Giriş yap
Similar topics
Üye Paneli
Profiliniz Bilgiler Seçenekler İmza Avatar |
Sosyal Arkadaş ve Tanınmamış Üye listesi Grup |
Özel Mesaj Gelen Kutusu ÖM Gönder |
Gözlenmiş Konular |
Kimler hatta?
Toplam 34 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 34 Misafir Yok
Sitede bugüne kadar en çok 392 kişi 10.10.24 17:51 tarihinde online oldu.
En son konular
En bakılan konular
Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN
Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Modern zamanlardır; ne vardır ne yoktur!...
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: KÜLTÜR SARAYI :._.·´¯) :: DENEME-MAKALE
1 sayfadaki 1 sayfası
Modern zamanlardır; ne vardır ne yoktur!...
Halk hikayelerinin, beylik giriş cümlelerindeki külfetsizliğe mukabil hemen inşa ediverdiği efsuna hep imrendim. Hiçbir hazırlığa ihtiyaç hissettirmeden birkaç kelime ile kuruluveren arka planın bu kadar derin ifade imkanını nereden aldığını merak ettim; hikayelerin kelime kadrosu zengin değildir. Farklı kavram, eşya ve hadiseleri karşılayan az bilinir kelimelere de pek rastlanmaz. Ahalinin gündelikleri ile kurulmuş metinlerdir bunlar; ne var ki, tesir kabiliyetleri çok yüksektir. Uzun kış gecelerinde taşra misafirlikleri akşamın geç saatlerinde başlar ve gecenin erken demlerinde sona ererdi. Tunç gibi kızarmış kuzunenin yanıbaşında birer yer minderi kapıp, gecenin asıl programını kaçırmamak için dersimizi erkenden bitirir, komşu ve akraba çocuklarıyla etrafına halka çevirdiğimiz halacığımın söze başlamasını beklerdik. Kuzunenin üstüne oturtulmuş turkuvaz mavisi emaye çaydanlığın emziğinden dağılan buhar sızıltısını, hamurlu kağıtlarla yapıştırılmış pencerenin ardındaki ayazın kol gezdiği taş döşeli sokaktan geçerek evine yollanan bir erkeğin kesik öksürüğünü, uzaklarda, bostan kuytuluklarında soğuğa isyan eden kimsesiz köpeklerin iç burkucu feryatlarını duyardık bazen. Nadiren bavul iriliğindeki radyonun parazitli sesinden süzülerek edaya düşen bir ince saz heyetinin hicazkar nağmelerine, erkek takımının "hökümet işleri"nden dem vuran pes perde ciddiyetindeki yalan siyaset tahlilleri karışırdı. Sonra adeta mucize kabilinden o şey;
"Bir varmış bir yokmuş..."
Bu, çok sonraları tarih derslerinden öğrendiğimiz kronolojik zaman anlayışını sıfıra indirircesine tahkir eden, hükümsüz kılan ve istikballe mazi arasına yeni bir zaman boyutu yerleştiren bir hüküm cümlesiydi. İçimiz titrercesine birbirimize sokulur, cümle yan seslere karşı kulağımızı kilitler, halamın hala kurutulmuş bir çiçek güzelliğiyle çehresine yakıştırdığı ince dudaklarına gözlerimizi mıhlar ve kendi hikayemizin dekorunu kurmak için muhayyilemizin bütün güçlerini seferber ederdik.
"Evvel zaman içinde bir padişahın üç tane oğlu varmış..."Bizim neslin siyaset teorisindeki ilk ve en ciddi karakteri padişahtı.
Mutlak monarşiden bihaberdik, ama padişahın kudretini biliyorduk, hesapsız derecede zengin, yenilemeyecek kadar güçlü ve tartışılmayacak derecede hükümran olmasına rağmen, onu daima "kader" sınırlardı; icabında cinlere, perilere, Yecüc-Mecüc taifesine bile söz geçiren padişah, bir onulmaz derdin karşısında çocuk gibi çaresizleşir, bir mazlumun anıyla gazel yaprağı gibi savrulur, Azrail emaneti almaya geldiğinde haşyetinden ufalır, aslında padişah da olsa "emr-i İlahi"
karşısında kul takımından birisi olduğunu farkediverirdi. Padişahlar iyi ve kötü olmak suretiyle kabaca ikiye ayrılmakla birlikte, karısının veya dessas vezirinin sözüne fazlaca güvenerek hata üstüne hata işleyen ara tipte padişahlar da duyardık bazen. Padişah deyince, bunun "lazım-ı gayrı mufarık"ı mevkiindeki birçok unsurunu kendiliğinden yerli yerine yerleştirirdik: Padişahın evvela bir ülkesi, sonra sarayı, sonra ahalisi, ordusu, düşmanı, veziri, celladı da olurdu. Bunları ayrıca hatırlatmaya lüzum hissetmezdi hikayeciler. Dev, cadı, sihirbaz, keloğlan, çoban, aşık, dilenci, ejderha gibi diğer aktörler de aynı cümledendi. Hikayeci "dilenci" deyince ona uygun bir çehre ve elbise bulmak, avadanlıklarını temin etmek, sesini, görüntüsünü, karakterini tahayyül etmek bize düşen bir işti ve biz bu işleri mükemmel yapardık.
"Dere tepe düz gitmişler."
Minicik ömrü boyunca, bostan kıyısında sızlanıp duran cılız dereden gayrı dere, şehrin etrafını çeviren tepelerden başka tepe görmeyen biz "el kadar sabi"ler için şu dört kelimede ışık hızıyla halli gereken dört muazzam mesele yer alırdı. Bütün dereleri, bütün tepeleri, düzlükleri tahayyül etmekten başka, kahramanımızın yol boyunca ne meşakkatler çektiğini de kurgulamak gerekirdi. Gözlerimiz yuvadan uğrayacak derecede açılmış, minicik beyinlerimiz Hollywood'un sanat yönetmenlerine taş
çıkartacak derecede kesif bir zihni faaliyet kumkuması halinde harıl harıl çalışmakta.
"...ah çekince taş dile gelirmiş..." Halk hikayelerinin plastiği zihin dokusundan imal edildiği için, orada her şey mümkün görünür. Taşlar, ağaçlar, geyikler konuşur; cadılar küpe binip uçar; dipsiz kuyulara yedi gün yedi gece düşülür de kimsenin burnu kanamaz, yer yarılır dev çıkar. Üç kuş tüyünden birini tutuşturursunuz mucize oluverir. Hikayede peşinen cansız ve şahsiyetsiz hiçbir dekor unsuru yoktur ki, yeri gelince hadiseye müdahil olmasın. Balığın sırtında deryalar aşılır, acayip adalara vasıl olunur. Akla hayale gelmedik mahlukatla karşılaşılır. Bütün bu garabetler, siz bilemediniz ilk mektebin üçüncü
sınıfına giden, dünyadan bihaber bir çocuğun muhayyilesinde evvela resime, sonra görüntüye, sonra karaktere, ete, kemiğe, dokuya, sese ve kokuya ve hayatın ta kendisine dönüşmelidir, öyle olur. Hikaye dinleyicisi, daha ilk birkaç cümlede maruz kaldığı muhayyile baskısıyla hikayenin içine canlı bir gözlemci gibi katılmak zorundadır.
Kelimelerle atmosfer inşa etmek "illüzyon"un ta kendisi; sesin veya harfin kelimeye, kelimenin ve kelime terkiplerinin diğer zihinlerde dramatik aksiyona dönüşmesi sihirdir, sihirden de öte adeta mucizevi bir şey; ne var ki, zihnimiz çok tekrarlanan mucizeleri sıradan kabul ediyor. Ancak sözde icaz sırrına erişmiş sanatkarların elinde ve dilinde, "söz"ün sıradanlıktan kurtulup "mucize" katına yükseldiğini hissedebiliyoruz. Nice meşhur romancının atmosfer inşa etmek gayesiyle sayfalar dolusu sıkıcı tasvirlere gömüldüğünü hatırlayınız; Balzac'ın, Dickens'in uzun tasvirleri, okuyucuda yer yer kabuğu haddinden fazla kalın bir cevizle karşılaştığı intibaını uyandırırken, ömründe mektep, medrese görmemiş bir taşralı nine, üç dört beylik cümle ile hikayesini kurup, aktörlerini ete kemiğe bürüyüverir.
Halk hikayelerinin icazı, hiç şüphe edilmez ki ortak sembollere sahip ve süreklilik gösteren toplumların ürünü olmasıyla izah edilmelidir. Hikaye ve masal unsurları, ancak inanç topluluklarının zımni mutabakatlarıyla ortak semboller haline gelebilmişti. Masal dinlemeye hazırlanan her kulak, günümüz ölçülerine göre "aykırı"nın ve "insanüstü" olanın sıradanlığına iman etmiş sayılır. Hikaye boyunca dinleyiciyi yaralayan veya ona aykırı gelen hususlar, turnanın kanadında uçmak veya
bir ağacın dile gelmesi gibi olağanüstü şeyler değil, sevenlerin birbirine kavuşmaması, ahın yerde kalması, zulmün payidar olması, hilenin saffete galebe etmesi gibi insanlığı bütün tarihi boyunca yaralayan motiflerdir. Hikaye ve masalların en güzel tarafı işte bu noktada tecelli eder. Hak yerini bulur, sevenler kavuşur ve zulüm
payidar olmaz.
Hikaye, bir kurun-ı vusta1 geleneğidir; "cemaat" zemini üzerinde tedavül eder; gündelik hayatın mecburiyetlerle parçaladığı modern zamanlar için fazlaca naif ve karşılıksız kalır. Ne var ki, her insanın içinde, asıl ebadlarını hazırlayan bir "kurun-ı vusta" özlemi vardır. Modern zamanların ceberrutça baskısı altında sıkışmış bir tabii temayüldür bu; geçmiş zamanlarda unutulmuş gibi kulağa çalınıveren "bir varmış bir yokmuş..."cümlesiyle insan fıtratına dönüverir ama, orada temelli kalamaz. Mantık galebe eder ve görüntüyle doyurulmaya alışkın muhayyile bunalır. Devir iman, celadet ve aşk devridir; kurun-ı vustada insana nispet edilmeyen hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Lisan, bu devirde düşünceyi gizlemeyi henüz öğrenememiştir. Gerçekle mucize etle tırnak gibi ahenk içindedir. "Eşyanın isimleri"2 henüz fıtri hudutlarını aşacak ölçüde taaddüd etmemiştir. Söze icaz hakimdir. Modern zamanlarda katıksız iman, yerini şüpheciliğe terkeder; lisan, icazı reddedip, kavramlar üzerinde kıvrılıp düşünceyi derinleştirmenin ve gizlemenin aleti haline gelir; fıtratını kaybedip ilim mertebesine iner; hikaye fersudelişir; mucize sıradanlaşır; aşk maddeleşir; celadet pörsür:
Modern zamanlardır; ne vardır ne yoktur!...
1-Kurun-ı vustadan kasıt Avrupa' nın geçirdiği, Orta Çağ istihalesinden ibaret değildir. Bu tabirle Yaradan ve yaradılan arasındaki mesafenin sıcaklığını koruduğu, insanın henüz tabiat üzerinde hakimiyet taslamaya
kalkışmadığı ve dünyanın beşeri ölçülere göre tanzim edildiği saadet zamanlarını kastediyorum.
2- Bakara, 33
Ali Turan ALKAN
"Bir varmış bir yokmuş..."
Bu, çok sonraları tarih derslerinden öğrendiğimiz kronolojik zaman anlayışını sıfıra indirircesine tahkir eden, hükümsüz kılan ve istikballe mazi arasına yeni bir zaman boyutu yerleştiren bir hüküm cümlesiydi. İçimiz titrercesine birbirimize sokulur, cümle yan seslere karşı kulağımızı kilitler, halamın hala kurutulmuş bir çiçek güzelliğiyle çehresine yakıştırdığı ince dudaklarına gözlerimizi mıhlar ve kendi hikayemizin dekorunu kurmak için muhayyilemizin bütün güçlerini seferber ederdik.
"Evvel zaman içinde bir padişahın üç tane oğlu varmış..."Bizim neslin siyaset teorisindeki ilk ve en ciddi karakteri padişahtı.
Mutlak monarşiden bihaberdik, ama padişahın kudretini biliyorduk, hesapsız derecede zengin, yenilemeyecek kadar güçlü ve tartışılmayacak derecede hükümran olmasına rağmen, onu daima "kader" sınırlardı; icabında cinlere, perilere, Yecüc-Mecüc taifesine bile söz geçiren padişah, bir onulmaz derdin karşısında çocuk gibi çaresizleşir, bir mazlumun anıyla gazel yaprağı gibi savrulur, Azrail emaneti almaya geldiğinde haşyetinden ufalır, aslında padişah da olsa "emr-i İlahi"
karşısında kul takımından birisi olduğunu farkediverirdi. Padişahlar iyi ve kötü olmak suretiyle kabaca ikiye ayrılmakla birlikte, karısının veya dessas vezirinin sözüne fazlaca güvenerek hata üstüne hata işleyen ara tipte padişahlar da duyardık bazen. Padişah deyince, bunun "lazım-ı gayrı mufarık"ı mevkiindeki birçok unsurunu kendiliğinden yerli yerine yerleştirirdik: Padişahın evvela bir ülkesi, sonra sarayı, sonra ahalisi, ordusu, düşmanı, veziri, celladı da olurdu. Bunları ayrıca hatırlatmaya lüzum hissetmezdi hikayeciler. Dev, cadı, sihirbaz, keloğlan, çoban, aşık, dilenci, ejderha gibi diğer aktörler de aynı cümledendi. Hikayeci "dilenci" deyince ona uygun bir çehre ve elbise bulmak, avadanlıklarını temin etmek, sesini, görüntüsünü, karakterini tahayyül etmek bize düşen bir işti ve biz bu işleri mükemmel yapardık.
"Dere tepe düz gitmişler."
Minicik ömrü boyunca, bostan kıyısında sızlanıp duran cılız dereden gayrı dere, şehrin etrafını çeviren tepelerden başka tepe görmeyen biz "el kadar sabi"ler için şu dört kelimede ışık hızıyla halli gereken dört muazzam mesele yer alırdı. Bütün dereleri, bütün tepeleri, düzlükleri tahayyül etmekten başka, kahramanımızın yol boyunca ne meşakkatler çektiğini de kurgulamak gerekirdi. Gözlerimiz yuvadan uğrayacak derecede açılmış, minicik beyinlerimiz Hollywood'un sanat yönetmenlerine taş
çıkartacak derecede kesif bir zihni faaliyet kumkuması halinde harıl harıl çalışmakta.
"...ah çekince taş dile gelirmiş..." Halk hikayelerinin plastiği zihin dokusundan imal edildiği için, orada her şey mümkün görünür. Taşlar, ağaçlar, geyikler konuşur; cadılar küpe binip uçar; dipsiz kuyulara yedi gün yedi gece düşülür de kimsenin burnu kanamaz, yer yarılır dev çıkar. Üç kuş tüyünden birini tutuşturursunuz mucize oluverir. Hikayede peşinen cansız ve şahsiyetsiz hiçbir dekor unsuru yoktur ki, yeri gelince hadiseye müdahil olmasın. Balığın sırtında deryalar aşılır, acayip adalara vasıl olunur. Akla hayale gelmedik mahlukatla karşılaşılır. Bütün bu garabetler, siz bilemediniz ilk mektebin üçüncü
sınıfına giden, dünyadan bihaber bir çocuğun muhayyilesinde evvela resime, sonra görüntüye, sonra karaktere, ete, kemiğe, dokuya, sese ve kokuya ve hayatın ta kendisine dönüşmelidir, öyle olur. Hikaye dinleyicisi, daha ilk birkaç cümlede maruz kaldığı muhayyile baskısıyla hikayenin içine canlı bir gözlemci gibi katılmak zorundadır.
Kelimelerle atmosfer inşa etmek "illüzyon"un ta kendisi; sesin veya harfin kelimeye, kelimenin ve kelime terkiplerinin diğer zihinlerde dramatik aksiyona dönüşmesi sihirdir, sihirden de öte adeta mucizevi bir şey; ne var ki, zihnimiz çok tekrarlanan mucizeleri sıradan kabul ediyor. Ancak sözde icaz sırrına erişmiş sanatkarların elinde ve dilinde, "söz"ün sıradanlıktan kurtulup "mucize" katına yükseldiğini hissedebiliyoruz. Nice meşhur romancının atmosfer inşa etmek gayesiyle sayfalar dolusu sıkıcı tasvirlere gömüldüğünü hatırlayınız; Balzac'ın, Dickens'in uzun tasvirleri, okuyucuda yer yer kabuğu haddinden fazla kalın bir cevizle karşılaştığı intibaını uyandırırken, ömründe mektep, medrese görmemiş bir taşralı nine, üç dört beylik cümle ile hikayesini kurup, aktörlerini ete kemiğe bürüyüverir.
Halk hikayelerinin icazı, hiç şüphe edilmez ki ortak sembollere sahip ve süreklilik gösteren toplumların ürünü olmasıyla izah edilmelidir. Hikaye ve masal unsurları, ancak inanç topluluklarının zımni mutabakatlarıyla ortak semboller haline gelebilmişti. Masal dinlemeye hazırlanan her kulak, günümüz ölçülerine göre "aykırı"nın ve "insanüstü" olanın sıradanlığına iman etmiş sayılır. Hikaye boyunca dinleyiciyi yaralayan veya ona aykırı gelen hususlar, turnanın kanadında uçmak veya
bir ağacın dile gelmesi gibi olağanüstü şeyler değil, sevenlerin birbirine kavuşmaması, ahın yerde kalması, zulmün payidar olması, hilenin saffete galebe etmesi gibi insanlığı bütün tarihi boyunca yaralayan motiflerdir. Hikaye ve masalların en güzel tarafı işte bu noktada tecelli eder. Hak yerini bulur, sevenler kavuşur ve zulüm
payidar olmaz.
Hikaye, bir kurun-ı vusta1 geleneğidir; "cemaat" zemini üzerinde tedavül eder; gündelik hayatın mecburiyetlerle parçaladığı modern zamanlar için fazlaca naif ve karşılıksız kalır. Ne var ki, her insanın içinde, asıl ebadlarını hazırlayan bir "kurun-ı vusta" özlemi vardır. Modern zamanların ceberrutça baskısı altında sıkışmış bir tabii temayüldür bu; geçmiş zamanlarda unutulmuş gibi kulağa çalınıveren "bir varmış bir yokmuş..."cümlesiyle insan fıtratına dönüverir ama, orada temelli kalamaz. Mantık galebe eder ve görüntüyle doyurulmaya alışkın muhayyile bunalır. Devir iman, celadet ve aşk devridir; kurun-ı vustada insana nispet edilmeyen hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Lisan, bu devirde düşünceyi gizlemeyi henüz öğrenememiştir. Gerçekle mucize etle tırnak gibi ahenk içindedir. "Eşyanın isimleri"2 henüz fıtri hudutlarını aşacak ölçüde taaddüd etmemiştir. Söze icaz hakimdir. Modern zamanlarda katıksız iman, yerini şüpheciliğe terkeder; lisan, icazı reddedip, kavramlar üzerinde kıvrılıp düşünceyi derinleştirmenin ve gizlemenin aleti haline gelir; fıtratını kaybedip ilim mertebesine iner; hikaye fersudelişir; mucize sıradanlaşır; aşk maddeleşir; celadet pörsür:
Modern zamanlardır; ne vardır ne yoktur!...
1-Kurun-ı vustadan kasıt Avrupa' nın geçirdiği, Orta Çağ istihalesinden ibaret değildir. Bu tabirle Yaradan ve yaradılan arasındaki mesafenin sıcaklığını koruduğu, insanın henüz tabiat üzerinde hakimiyet taslamaya
kalkışmadığı ve dünyanın beşeri ölçülere göre tanzim edildiği saadet zamanlarını kastediyorum.
2- Bakara, 33
Ali Turan ALKAN
RıZa BeRKaN- KuRuCu / YöNeTiCi
Similar topics
» Ahirette Kafire Merhamet Yoktur
» Reenkarnasyon (Tenasüh) İslam'da Yeri Yoktur.
» Modern yemek takımları
» Reenkarnasyon (Tenasüh) İslam'da Yeri Yoktur.
» Modern yemek takımları
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·._.: KÜLTÜR SARAYI :._.·´¯) :: DENEME-MAKALE
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
22.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN
» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
12.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN
» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
12.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN
» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
17.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN
» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
11.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN
» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
11.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN
» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
11.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
11.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
11.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN
» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
11.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN
» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
11.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN
» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
11.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN
» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
11.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN
» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
11.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN
» Ne NeDiR?
20.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN
» ÖĞÜT VEREN AYETLER
20.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN
» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
22.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN
» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
11.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN
» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
11.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN
» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
11.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN