çekmeye başlıyorlardı. Yetmiş arşın uzunluğundaki ateş çukurlarından yavaş yavaş Allah’ı görmezden gelenler çıkıyorlardı. Zincirlerin ucundan çıkanların sergilediği görüntünün karşısında en korkunç korku filmleri bile basit kalırdı. Zincirlerin ucunda derileri kemiklerinden soyulmuş bedenler görülmeye başlamıştı. Deriler yılanın deri değiştirmesine benzer bir şekilde kemiklerden iniyordu. Vücut tüm iğrençliği ve çirkinliğiyle gözler önüne sergileniyordu. İnkârcılar kendi bedenlerine bakmaya korkuyorlardı. Acı tarifi imkânsız denecek kadar büyük ve dehşetti.
Zincirler tekrar sallanıyor ve ateş çukuruna doğru savruluyordu. Yetmiş arşınlık zincirin savrulması sonucu cehennemin hararetli kucağına düşüyorlardı. Cehennem onları yakalayıp içine aldıkça daha da gayrete geliyordu; “Daha yok mu daha yok mu Allah’ı inkâr eden onları da alayım kollarıma!” diye haykırıyordu.
Zincir tekrar çekiliyor ve yine aynı manzarayla karşı karşıya kalınıyordu. Ama bu sefer daha korkunç bir sahne beliriyordu. Deriler soyuluyor bu esnada çehrelerindeki etler de yavaşça zincirin üzerinden aşağıya doğru iniyor ve dişlerini açıkta bırakarak onları garabet varlıklar haline döndürüyordu.
Ölüm inkârcıların gözlerine bir kurtuluş kapısı olarak görünüyordu. İstemedikleri ve yaşamın bin yıl daha olmasını istedikleri hayatı burada istemiyorlardı. Çünkü inkâr ettikleri ve karşılaşmayı ummadıkları gerçekle yüzleşmişlerdi.
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.
Onlar orada: “Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!” diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fatır/36-37)
Dünya gözlerinde canlanıyordu. Neydi o günler! Hiç gelmeyeceğini zannettikleri ahireti inkar ederek her türlü haksızlık ve zulmü gerçekleştirmiş ve zevk içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Gerçi sıkıntılı günleri de olmuştu ama olsun burada bu azabı yaşamaktansa şimdi dünyadaki en büyük sıkıntılara bile razıydılar. O hayata tekrar dönmek için feryat figan ediyorlardı. Ama gereken cevap verilmişti; Düşünecek ve ibret alacak kadar yaşamışlardı. Şimdi dünyaya tekrar dönseler yine aynı inkârları üzerine yaşam felsefesi geliştireceklerdi.
Sözleri ateşlerin kızıllığında kayboluyordu. Zebanilerin elerindeki yetmiş arşın zincirler havada kavislenerek inkârcıların derileri soyulmuş bedenlerinde şakladı. “Tadın inkâr ettiğiniz ateşin azabını!” sözleri ateş çukurlarının üstünde yankılandı.
Gözyaşını akıtamadıkları gözleri alevlerin şiddetinden kıpkırmızı olmuştu. Cehennemin hararetinden sarkmış dudaklarının arasından görülen dişleri oynamaya başlamıştı. Geç gelen pişmanlığın nefesi kokuyordu sözlerden;
“Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!” (Mülk/10)
Güvendikleri servetleri şimdi kaynayan ateş tandırının odunları olarak kendilerini ateş çukurlarına çekiyordu. Güzellikleri kendilerinden uzaklaşıp gitmiş iğrenç bir görüntüye bürünmüşlerdi. Kendileri için gece gündüz yanıp tutuştukları evlatları ise şimdi kendilerinden çok uzakta ateşlerine engel olamıyordu. Ancak bazı inkarcılar dünyada imanı seçip Allah’ı yüceltmelerinden dolayı haksızlık ve şiddet gösterdikleri evlatlarını şimdi açılan ateş zindanının tavanında görüyorlardı;
“Baba, anne beni görüyor musunuz? Bakın şimdi ne kadar büyük bir mutluluğun içindeyim. Şayet sizi dinlemiş olsaydım şimdi ben de sizinle birlikte bu korkunç ateş çukurlarının içinde iğrenç şekilde azabı tadıyor olacaktım. Beni sizden esirgeyen Allah’ıma sonsuz şükürler ve senalar olsun” dedikten sonra yavaş yavaş çekildi. Açılan kapının kapanması sonrasında oda tekrar eski karanlığına ve kızıllığına büründü.
Azabın bu görünen yüzüydü. Şimdi kapılar kapanıyor ve verilen ömrü heba etmenin ve Allah’ı inkâr etmenin cezası daha da artarak inkârcıların yüzlerinden dericiklerine işleyecek bir ateşle baş başa kalıyorlardı.
“Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.” (Müminun/104)
“Resulüm! Kâfirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların: "Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?" demeleridir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar (kıyamet gününde) boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacaklardır!” (Rad/5)
“inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: "Tadın bu yakıcı azabı!" (denilir).”(Hac/19-22)
“İnkâr edenler, yüzlerinden ve sırtlarından (saran) ateşi savamayacakları, kendilerine yardım dahi edilmeyeceği zamanı bir bilselerdi!” (Ebiya/39)
“İnkâr edenlerin cehennem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşti.” (Mümin/6)
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
İnkârcıların bitişiğindeki yeni bir kapının önündeydiler. Artık cehennemin en alt tabakasına çok az kalmıştı. Bunlar hemen hemen birbirine yakın grup sayılırlardı. İşte en altın yanındaki kapının üzerinde de şöyle yazıyordu;“Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer tanrı olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Hâlbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır.” (Enbiya/98-99)İşte Allah ve Resulleri ile alay ederek kendilerinde yeni tanrılar, putlar ve tapılacak heykeller icat edenlerin buluştuğu mekân... Allah’a karşı dik tuttukları başlarının ve kibirden Allah’ın huzurunda eğmedikleri bedenlerinin yüz üstü sürüneceği ve ateş rüzgârlarıyla dağlanacağı ve ateşten çukurlara alaşağı edilecekleri mekân…Allah’ı birleyen peygamberlere karşı tanrılarının çokluğuyla övünenlerin tanrılarının kendilerinden nasıl uzaklaştığını ve yalnızlığa mahkûm edileceklerini görecekleri mekân… Kapı yavaşça açıldı. İçeriye adımlarını attıklarında büyük cehennem çukurlarının önünde yüz üstü yatmış garip insanlar gördüler. Kocaman başlarına karşılık küçücük bedenleriyle sıralarının gelmesine bekleyen kurbanlık koyunlar gibi duruyorlardı. Şimdi o koca başlarını kaldıramıyor ve dünyada kendilerine yalvardıkları putları onlara zerre kadar bile yardım edemiyordu. Tapılan putlar da sıralarını bekliyorlardı. Ancak içlerinden cansız olanlar ve kendilerini tanrı ilan edenler farklı farklı yerlerde duruyorlardı. Daha azap başlamadan aralarında tartışma başlamış ve birbirini suçluyorlardı. Tapanlar ve tapılanlar… Dünya serveti ve zenginliği üzerine kurulu olan dostlukların düşmanlığa dönüştüğü yerdeydiler. Ne tapanlar artık o heykellerini yapıp ta yücelttikleri varlıklara saygı duyuyor ne de tapılanlar kendilerine tapanlardan dolayı gururlanıyorlardı. Yüzlerinde suçluluk kasırgaları esiyordu. Şirklerinden dolayı kararmış ve çirkin bir görünüm almış yüzleri bakılacak gibi değildi.Ateşin etrafında durmuş endişeli gözlerle çevrelerine bakıyorlardı. Kendilerini kurtaracak o tanrı müsveddelerini bekliyorlardı. Ama nafileydi bekleyiş ve kaçınılmaz son tam karşılarında durmaktaydı. Ateş çukur…Bu hakikat daha dünyadayken hatırlatılmış ama vahyin nefesine sağır olanlar şimdi soluksuz bir şekilde azabı bekliyorlardı. İşte bu sıra bir nida duyulur;“Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?” (Enam/22)Allah kendisine ortak koşulmasının anlamsızlığını her peygamberi ve kitabıyla açıkça gündemleştirmişken, müşrikler bu hakikate görmezden gelmişlerdi. İşte şimdi tanrı diye yalvardıkları varlıkların kendilerine yardım etmesi isteniyordu. Ateşin rüzgârları yalıyordu yüzlerini. Yavaş yavaş acı hissettiriliyordu. Ancak müşrikler inkâr edemeyecekleri bu gerçeklik karşısında kendilerini inkara yönelirler. Aslında böyle bir tanrılık iddiasında bulunmadıklarını ve tek gerçek mabudun Allah olduğunu ikrar ederler;"Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!" (Enam/23)Kendilerine güvenip, peşinden gittikleri ve yoluna canlarını koydukları sözde tanrılar ortalıkta görünmüyorlardı. Kendilerine yardımları dokunmayanların başkalarına yardımı nasıl mümkün olabilirdi ki. İşte onlar da ateş odunları olarak cehennemi tutuşturuyorlardı. Dünya menfaati üzerine kurulu dostluklar ve tanrı gibi yüceltilen varlıklarla yüceltenler ateşin karşısında tüm bağlarını koparmış ve birbirinden uzaklaşmaya başlamışlardı. “Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara/167) Firavun, Nemrut ve benzeri küfür önderleri dünyada kendilerinin tanrılığını ilan etmiş ve insanların kendilerine tapmalarını istemişlerdi. İşte şimdi gruplar hali,nde önderlerinin arkasında duranlar kahırlarından onlara feryat ediyorlardı. Ama buradaki feryatları bir fayda sağlamayacaktı. Çünkü dünyada hidayet önderleri kendilerine onların tanrı olamayacağını ve hiçbir şeyin Allah’a denk tutulamayacağı sözlerini kulak arkası etmiş ve onları yalanlamışlardı. Firavun ve benzeri önderlerde asla o dünyadaki kibir görünmüyordu. Yüzleri kapkara kesilmiş atılacakları ateş çukurları içinde çekecekleri azabın acısıyla kahroluyorlardı. Hele peygamberlerden bazılarını Allah’a denk tutarak onu ilahlık mevkine çıkaranlar yok mu onlar daha şiddetli bir azabın çevresinde bekliyorlardı. Ateş hiddetinden neredeyse daha onlar atılmadan yakalayacaktı. Ürkektiler. O dünyadaki cesaretlerinden eser kalmamıştı. Şimdi peygamberlerden üzerinden nemalandıkları o çıkar ilişkisi sona ermişti. Şimdi dünya hayal ediliyor ve pişmanlığın fayda vermediği günde pişmanlık denizinde kürek çekiyorlardı;“Onların ateşin karşısında durdurulup "Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!"dediklerini bir görsen!”(Enam/27)Lanetler, haykırışlar, inkârlar ve suçlamalar havalarda uçuşuyordu. Herkes birbirini suçluyor ve bu kötü sonun karşısındakinden kaynaklandığını iddia ediyordu. Hiç kimse kendi iradesi ve benliğinden kaynaklandığını söyleyemiyordu. Sanki bu başlarına gelecek akıbeti değiştirecekmiş gibi kendi kendilerini inkâr ediyorlardı. Ve zaman gelmişti. Emir verildi! “Yüz üstü sürünün” korkudan bedenler titremeye ve çırpınmaya başladı. Ama nafileydi bu çırpınışlar. Zebaniler ellerindeki zincirleri savurmuş ve şirk kokan bedenlere vurmuştu. Zincirler kemikleri kırarcasına ses çıkartarak bedenlerde şakırdadı. Çekilen zincirlerin şiddetiyle kibirli tanrıcıklar bir bir yere yüz üstü yapıştı. Allah’a secde etmeyen putperestlerin alınları ise zebanilerin ellerinde ateşin hemen yanına eğildi. Allah’ı birlemenin ve O’na secde etmenin fayda vermediği bir zamandı.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
İşte reddettikleri ve önünde eğilmekten kaçındıkları Allah’ın emri karşısında istemeyerekte olsa boyun eğiyorlar ve secdeye kapanıyorlardı. Zebanilerin çektiği zincirlerin ucunda ateş çukurlarına doğru ilerliyorlardı. Çırpınıyorlar ve kurtulmak istiyorlardı. Ama burasının tek sahibi ve gücün kuvvetin tek hâkimi Allah’tı. Burada irade geçerli değildi. Dünyada kendilerine sunulan irade lütfunu hakkıyla kullanamadıkları için burada sürünenlerden olmuşlardı. Bir taraftan zebanilerin çektikleri zincirlerin ucunda sürünürken, diğer taraftan çelik kamçılar sırtlarında yankılanıyordu.
Eğmedikleri başlar yerlerde sürünüyordu. Hezeyanları gökleri inletiyor ama bir karşılık veren olmuyordu. Yalnızdılar. Taptıkları putlar başta olmak üzere putlaştırılan insan ve eşyalar onlardan çooook uzaklardaydı. Ama onlar da tek başlarına azap girdaplarına doğru ilerliyorlardı.
Bir bir kendileri için hazırlanmış ateş çukurlarının içlerine doğru batıyorlardı. Ateş yavaş yavaş ayaklarından başlayarak tüm bedenlerini kuşatıyor ve sonunda başları da kayboluyordu. Battıkları yerde ateş kabarcıkları oluşuyordu. Dünya zamanıyla ne kadar kalındığı bilinmez bir süre sonra tekrar başları zebanilerin çektiği zincirlerin ucunda görünmeye başlıyordu. Ancak bu sefer görüntü dehşetin ötesindeydi.
“Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.”(Müminun/104)
Bu sırada gökten bir kapı açılır ve gözlerin görmediği derecede muhteşem bir güzellik yansır. Gözler şaşkınlıktan sanki yukarıya asılı kalmış gibidir. Cennetteki huri eşlerinin yanında ırmakların kenarında gezen soğuk su pınarlarından içen inananlar kendilerine bakıp gülüyordu. Kimin alaya edilecek durumda olduğunu sorarcasına mütebessimdiler. Öylesine göz alıcıydı ki çeşit çeşit ırmaklar bal, şarap, süt ve su ırmakları ayaklarının altından akıyordu.
Ateş ehli son bir umutla onlara doğru haykırmaya başladılar;
“Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!” diye seslenirler.” (Araf/50)
Küçümsedikleri, alaya aldıkları ve tek Allah’a inandıkları için işkence ettikleri insanlardan şimdi aman diliyorlardı. Birçok tanrıyı teke indirdikleri için dalga geçtikleri, zavallı ve çağdışı gördükleri, sevksiz değerlendikleri insanlardan şimdi aman dileniyor sahip oldukları güzelliklerden bir parça olsun kendilerine vermelerini istiyorlardı. Bu da azabın farklı bir boyutuydu. Ama şimdi onlar bir insanın sahip olabileceği en büyük mutluluğa, servete ve güzelliğe sahiptiler. Dünyada kendileriyle alay eden insanların o iğrenç görüntüleri karşısında inananlar şöyle derler;
“Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır,” (Araf/50)
Dünyada haramı, günahı hiçe sayanlara, Allah’a ortaklar koşanlara, şehveti ve isyanı doğal karşılayanlara, inananlarla alay edip, onlara sadece bir Allah’a inandıkları için işkence edenlere ahirette güzelliklerin hepsi haram kılınmıştır. Ve asla bu güzelliğe sahip olamayacaklardır. Bu sözleri söyledikten sonra cennet yavaşça cehennemin üzerinden çekilir. Etraf tekrar eski karanlığına ve kızıl alevlerin saçtığı dehşet görüntüsüne bürünür. Gözler kocaman kocaman olmuştur. Allah’ın emirleri karşısında hoşnutsuzluklarını her hallerinden belli ediyorlardı. Şimdi her halleri isyanlarının görüntüsü kadar çirkindi.
Cennetliklerin içinde yaşadığı güzellikleri gördüklerinde onların içinde yaşadığı güzelliklerden bir nebze istemişlerdi. “Su” demişlerdi. İşte o sırada başlarının üzerinden hayretten açık kalan ağızlarının içine ateş şelalesinin üzerinden koca kazanlarla kaynar sular akıtılır. Bu şekilde susuzluklarının giderilmesi istenir. Ama öyle bir sudur ki ağızlarından indikten sonra ta bağırsaklarını parça parça ederek ayaklarının altından ateş çukurlarına akar.
“O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer. Onlara kaynar su pınarından içirilir.” (Gaşiye/3)
“Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su” (Vakıa/42)
“Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.”(Saffat/67)
“Başları üstünden de kaynar su dökülür.” Hac/19
“Azgınların barınacağı yerdir (cehennem).(Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar. Orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, Kaynar su ve irin(tadarlar).Ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak. Çünkü onlar hesap gününü (geleceğini) ummazlardı. Bizim ayetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. Tadın! Bundan sonra yalnızca azabınızı arttıracağız.” (Nebe/22-30)
Serinlikler, gölgelikler eğlendikleri gününü gün ettikleri şehvet oyuncakları, servetler, saraylar, holdingler, makamlar mevkiler edindikleri sürüyle tanrılar hep gerilerde kalmıştı. Adını kullanarak servet edindikleri tanrıcıklar şimdi kendilerinden çok uzaklarda cehennemin ta göbeğindeydiler. Karınları suyla doymayınca kendilerine zakkum ağacından hazırlanmış en nadide yiyecekler sunuluyordu. Daha ateşin acısından ve kaynar suyun hararetinden kurtulmamışlardı ki birden zebanilerin önlerine sürdüğü yiyecekleri yemeye başladılar. Ateşten yanmış ağızları zakkumun dikenli yiyecekleriyle parça parça oluyordu. Allah2a ortak koşmanın ve O’na isyan etmenin bedeli ödeniyordu. Dünyada yaptıkları davranışları göre tasarlanmış bir dünyadaydılar. Peygamberler, âlimler, müceddidler ve daha nice hidayet önderi insanlar uyarmıştı ama fayda vermemişti. Şimdi pişmanlıkta fayda vermiyor ve kaynar sudan sonra zakkum ağacının dikenli yiyeceklerini afiyetle yemek zorunda kalıyorlardı;
“Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur, o ise ne besler ne de açlığı giderir.” (Gaşiye/6–7)
“Siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı ondan dolduracaksınız. Üstüne de kaynar sudan içeceksiniz. Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur! Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vakıa/51–57)
“Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarda maden eriyiği kaynar, sıcak suyun kaynaması gibi. (Allah zebanîlere emreder): Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (Ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin! İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.” (Duhan/43–50)
“Şimdi ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir fitne (imtihan) kıldık. Zira o, cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir.(Cehennemdekiler) ondan yerler ve karınlarını ondan doldururlar. Sonra zakkum yemeğinin üzerine onlar için, kaynar su karıştırılmış bir içki vardır. Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar atalarını dalâlette buldular. Şimdi de kendileri onların peşlerinden koşturuyorlar.” (Saffat/62–70)
Yüz çevirmenin nelere mal olacağının apaçık ortaya çıkacağı gün Allah’a ortak koşanların bunlardan kaçışı olmayacaktır. Ateş, kaynar su ve dikenli yiyecekler… İnkâr, şirk ve isyana mukabil hazırlanmış en nadide ziyafet sofraları Allah’a ortak koşanları beklemektedir. Artık ateşin azabına derileri bağışıklık kazandığı hissine büründüğü zaman derileri değiştirilecek ve azabı kat kat artacaktır;
“Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten, Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa/56)
Kurtuluş ümidi sona ermiştir ve kaçış mümkün değildir. Belki derilerimiz alışır da azabın şiddetinden emin oluruz ümitleri de sona ermişti. Son bir çare olarak ortak koştukları ve tekliğini ve yüceliğini takdir etmedikleri Rablerine yönelir ve O’ndan bir şans daha isterler;
“Derler ki: Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti; biz, bir sapıklar topluluğu idik. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız. Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık! Zira kullarımdan bir zümre: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni yâdetmeyi unutturdu, siz onlara gülüyordunuz. Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim; onlar, hakikaten muratlarına erenlerdir.”(Müminun/104-111)
İşte dünya hayatı ve yaptıklarımızın karşılığı ahiret… Hasret ve pişmanlık duyguları yakıp kavuruyor. Ancak hiçbir fayda sağlamıyor. Çünkü burası pişmanlık ve af dileme, durumu düzeltme mekânı değil yapılanların karşılığının alınacağı mekândır. Allah’a ortak koşan müşrikler ve inkâra yönelen kâfirler asla kurtuluş yolu bulmayacaklardır. Allah’a çeşitli varlıkları denk tutanları sonu cehennemin alevleri içinde, irin, kaynar su ve zakkum ağacının karınları delik deşik eden acılarıyla hazırlanmış bir ziyafet olacaktır. Kapı kapandı. Müşrikler yaptıklarının karşılığı azaplarıyla baş başa kaldılar.
Eğmedikleri başlar yerlerde sürünüyordu. Hezeyanları gökleri inletiyor ama bir karşılık veren olmuyordu. Yalnızdılar. Taptıkları putlar başta olmak üzere putlaştırılan insan ve eşyalar onlardan çooook uzaklardaydı. Ama onlar da tek başlarına azap girdaplarına doğru ilerliyorlardı.
Bir bir kendileri için hazırlanmış ateş çukurlarının içlerine doğru batıyorlardı. Ateş yavaş yavaş ayaklarından başlayarak tüm bedenlerini kuşatıyor ve sonunda başları da kayboluyordu. Battıkları yerde ateş kabarcıkları oluşuyordu. Dünya zamanıyla ne kadar kalındığı bilinmez bir süre sonra tekrar başları zebanilerin çektiği zincirlerin ucunda görünmeye başlıyordu. Ancak bu sefer görüntü dehşetin ötesindeydi.
“Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.”(Müminun/104)
Bu sırada gökten bir kapı açılır ve gözlerin görmediği derecede muhteşem bir güzellik yansır. Gözler şaşkınlıktan sanki yukarıya asılı kalmış gibidir. Cennetteki huri eşlerinin yanında ırmakların kenarında gezen soğuk su pınarlarından içen inananlar kendilerine bakıp gülüyordu. Kimin alaya edilecek durumda olduğunu sorarcasına mütebessimdiler. Öylesine göz alıcıydı ki çeşit çeşit ırmaklar bal, şarap, süt ve su ırmakları ayaklarının altından akıyordu.
Ateş ehli son bir umutla onlara doğru haykırmaya başladılar;
“Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!” diye seslenirler.” (Araf/50)
Küçümsedikleri, alaya aldıkları ve tek Allah’a inandıkları için işkence ettikleri insanlardan şimdi aman diliyorlardı. Birçok tanrıyı teke indirdikleri için dalga geçtikleri, zavallı ve çağdışı gördükleri, sevksiz değerlendikleri insanlardan şimdi aman dileniyor sahip oldukları güzelliklerden bir parça olsun kendilerine vermelerini istiyorlardı. Bu da azabın farklı bir boyutuydu. Ama şimdi onlar bir insanın sahip olabileceği en büyük mutluluğa, servete ve güzelliğe sahiptiler. Dünyada kendileriyle alay eden insanların o iğrenç görüntüleri karşısında inananlar şöyle derler;
“Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır,” (Araf/50)
Dünyada haramı, günahı hiçe sayanlara, Allah’a ortaklar koşanlara, şehveti ve isyanı doğal karşılayanlara, inananlarla alay edip, onlara sadece bir Allah’a inandıkları için işkence edenlere ahirette güzelliklerin hepsi haram kılınmıştır. Ve asla bu güzelliğe sahip olamayacaklardır. Bu sözleri söyledikten sonra cennet yavaşça cehennemin üzerinden çekilir. Etraf tekrar eski karanlığına ve kızıl alevlerin saçtığı dehşet görüntüsüne bürünür. Gözler kocaman kocaman olmuştur. Allah’ın emirleri karşısında hoşnutsuzluklarını her hallerinden belli ediyorlardı. Şimdi her halleri isyanlarının görüntüsü kadar çirkindi.
Cennetliklerin içinde yaşadığı güzellikleri gördüklerinde onların içinde yaşadığı güzelliklerden bir nebze istemişlerdi. “Su” demişlerdi. İşte o sırada başlarının üzerinden hayretten açık kalan ağızlarının içine ateş şelalesinin üzerinden koca kazanlarla kaynar sular akıtılır. Bu şekilde susuzluklarının giderilmesi istenir. Ama öyle bir sudur ki ağızlarından indikten sonra ta bağırsaklarını parça parça ederek ayaklarının altından ateş çukurlarına akar.
“O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer. Onlara kaynar su pınarından içirilir.” (Gaşiye/3)
“Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su” (Vakıa/42)
“Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.”(Saffat/67)
“Başları üstünden de kaynar su dökülür.” Hac/19
“Azgınların barınacağı yerdir (cehennem).(Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar. Orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, Kaynar su ve irin(tadarlar).Ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak. Çünkü onlar hesap gününü (geleceğini) ummazlardı. Bizim ayetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. Tadın! Bundan sonra yalnızca azabınızı arttıracağız.” (Nebe/22-30)
Serinlikler, gölgelikler eğlendikleri gününü gün ettikleri şehvet oyuncakları, servetler, saraylar, holdingler, makamlar mevkiler edindikleri sürüyle tanrılar hep gerilerde kalmıştı. Adını kullanarak servet edindikleri tanrıcıklar şimdi kendilerinden çok uzaklarda cehennemin ta göbeğindeydiler. Karınları suyla doymayınca kendilerine zakkum ağacından hazırlanmış en nadide yiyecekler sunuluyordu. Daha ateşin acısından ve kaynar suyun hararetinden kurtulmamışlardı ki birden zebanilerin önlerine sürdüğü yiyecekleri yemeye başladılar. Ateşten yanmış ağızları zakkumun dikenli yiyecekleriyle parça parça oluyordu. Allah2a ortak koşmanın ve O’na isyan etmenin bedeli ödeniyordu. Dünyada yaptıkları davranışları göre tasarlanmış bir dünyadaydılar. Peygamberler, âlimler, müceddidler ve daha nice hidayet önderi insanlar uyarmıştı ama fayda vermemişti. Şimdi pişmanlıkta fayda vermiyor ve kaynar sudan sonra zakkum ağacının dikenli yiyeceklerini afiyetle yemek zorunda kalıyorlardı;
“Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur, o ise ne besler ne de açlığı giderir.” (Gaşiye/6–7)
“Siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı ondan dolduracaksınız. Üstüne de kaynar sudan içeceksiniz. Susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur! Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vakıa/51–57)
“Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarda maden eriyiği kaynar, sıcak suyun kaynaması gibi. (Allah zebanîlere emreder): Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (Ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin! İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.” (Duhan/43–50)
“Şimdi ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir fitne (imtihan) kıldık. Zira o, cehennemin dibinde bitip yetişen bir ağaçtır. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir.(Cehennemdekiler) ondan yerler ve karınlarını ondan doldururlar. Sonra zakkum yemeğinin üzerine onlar için, kaynar su karıştırılmış bir içki vardır. Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar atalarını dalâlette buldular. Şimdi de kendileri onların peşlerinden koşturuyorlar.” (Saffat/62–70)
Yüz çevirmenin nelere mal olacağının apaçık ortaya çıkacağı gün Allah’a ortak koşanların bunlardan kaçışı olmayacaktır. Ateş, kaynar su ve dikenli yiyecekler… İnkâr, şirk ve isyana mukabil hazırlanmış en nadide ziyafet sofraları Allah’a ortak koşanları beklemektedir. Artık ateşin azabına derileri bağışıklık kazandığı hissine büründüğü zaman derileri değiştirilecek ve azabı kat kat artacaktır;
“Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten, Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa/56)
Kurtuluş ümidi sona ermiştir ve kaçış mümkün değildir. Belki derilerimiz alışır da azabın şiddetinden emin oluruz ümitleri de sona ermişti. Son bir çare olarak ortak koştukları ve tekliğini ve yüceliğini takdir etmedikleri Rablerine yönelir ve O’ndan bir şans daha isterler;
“Derler ki: Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti; biz, bir sapıklar topluluğu idik. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız. Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık! Zira kullarımdan bir zümre: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni yâdetmeyi unutturdu, siz onlara gülüyordunuz. Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim; onlar, hakikaten muratlarına erenlerdir.”(Müminun/104-111)
İşte dünya hayatı ve yaptıklarımızın karşılığı ahiret… Hasret ve pişmanlık duyguları yakıp kavuruyor. Ancak hiçbir fayda sağlamıyor. Çünkü burası pişmanlık ve af dileme, durumu düzeltme mekânı değil yapılanların karşılığının alınacağı mekândır. Allah’a ortak koşan müşrikler ve inkâra yönelen kâfirler asla kurtuluş yolu bulmayacaklardır. Allah’a çeşitli varlıkları denk tutanları sonu cehennemin alevleri içinde, irin, kaynar su ve zakkum ağacının karınları delik deşik eden acılarıyla hazırlanmış bir ziyafet olacaktır. Kapı kapandı. Müşrikler yaptıklarının karşılığı azaplarıyla baş başa kaldılar.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Geri: Kabirde ilk gece
Nihayet cehennemin en alt tabakasına varmışlardı. Cehennemim homurtusu ve öfkesi buradan daha net hissediliyordu. Neredeyse zincirlerini kırarak avına saldırmaya hazır aslanın homurtusu gibi sesi duyuluyordu. Onların gelmesini beklemeden kendisi
Nihayet cehennemin en alt tabakasına varmışlardı. Cehennemim homurtusu ve öfkesi buradan daha net hissediliyordu. Neredeyse zincirlerini kırarak avına saldırmaya hazır aslanın homurtusu gibi sesi duyuluyordu. Onların gelmesini beklemeden kendisi onların üzerine atılarak karşılaşmayı beklemedikleri azabın pençelerine almak istiyor gibiydi.
Ahmet bu bölümde kimlerin olduğunu merak ediyordu. Ancak merakı uzun sürmedi. Çünkü bunun kapısında da iki ayet yazılıydı;
“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa/145)
“Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” (Nisa/138)
Ne büyük bir müjde! Kendilerini gelecekte bekleyen ve şimdi tam karşılarında duran bir ateş muştusu veriliyordu. Dünyada itibar ve prestij elde etmek için sergiledikleri karaktersiz eylemleri burada kendilerine can yakıcı bir azap olarak dönmüştü. Sahip olduklarını düşündükleri ayrıcalık burada kendilerine gerçek bir ayrıcalık sağlamıştı. Cehennemin en alt tabakasında olma imtiyazına ulaşmışlardı. Allah’ı ve inananları aldattıklarını düşündükleri dünya başlarına yıkılmış hatta daha fazlası başları ayaklarına düşmüştü.
Kapı açıldı. Sözün bittiği yerdi. Ateş kızıllığı geçmiş hararetinden simsiyah kesilmişti. Münafıklar zebanilerin ellerindeki zincirlere bağlanmış bir şekilde diz üstü çökmüş, ateşin üzerlerine hücumunu korku dolu gözlerle seyrediyorlardı. Kimisi zincirlerden kurtulmaya çalışmak için sağa sola çırpınıyorlardı. Ama nafile bir uğraş, beyhude bir çırpınıştı. Çünkü zincirlerden kurtulsalar bile kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Bunu düşünecek bir durumda bile değildiler. Her kaçmak istemelerinde zebanilerin ellerinde zincirlerin yanında bulunan kırbaçlarla yüz üstü yere kapaklanıyor ve yüzleri iğrenç bir görünüme bürünüyordu.
Münafıkların azabı daha ölüm anında başlamıştı. Çünkü onlar sözde iman ettiklerini söyleyerek inananlar arasında fitne tohumları ekerek onları birbirine düşürmeye çalışan aşağılık varlıklardı. Bunun yanı sıra hoşlarına giden şeyler olduğu zaman inandık deyip, beğenmedikleri bir emirle karşılaştıklarında ise biz inkar ediyoruz diyerek inançtaki yüzsüzlüklerini de ortaya koyuyorlardı.
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!
Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.
Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?” (Muhammed/25-29)
Yüzleri ve sırtları azabın izlerini taşıyordu. Morarmış bir beden alevlerin karanlığında tam belli olmuyordu. Çünkü o ilk azapları gelecekte karşılaşacakları acının sadece ön hazırlığıydı. Allah’ın hoşnut olduğu hususlardan nefret edenleri gözlerin görmediği, ruhların tatmadığı derecede büyük ve acı bir azap bekliyordu.
Münafıklar Allah’ın lanet ettiği ender canlılardan olarak azapları da şanlarına layık bir şekilde hazırlanmıştı! Ateş çukurlarının içinden fokurdayan ateş çığlıkları yükseliyor ve bu çukurların etrafını zakkum ağacı ve dari dikenleri süslüyor. Aynı zamanda kapkaranlık ateş lavları şelale gibi duvarlardan akıyor cehennemi destekliyordu. Bu sırada yukardan akan kaynar su, kan ve irin içecekleri olarak onlar için hazırlanmıştı.
Zincirler çekilir yavaş yavaş ve cehennem beklediğine kovuşmanın sıcaklığı coşkusuyla sarar ikiyüzlü düzenbazları ve sahtekârları. Ateş kabarcıkları fokurdar yüzleri ve bedenleri kara insanların battığı yerden. Bir müddet sonra zincirlerin ucunda tekrar görünürler. Ancak bunların aynı insanlar olduğunu anlamak oldukça zordur. Etleri kemiklerinden ayrılmış, yüzleri soyulmuş yüzleri tüm iğrençliğiyle gözler önündeydi. Dişleri ise sanki istihza ediyormuşçasına ileri çıkmış, dudaklarının bir ayaklarına diğeri başlarının üzerine kadar gerilmiştir.
Bu kara lavların beslediği ateşin içinden çıkan münafıklar büyük bir açlık hissine kapılırlar. Karınlarını doyurmak için yiyecek isterler. Acıkmışlardır. İşte bu sırada zebaniler zakkum ağacından ve dari dikenlerinden kopardıkları meyveleri eşsiz lezzetteki yiyecekler olarak sunarlar. Derileri düşmüş o kocaman açık dudaklarının arasına dari dikenleri ve zakkum ağacının meyveleri konulur. Kendilerinden yemeleri istenir. Açlıklarının şiddetinden kendilerine sunulan bu dikenleri yemeye çalışırlar ancak boğazlarına düğümlenir. Bir türlü aşağıya gitmez. Bu sefer de onun boğazlarından geçmesi için su isterler. İşte o sırada kaynar kazanlar ağır ağır döner ve içlerindeki kan, irin ve kaynar sular akmaya başlar.
Acı, açlık, susuzluk ve ölümsüz bir dünyada yaşamak zorunda kaldıkları azap bir ödül olarak kendilerine ikram edilmişti. Çünkü Allah’ın vaadi her zaman haktır. Mutlaka meydana gelecektir. Kendilerini bu azapla korkuttuklarında peygamberlerle alay etmiş ve kendi aralarında bunun olmayacağını konuşmuşlardı. Şimdi hayal meyal şu konuştukları sözler kulaklarında yankılanıyordu;
“Gizli konuşmaktan menedildikten sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir şekilde selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası!” (Mücadele/8)
Evet cezalandırması gerekirdi ve cezalandırdı da. Ama şimdi kurtulmak için dünyada sahip oldukları tüm servetleri ve imtiyazları vermek istiyorlardı. Dünyada alay ettikleri müminlerden özür dilemek ve bir daha böyle aşağılık bir eylemde bulunmayacaklarını söylüyorlardı. Bağırışlar, çığırışlar cehennemim homurtusunda kayboluyordu
İşte o sırada yine karanlıkların içinden bir nur aheste aheste yayılıyor ve cehennemin üstünü aydınlatıyordu.
Mütebessim ve aydınlık yüzleriyle inananlar eşsiz güzellikteki huri eşlerini kollarına takmış, bal, şarap, süt ve su ırmaklarının arasında yemyeşil ormanların içinde geziniyorlardı. Dünyanın geçici menfaatine kapılarak Allah’a isyandan ve iki yüzlülükten kaçınarak samimi bir şekilde itaat eden bu güzel insanlar şimdi Rablerinin vaat ettiği eşsiz mutluluğu yaşıyorlardı.
İkiyüzlüler için bu daha büyük bir acı ve hasretti. Kınayıp durdukları şu zavallı insanların sahip olduğu nimetler kendilerinden şimdi çok uzaktaydılar. Onlara acı ve sızlanış içinde kendilerini acındırarak onlardan yardım isterler. İnananları cennetin ikramlarından istifade etmelerini sağlayan o apaydınlık nurlarından bir parça isterler.
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım,” (Hadid/13) derler.Her fırsatta yalnız bıraktıkları insanlardan şimdi medet umuyorlardı. Belki kendilerine bir faydaları dokunur diye onlara ellerini uzatmış hasret içinde nurlarından bir parça itiyorlardı. İnananlar ise onlara bu nurun nereden yandığını ve kaynağının neresi olduğunu çok net bir şekilde belirtirler;[/size]
“Arkanıza dönün de bir ışık arayın!” denilir.” (Hadid/13)
Hesap görülmüştür. Burası ışık aranacak yer değil, dünyada kıvılcımını çaktıkları nurların aydınlığını yaşadıkları mekândı. Yani nurların kaynağı dünyadan geliyordu. İmtihan için sunulmuş zaman diliminde vahyin nurundan uzak duranların burada bir aydınlığı bulması mümkün değildi. Bu sözlerden sonra önü aydınlık, arkası karanlık olan sur kapanmaya başlar. Ancak münafıklar son bir sözle şanslarını yeniden denerler;“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler.” (Hadid/14)
Belki birliktelik hatırına nurlarından bir nebze olsun verirler diye son çırpınışlarını yaparlar. İnanalar ise gereken cevabı vermekte gecikmezler;
“(Müminler de) derler ki: Evet ama siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı! Bugün artık ne sizden ne de inkâr edenlerden bedel kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid/14-15)
Bu sözlerden sonra nurun aydınlığı kaybolur. İçi rahmet dışı azap olan surun kapanmasıyla birlikte hakikat bütün çıplaklığıyla karşılarındadır. Zebaniler, zakkum ağacıyla süslenmiş ateş çukurları, demir kamçılar, kan, irin ve kaynar sulardan müteşekkil içecek ve daha hafızamızın alamayacağı ayrıcalıklar kendileri için hazır bir vaziyette beklemekteydi.
Ateş girdabı bütün öfkesiyle esiyor ve münafıkları tek tek içine alıyordu. Ve ateşin sonsuzluk kervanına katılanlardan olarak yeni azap yerlerine düşüyorlardı. Gözlerin idrak edemeyeceği derece büyük bir azap münafıklar için kapanan cehennemin kapısı ardındaydı. Ahmet dışarıya çıktığında derin bir nefes aldı ve “Rabbim bizi ve neslimizi gazabının tecellisi azabından muhafaza buyur. Bizi ikiyüzlülerin şerrinden ve onlara benzemekten, hoşumuza giden hususlarda sana itaat ederken hoşumuza gitmeyen şeylerde senden yüz çevirmekten de muhafaza buyur ey Hafiz olan Allah’ım” diye dua ederek o kapıdan Malikle birlikte uzaklaştılar.
Seyit Ahmet Uzun.
Allah cc. emanet olunuz selam ve dua ile.
Nihayet cehennemin en alt tabakasına varmışlardı. Cehennemim homurtusu ve öfkesi buradan daha net hissediliyordu. Neredeyse zincirlerini kırarak avına saldırmaya hazır aslanın homurtusu gibi sesi duyuluyordu. Onların gelmesini beklemeden kendisi onların üzerine atılarak karşılaşmayı beklemedikleri azabın pençelerine almak istiyor gibiydi.
Ahmet bu bölümde kimlerin olduğunu merak ediyordu. Ancak merakı uzun sürmedi. Çünkü bunun kapısında da iki ayet yazılıydı;
“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa/145)
“Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” (Nisa/138)
Ne büyük bir müjde! Kendilerini gelecekte bekleyen ve şimdi tam karşılarında duran bir ateş muştusu veriliyordu. Dünyada itibar ve prestij elde etmek için sergiledikleri karaktersiz eylemleri burada kendilerine can yakıcı bir azap olarak dönmüştü. Sahip olduklarını düşündükleri ayrıcalık burada kendilerine gerçek bir ayrıcalık sağlamıştı. Cehennemin en alt tabakasında olma imtiyazına ulaşmışlardı. Allah’ı ve inananları aldattıklarını düşündükleri dünya başlarına yıkılmış hatta daha fazlası başları ayaklarına düşmüştü.
Kapı açıldı. Sözün bittiği yerdi. Ateş kızıllığı geçmiş hararetinden simsiyah kesilmişti. Münafıklar zebanilerin ellerindeki zincirlere bağlanmış bir şekilde diz üstü çökmüş, ateşin üzerlerine hücumunu korku dolu gözlerle seyrediyorlardı. Kimisi zincirlerden kurtulmaya çalışmak için sağa sola çırpınıyorlardı. Ama nafile bir uğraş, beyhude bir çırpınıştı. Çünkü zincirlerden kurtulsalar bile kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Bunu düşünecek bir durumda bile değildiler. Her kaçmak istemelerinde zebanilerin ellerinde zincirlerin yanında bulunan kırbaçlarla yüz üstü yere kapaklanıyor ve yüzleri iğrenç bir görünüme bürünüyordu.
Münafıkların azabı daha ölüm anında başlamıştı. Çünkü onlar sözde iman ettiklerini söyleyerek inananlar arasında fitne tohumları ekerek onları birbirine düşürmeye çalışan aşağılık varlıklardı. Bunun yanı sıra hoşlarına giden şeyler olduğu zaman inandık deyip, beğenmedikleri bir emirle karşılaştıklarında ise biz inkar ediyoruz diyerek inançtaki yüzsüzlüklerini de ortaya koyuyorlardı.
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!
Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır.
Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?” (Muhammed/25-29)
Yüzleri ve sırtları azabın izlerini taşıyordu. Morarmış bir beden alevlerin karanlığında tam belli olmuyordu. Çünkü o ilk azapları gelecekte karşılaşacakları acının sadece ön hazırlığıydı. Allah’ın hoşnut olduğu hususlardan nefret edenleri gözlerin görmediği, ruhların tatmadığı derecede büyük ve acı bir azap bekliyordu.
Münafıklar Allah’ın lanet ettiği ender canlılardan olarak azapları da şanlarına layık bir şekilde hazırlanmıştı! Ateş çukurlarının içinden fokurdayan ateş çığlıkları yükseliyor ve bu çukurların etrafını zakkum ağacı ve dari dikenleri süslüyor. Aynı zamanda kapkaranlık ateş lavları şelale gibi duvarlardan akıyor cehennemi destekliyordu. Bu sırada yukardan akan kaynar su, kan ve irin içecekleri olarak onlar için hazırlanmıştı.
Zincirler çekilir yavaş yavaş ve cehennem beklediğine kovuşmanın sıcaklığı coşkusuyla sarar ikiyüzlü düzenbazları ve sahtekârları. Ateş kabarcıkları fokurdar yüzleri ve bedenleri kara insanların battığı yerden. Bir müddet sonra zincirlerin ucunda tekrar görünürler. Ancak bunların aynı insanlar olduğunu anlamak oldukça zordur. Etleri kemiklerinden ayrılmış, yüzleri soyulmuş yüzleri tüm iğrençliğiyle gözler önündeydi. Dişleri ise sanki istihza ediyormuşçasına ileri çıkmış, dudaklarının bir ayaklarına diğeri başlarının üzerine kadar gerilmiştir.
Bu kara lavların beslediği ateşin içinden çıkan münafıklar büyük bir açlık hissine kapılırlar. Karınlarını doyurmak için yiyecek isterler. Acıkmışlardır. İşte bu sırada zebaniler zakkum ağacından ve dari dikenlerinden kopardıkları meyveleri eşsiz lezzetteki yiyecekler olarak sunarlar. Derileri düşmüş o kocaman açık dudaklarının arasına dari dikenleri ve zakkum ağacının meyveleri konulur. Kendilerinden yemeleri istenir. Açlıklarının şiddetinden kendilerine sunulan bu dikenleri yemeye çalışırlar ancak boğazlarına düğümlenir. Bir türlü aşağıya gitmez. Bu sefer de onun boğazlarından geçmesi için su isterler. İşte o sırada kaynar kazanlar ağır ağır döner ve içlerindeki kan, irin ve kaynar sular akmaya başlar.
Acı, açlık, susuzluk ve ölümsüz bir dünyada yaşamak zorunda kaldıkları azap bir ödül olarak kendilerine ikram edilmişti. Çünkü Allah’ın vaadi her zaman haktır. Mutlaka meydana gelecektir. Kendilerini bu azapla korkuttuklarında peygamberlerle alay etmiş ve kendi aralarında bunun olmayacağını konuşmuşlardı. Şimdi hayal meyal şu konuştukları sözler kulaklarında yankılanıyordu;
“Gizli konuşmaktan menedildikten sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir şekilde selamlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası!” (Mücadele/8)
Evet cezalandırması gerekirdi ve cezalandırdı da. Ama şimdi kurtulmak için dünyada sahip oldukları tüm servetleri ve imtiyazları vermek istiyorlardı. Dünyada alay ettikleri müminlerden özür dilemek ve bir daha böyle aşağılık bir eylemde bulunmayacaklarını söylüyorlardı. Bağırışlar, çığırışlar cehennemim homurtusunda kayboluyordu
İşte o sırada yine karanlıkların içinden bir nur aheste aheste yayılıyor ve cehennemin üstünü aydınlatıyordu.
Mütebessim ve aydınlık yüzleriyle inananlar eşsiz güzellikteki huri eşlerini kollarına takmış, bal, şarap, süt ve su ırmaklarının arasında yemyeşil ormanların içinde geziniyorlardı. Dünyanın geçici menfaatine kapılarak Allah’a isyandan ve iki yüzlülükten kaçınarak samimi bir şekilde itaat eden bu güzel insanlar şimdi Rablerinin vaat ettiği eşsiz mutluluğu yaşıyorlardı.
İkiyüzlüler için bu daha büyük bir acı ve hasretti. Kınayıp durdukları şu zavallı insanların sahip olduğu nimetler kendilerinden şimdi çok uzaktaydılar. Onlara acı ve sızlanış içinde kendilerini acındırarak onlardan yardım isterler. İnananları cennetin ikramlarından istifade etmelerini sağlayan o apaydınlık nurlarından bir parça isterler.
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım,” (Hadid/13) derler.Her fırsatta yalnız bıraktıkları insanlardan şimdi medet umuyorlardı. Belki kendilerine bir faydaları dokunur diye onlara ellerini uzatmış hasret içinde nurlarından bir parça itiyorlardı. İnananlar ise onlara bu nurun nereden yandığını ve kaynağının neresi olduğunu çok net bir şekilde belirtirler;[/size]
“Arkanıza dönün de bir ışık arayın!” denilir.” (Hadid/13)
Hesap görülmüştür. Burası ışık aranacak yer değil, dünyada kıvılcımını çaktıkları nurların aydınlığını yaşadıkları mekândı. Yani nurların kaynağı dünyadan geliyordu. İmtihan için sunulmuş zaman diliminde vahyin nurundan uzak duranların burada bir aydınlığı bulması mümkün değildi. Bu sözlerden sonra önü aydınlık, arkası karanlık olan sur kapanmaya başlar. Ancak münafıklar son bir sözle şanslarını yeniden denerler;“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler.” (Hadid/14)
Belki birliktelik hatırına nurlarından bir nebze olsun verirler diye son çırpınışlarını yaparlar. İnanalar ise gereken cevabı vermekte gecikmezler;
“(Müminler de) derler ki: Evet ama siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı! Bugün artık ne sizden ne de inkâr edenlerden bedel kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid/14-15)
Bu sözlerden sonra nurun aydınlığı kaybolur. İçi rahmet dışı azap olan surun kapanmasıyla birlikte hakikat bütün çıplaklığıyla karşılarındadır. Zebaniler, zakkum ağacıyla süslenmiş ateş çukurları, demir kamçılar, kan, irin ve kaynar sulardan müteşekkil içecek ve daha hafızamızın alamayacağı ayrıcalıklar kendileri için hazır bir vaziyette beklemekteydi.
Ateş girdabı bütün öfkesiyle esiyor ve münafıkları tek tek içine alıyordu. Ve ateşin sonsuzluk kervanına katılanlardan olarak yeni azap yerlerine düşüyorlardı. Gözlerin idrak edemeyeceği derece büyük bir azap münafıklar için kapanan cehennemin kapısı ardındaydı. Ahmet dışarıya çıktığında derin bir nefes aldı ve “Rabbim bizi ve neslimizi gazabının tecellisi azabından muhafaza buyur. Bizi ikiyüzlülerin şerrinden ve onlara benzemekten, hoşumuza giden hususlarda sana itaat ederken hoşumuza gitmeyen şeylerde senden yüz çevirmekten de muhafaza buyur ey Hafiz olan Allah’ım” diye dua ederek o kapıdan Malikle birlikte uzaklaştılar.
Seyit Ahmet Uzun.
Allah cc. emanet olunuz selam ve dua ile.
demirci mustafa- SADIK ÜYEMİZ
Similar topics
» Bu gece kadir gecesi.. Kadrinin sayıldığı gece.. Hatrının bilindiği gece..
» Ahuzari Bir Gece
» GECE HAYATIMIZ
» Ahuzari Bir Gece
» GECE HAYATIMIZ
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: KÜLTÜR SARAYI :._.·´¯) :: KİTAP KURDU
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
22.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN
» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
12.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN
» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
12.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN
» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
17.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN
» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
11.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN
» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
11.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN
» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
11.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
11.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
11.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN
» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
11.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN
» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
11.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN
» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
11.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN
» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
11.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN
» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
11.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN
» Ne NeDiR?
20.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN
» ÖĞÜT VEREN AYETLER
20.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN
» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
22.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN
» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
11.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN
» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
11.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN
» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
11.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN