.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:.
Hicretin Üçüncü Senesi Salava10


Join the forum, it's quick and easy

.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:.
Hicretin Üçüncü Senesi Salava10
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:.
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giriş yap

Şifremi unuttum

Kimler hatta?
Toplam 28 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 28 Misafir :: 1 Arama motorları

Yok

Sitede bugüne kadar en çok 206 kişi 31.07.17 12:04 tarihinde online oldu.
En son konular
» Kutsalınıza Hakaret Edilmesi İncitiyormuş Değil mi?
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime122.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN

» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime112.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN

» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime112.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN

» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime117.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN

» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN

» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN

» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN

» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN

» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN

» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN

» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN

» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN

» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN

» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN

» Ne NeDiR?
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime120.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN

» ÖĞÜT VEREN AYETLER
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime120.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN

» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime122.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN

» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN

» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN

» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
Hicretin Üçüncü Senesi Icon_minitime111.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN

Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız var
Son kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN

Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
 
 

Sonuç :
 


Rechercher çıkıntı araştırma

Anket

İRFaN MeCLiSi & RaH-ı AŞK FoRMuMuZa NaSıL ULaŞTıNıZ?

Hicretin Üçüncü Senesi Vote_lcap67%Hicretin Üçüncü Senesi Vote_rcap 67% [ 4 ]
Hicretin Üçüncü Senesi Vote_lcap0%Hicretin Üçüncü Senesi Vote_rcap 0% [ 0 ]
Hicretin Üçüncü Senesi Vote_lcap0%Hicretin Üçüncü Senesi Vote_rcap 0% [ 0 ]
Hicretin Üçüncü Senesi Vote_lcap0%Hicretin Üçüncü Senesi Vote_rcap 0% [ 0 ]
Hicretin Üçüncü Senesi Vote_lcap33%Hicretin Üçüncü Senesi Vote_rcap 33% [ 2 ]

Toplam Oylar : 6

RSS akısı


Yahoo! 
MSN 
AOL 
Netvibes 
Bloglines 


Nisan 2024
PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930     

Takvim Takvim


Hicretin Üçüncü Senesi

Aşağa gitmek

Hicretin Üçüncü Senesi Empty Hicretin Üçüncü Senesi

Mesaj tarafından *GüLer* 20.03.10 0:17

Peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V) Hicretin Üçüncü Senesi


Hicretin Üçüncü Senesi

Şair Kâ’b bin Eşref’in Öldürülmesi

Kâ’b bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke’ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedir’de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine’de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi.

Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu. Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu.

Kâ’b’ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifâ etmediğini, hattâ Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır.

Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.

Bu işi Resûl-i Ekremin müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin Mesleme iki-üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.1

Kâ’b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, Kâ’b’ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince, aldıkları cevap şu oldu:

“O, bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti.”1

Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir zaman da vazgeçmediler.

* * *



Yeni Gazâ ve Seriyyeler

Gatafan Gazâsı

Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.

Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du’sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa’lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine’de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan’ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa’lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.2

Gavres’in suikast teşebbüsü

Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağnak halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.

Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres’e haber verdiler:

“İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!”

Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde, “Kim, seni benden kurtaracak?” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Allah” buyurdu.

Sonra da şöyle duâ etti: “Allah’ım! Beni onun şerrinden koru!”

Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve “Şimdi seni kim kurtaracak” dedi.

Gavres, “Hiç kimse” dedi. Sonra da, “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım” diyerek Müslüman oldu.

Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres’i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve, “Vallahi, sen benden daha hayırlısın” dedi.

Peygamber Efendimiz, “Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım” buyurdu.

Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde, “Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?” diye sordular.

Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:

“Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!”1

Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine’ye geri döndü.2



Karde seriyyesi

Hicretin 3. senesi, Cemaziyelâhir.

Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam’a gitmeyi daha uygun ve emin bulmuşlardı.

Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam’a göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı.

Tam o sırada müşriklerden biri Medine’ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı. Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti. İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen kervanın Irak yoluyla Şam’a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan Ashabdan Salit bin Nu’man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz. Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.

Mevsim kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı. Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede, makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden takbik ettiği adelet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!

Seriyyenin teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride bıraktılar.

Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine’ye Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü’l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü.

Bu arada kervan kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine’ye gelince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.1

Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise’yi, “Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise’dir”2 buyurarak tebrik ve takdir etti.

Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.3

* * *



Peygamberimizin Yeni Evlilikleri

Peygamberimizin Hz. Hafsa ile evlenmesi

Hicretin 3. senesi, Şaban ayı.

Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.

Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe (r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.1

Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman’a ondan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir’e vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti.

Bu durum karşısında çok üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) giderek olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer’in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.

“Ben, sana Osman’dan daha hayırlı bir damat, Osman’a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi?” diye sordu. Hz. Ömer, “Söyleyin yâ Resûlallah” deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:

“Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım.”2

Hz. Ömer’i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa’yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü de Hz. Osman’a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine “Zinnureyn (iki nur sahibi)” lâkâbı verildi.



Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’le evleniyor

Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’in kocası Ubeyde bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti. Bu sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ’lâ-yı Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.

Hz. Zeyneb fakirleri ve yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için “Ümmü’l-Mesâkin (Yoksullar Annesi)” diye tanınırdı.

Hz. Zeyneb, Peygamber Efendimizin yanında üç ay kadar kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.1



Hz. Hasan’ın dünyaya gelişi

Hicretin bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberimize torunları arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu severken, “Resûlullaha benzeyen yavrum” derdi.2

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin’i son derece severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek, fesleğen)”3 buyururdu.

Yine Hz. Hasan’ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir ve “Allah’ım! Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!”1 diye duâ ederdi.

* * *



Uhud Muharebesi

Hicretin 3. senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.

Kureyş müşrikleri Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorladı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler neznindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.

Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.

Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini arttırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.

Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dârü’n-Nedve” de muhafaza edilmekteydi.1

Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut’im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular.

“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!”2

Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.3

Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş Kabilesi4 askerleriyle iktifâ etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.

Kendileri Mekke’de sür’atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde bir çok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.

Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.1

Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!

Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.

Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.

Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.

Medine’ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.

Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

“Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır.”1

Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve bir kaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla bir kaç Sahabîyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.

Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.



Kureyş ordusu Uhud’da

Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.

Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı Ashabına anlattı:

“Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”

Ashab-ı Kirâm, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?” diye sordular.

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir.

“Boğazlanmış sığır, Ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir.

“Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.”1

Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:

“Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir.

“Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir.”2

Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, Ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.



Ashabla istişâre

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.

Peygamberimizin kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine’yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.

Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiç bir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.

Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç Sahabîler, Bedir’de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:

“Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?

“Yâ Resûlallah! Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!”1

Bir kısmı ise şöyle diyordu:

“Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zâfımıza hamlederek şımarır!”

Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa’d bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır Ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:

“Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim.”

Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa’d ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa’d ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:

“Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır.

“Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!

“Allah Taâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir.

“Eğer ikincisi olursa—ki şehidliktir—Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı.

“Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!

“Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana ‘Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!’ diyordu.

“Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım.

“Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim.

“Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa’d’ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah’a duâ et!”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.1

Ebû Said el Hudrî’nin babası Mâlik bin Sinan ise, “Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur.

“Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.

Yine kahraman bir Sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:

“Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği Ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Niçin?” buyurdu.

Hz. Numan, “Çünkü” dedi, “ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”

Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin” buyurdu.1



Karar

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:

“Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!”

Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:

“Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir.”2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.

Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa’d bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr Sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:

“Medine’den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!”

Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir halde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:

“Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.”

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”1

Arkasından da şöyle buyurdu:

“Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”2



İslâm ordusu

Hazırlanan Müslümanlar 1000 kişi civarında idi.1 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.2

Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.

İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine Abdullah bin Ümmi Mektûm’u bırakmıştı. Zırhlı iki Sahabî, Sa’d bin Muaz ile Sa’d bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.

İslâm ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız” dedi.

Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah’da seni mazeretli saymıştır” dediler.

Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.

“Yazıklar olsun size!” dedi. Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!”

Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

“Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu:

“Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Evet, uygun görürüm” dedikten sonra şöyle ilâve etti:

“Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!”

Sonra bu Sahabînin oğullarına şöyle dedi:

“Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder.”1

Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, “Allah’ım! Bana şehidlik nasib et” diye duâ etti.2

İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü.

“Kimdir bunlar?” diye sordu.

Mücahidler, “Abdullah bin Übey’in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.

Resûl-i Ekrem “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu.

“Hayır, yâ Resûlallah” denilince, Efendimiz şu emri verdi:

“Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok.”3



~~~DEVAMI VAR~~~


selam ve dua ile kalınız... [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
*GüLer*
*GüLer*
VEFALI ÜYEMİZ
VEFALI ÜYEMİZ


Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Hicretin Üçüncü Senesi Empty Hicretin Üçüncü Senesi Devamı

Mesaj tarafından *GüLer* 20.03.10 0:19



Hicretin Üçüncü Senesi Devamı

Peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V) Hicretin Üçüncü Senesi




Peygamberimizin orduyu teftişi

İslâm ordusu Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.

Fakat, içlerinde mücahidler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de Rafi’ bin Hadic idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekreme uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir Sahabînin “Yâ Resûlallah Rafi’ iyi ok atar” demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine Peygamber Efendimiz, onu da orduya aldı. Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük Sahabî Semüre bin Cündüb, babasına, “Babacığım, Resûlullah Rafi’e müsâade etti, beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim” dedi.

Baba Mürey bin Sinan, teklifi Resûl-i Ekreme iletti. Peygamber Efendimiz güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre’nin Rafi’i yıktığını görünce onunda orduya katılmasına izin verdi.1 Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik Sahabîler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahidler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.

Peygamberimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymaya başlamıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahidlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirecekti. Muhammed bin Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.

Mücahidler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Resûlallah!”

Peygamber Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.

Aynı sesin sahibi, “Zekvân bin Abd-i Kays’ım” diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem, “Sen otur!” diye emretti.

Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.

Yine mücahidler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Resûlallah!”

Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.

Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im,” diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz ona da, “Sen otur” buyurdu.

Bir müddet bekledikten sonra Peygamber Efendimiz sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?”

Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Resûlallah!”

Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.

“Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz ona da, “Sen otur!” dedi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız” buyurdu.

Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvân bin Abd-i Kays’tı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca, Zekvân, “Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren ben idim” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz ona şöyle duâ etti:

“Git, sen bize muhafızlık et! Allah da seni muhafaza etsin.”

Zekvân, hemen zırhını giyindi. Kalkanını aldı. Bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.1



İslâm ordusu Uhud’da

Sabaha yakın Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ordusuyla birlikte Şeyheyn’den ayrıldı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.

Düşman karşıda görünüyordu. Mücahidler cephesinde sabah ezânı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullahın arkasında silâhlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını edâ ettiler.

Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takkesinin üzerine ise miğfer giydi.1



Münafıkların ordudan ayrılması

Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.

Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah bin Übey bin Selûl ortaya atıldı.

“Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi. Benim sözümü dinlemedi.

“Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz”2 deyip kavminden ve münâfıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.

Münâfıkların ayrılmasıyla İslâm ordusu 700 kişiden ibâret kaldı—Kureyş ordusunun dörtte biri kadar.

Abdullah bin Übey, münâfıklardan bir grupla, İslâm ordusundan ayrılmakla kalmadı. Sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç Kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs Kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat, Allah’ın inâyeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.

Kur’ân-ı Âzimüşşanda bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulur:

“Allah, sizden iki birliğin halini de işitip görüyordu ki, onlar dostları ve yardımcıları Allah olduğu halde, bir an bundan gaflet ederek dağılmaya yüz tutmuşlardı. Halbuki mü’minler ancak Allah’a güvenip Ona tevekkül etmelidir.”1



Münâfıklarla ilgili inen âyet

“İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah’ın izniyle idi ve gerçek mü’minleri ayırd etmek içindi.

“Münâfıkları da mü’minlerden ayırıp ortaya çıkarmak içindi. Onlara ‘Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdâfaada bulunun’ denildi. Onlar ise, ‘Eğer gerçekten bir savaş olacağını bilsek elbette sizin peşinizden gelirdik’ dediler. Onlar o gün küfre îmandan daha yakın idiler. Onlar, kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Allah ise onların gizlediklerini hakkıyla bilir.”2



Muhayrık’ın İslâm ordusuna katılışı

Muhayrık büyük bir Yahudî âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukkaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat, kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbine çıkışa kadar devam etti.3

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücahidlerle Uhud Gazâsına çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık şöyle dedi:

“Ey Yahudî cemaâtı! Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!”

Yahudîler, “Bugün Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz” diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, “Eğer, bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed’indir. O dilediğini yapmaya serbesttir.” diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslâm ordusuna katıldı. Şehid düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona şu iltifatta bulundu:

“Muhayrık, Yahudî ırkından, hayırlı bir kişidir.”1

Muhayrık’ın vasiyeti üzerine Peygamber Efendimize kalan mülkleri: Bisab, Sâfiye, Delâl, Hüsnâ, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostandı.2

Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine’deki vakıfları umumiyetle Muhayrık’ın mallarındandı.3



İslâm ordusu karargâhı

Günlerden Cumartesi idi. Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, îmân ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat kendisi tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi.4

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu arada oldukça mühim bir yer olan Ayneyn Tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr’i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneny Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın buradan İslâm ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti.1

Resûl-i Ekrem okçulara şu emri verdi:

“Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız.

“Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, yardımlarına koşalım demeyin.”2

Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara şu emri verdi:

“Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız.”3

Resûl-i Kibriyânın emri ve talimatı böylesine net ve kesindi.



İki ordu karşı karşıya

İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.

İslâm ordusunda, Zübeyr bin Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeli idi.

Müşrik ordusunun sağ kol kumandanı Halid bin Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan bin Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah bin Ebi Rabia bulunuyordu.4

Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bin paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.

İslâm ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah’tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de hitabesinde onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahidler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehid olarak Allah’ın huzuruna çıkmak, ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için yerlerinde duramıyorlardı.

Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.

Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha bin Ebî Talha ortaya atılarak kendinden emin, mağrurane bir edâ ile seslendi:

“Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?”

Karşısına “Esedullah” ünvanının sahibi Hz. Ali çıktı.

“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, seni kılıcımla Cehenneme göndermekdikçe veya kılıcınla Cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!” diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca Hz. Ali geri döndü. Mücahidler, “Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?” diye sordular.

Hz. Ali, “Yere düşünce edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki; Allah onu yaşatmayacak öldürecektir” diye cevap verdi.

Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve mücahidler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhâr ettiler.

Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman bin Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.

Bu sefer sancağı yine Abdüddaroğullarından Ebû Sa’d bin Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan yine Ali oldu. Ebû Sa’d “Esedullah”ın kılıç darbeleri arasında can verdi.

Sa’d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsafi bin Talha bin Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım bin Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü.

Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris bin Ebî Talha aldı. Âsım bin Sâbit Hazretleri onu da bir okla yere serdi.1

Hâris’ten sonra sancağı Kilab bin Talha aldı. Onu da Zübeyr bin Avvam (r.a.) bir hamlede yere serdi.

Bu sefer sancağı Cülâs bin Talha aldı. Onu da Talha bin Ubeydullah Hazretleri öldürdü.

Abdüddâroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi Kureyş müşriklerinin sancağı altında kahraman mücahidler tarafından böylece yere serildiler.

Bundan sonra sancağı yine Abdüddâroğullarından Ertat bin Şürahbil alı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere serildi. Sonra sancağı Şurayb bin Kâriz aldı. O da Ashab-ı Kirâmdan biri tarafından öldürüldü.

Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki, sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.2 Abdüddâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından yine onların kölelerinden Suvap sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvap sancağı kol ve pazularıyla tutmaya çalıştı. Fakat, daha fazla dayanamayıp arka üstü yere yıkıldı.

Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahidler kahramanca savaşmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde: “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderinden kurtulamaz!” meâlindeki beyit yazılı idi.

“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu.

Birçok Sahabî birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!” diyerek ellerini uzattılar.

Bu sefer Peygamberimiz, “Bunu hakkını vermek üzere kim alır?” diye sordu.

Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr bin Avvam da vardı. Resûlullah (a.s.m.) vermek istemedi.

Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu! Resûlullaha, “Nedir onun hakkı, yâ Resûlallah!” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Hakkı; eğilip bükülünceye kadar düşmana sallamandır!” buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Resûlullahtan kılıcı teslim aldı.

Ebû Dücane, elinde Resûl-i Ekremin şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz Ashabına şu ölçüyü ders verdi:

“Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin [harp halinin] dışında hiçbir zaman sevmez!”1

Ebû Dücane, şimşek sürâtinde, düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir-iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in çığlığı idi. Ebû Dücane, ona vurmadı. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr bin Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücane ise şu cevabı verecektir:

“Resûlullahın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!”2

Diğer taraftan Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben Allah’ın arslanıyım” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.

Mücahidlerin hepsi de düşmanla cesurca döğüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!



Düşmanın bozguna uğraması

Şirk ordusu, mücahidlerin bu kahramanca döğüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisin geriye kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak, cesaretin kaynağı îmândan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bile fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisin geri herşeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.

Harbin ilk safhası işte böylesine mücahidlerin üstün çarpışmaları ve Allah’ın yardımı ile Müslümanlar lehine neticelendi.

İslâm ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnâda bir müşrik tarafından Abdullah bin Amr bin Harâm şehid edildi. Uhud’un ilk şehidi bu mücahid oldu.

Oğlu Hz. Cabir der ki: “Babam Uhud seferine çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehid ben olurum! Kızkardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde’ dedi. Gerçekten dediği gibi, ilk şehid kendisi oldu.”1



Harbin seyrini değiştiren hâdise

Düşman ikiye bölünüp sürâtle harp yerinden uzaklaşırken, mücahidler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn Tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud meydanındaki manzarayı seyrediyorlardı.

Bu arada okçularda yerlerinden ayrılıp mücahidlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumandanları Abdullah bin Cübeyr verilen emri hatırlattı:

“Resûlullahın size söylediklerini, verdiği emri ve talimâtı unuttunuz mu?”

Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan bir kaçı müstesna, diğerleri Ayneyn Tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahidlerin yanına gittiler. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.

Birçok okçunun yerlerini terk etmeleriyle İslâm ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhisi ve Kureyş ordusunun süvari kumandanı Halid bin Velid de zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hareretli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.

Halid bin Velid, emrindeki kuvvetlere tepede kalan on kadar okçuyu şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum ânî ve beklenmedik bir anda olmuştu. Herşey birden değişiverdi. Mücahidler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hattâ bazıları silâhlarını bile bırakmıştı.

Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü. Mücahidler iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi. Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.



İslâm ordusunun dağılması!

Önden ve arkadan hücuma mâruz kalıp sıkıştırılan mücahidler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde herşeye rağmen on on beş kadar Sahabî kalmıştı. Bu bir avuç mücahid, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüslerini geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri Hz. Resûlullahın sağ alt çenesindeki mübârek dişlerinden birini şehid etti. Bir diğer taş ise alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamia adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddeti ile miğfer parçalandı ve iki halkası mübârek yüzüne battı.1

Sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde bin Cerrah bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullahla aramızdan çekil. Bırak da mübârek yüzünden halkaları çıkarayım!” diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.1

Öte taraftan Mâlik bin Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlemin yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine Efendimizin, “Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye Cehennem ateşi erişmez” müjdesine muhatap oldu.2

Bir müşrik tarafından Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden farkına varamayarak Resûl-i Ekrem kazılmış olan çukura yanı üzeri düştü. Çukurun etrafı derhal mücahidler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsâade edilmedi.

Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini kanayan yüzüne sürdü:

“Kendilerini Rablarına îmâna dâvet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?” dedi.

Bu, bir sitemdi, bir serzenişti. Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki âyetleri indirdi:

“Kullarımın tedbir ve idâresinden senin elinde birşey yoktur ve sen onların inkârlarından mes’ul değilsin. Allah dilerse onlara tevbe nasip eder, dilerse zâlim oldukları için onlara azap verir.

“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O dilediğini doğru yola eriştirip bağışlar, dilediğine de hak ettiği azabı verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.3

Çok az sayıda Müslümanın müşriklere karşı direndiği sıradaydı. Peygamber Efendimiz, bir grup müşrikin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali’ye, “Hücûm et, onlara!” diye emretti.

Allah’ın arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğin üzerine yürüdü. Onları püstürtüp, içlerinden birini de yere serdi.

Bu esnada Cebrâil (a.s.), “Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir” diye seslendi.

Peygamber Efendimiz cevaben, “O, bendendir, ben de ondanım” buyurdu.

Tam o esnada bir ses işittiler: “Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!”1

Mücahidlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnâda, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum” diyordu.

O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor,” dedi. Hz. Sa’d, derhal, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı. Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:

“Resûlullah beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allah’ım! Bu senin okundur! Onunla düşmanını vur!’ diyordum.

“Resûlullah da (a.s.m.), ‘Allah’ım! Sad’ın duâsını kabul et! Allah’ım! Sa’d’ın atışını doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana fedâ olsun’ buyuruyordu.

“Her ok atışında Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu. Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.) kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları, yaya yerleştirmekte o, herkesten daha çabuk ve sürâtli idi.”

Hz. Ali der ki:

“Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir.

“Uhud günü ona: ‘At, ey Sa’d! Annem babam sana fedâ olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’ buyurdu.

“Nebî’nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.”1

Hz. Talha bin Ubeydullah’ın Kahramanlığı

Harbin en nazik ve dehşetli anı idi. Müslümanlar önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullahın etrafında kala kala on beş kadar mücahid kalmıştı. Bunlar Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte sabır ve sebât göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz.Talha bin Ubeydullah idi.

Müşriklerin Resûlullahın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.

Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Malik bin Zübeyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mâni olmak için, elini oka hedef tuttu. Son sürâtle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.2

Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın” buyurdu.3

Hz. Resûlullahı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem ona, “Amcanın oğlu ile ilgilen” dedi.

Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı, sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu. Uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.

Hz. Ebû Bekir, “İyidir. Beni sana o gönderdi” diye cevap verince bu kahraman ve fedakâr Sahabî şöyle dedi:

“Allah’a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için bir hiçtir!”1

İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedâkarlıktan dolayı Hz. Resûlullah tarafından bu harpte “Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha, Uhud’dan döndüğü zaman vücûdunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.2



Hz. Hamzâ’nın şehâdeti

Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.

Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve “Allah’ım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim” diye duâ ediyordu. Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çâresini arıyorlardı.

Mekke’de, Vahşi adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerikli idi. Tesbit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.

Kureyş ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr bin Mut’im kölesi Vahşi’yi yanına çağırmış ve “Orduya katıl. Eğer Muhammed’in amcası Hamza’yı amcam Tuayma bin Adiy yerine öldürürsen hür ve âzadsın” demişti.1

Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de bunun için Vahşi’ye bir çok mükâfatlar vaad etmişti.

Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu. Hz. Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş bekliyordu.

Düşmanın üzerine dolu dizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları kaydı ve arka üstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman Sahabînin böğrüne sapladı ve onu şehid etti. Vahşî bununla da yetinmedi. Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in gönlünü yapmak için göğsünü yarıp, ciğerini de alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi.2 Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı; burnunun, kulağını kendine bilezik, pazband ve halhal yapmak niyetiyle kesti.3

Mücahidlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı. Herşeye rağmen Resûlullahın yanından ayrılmayan mücahidler de vardı. Bunlardan biri de İslâm ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab bin Umeyr idi.

İbni Kamia denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı:

“Gösteriniz bana Muhammed’i! O, kurtulursa, ben kurtulmayayım” diyerek haykırıyordu.

Hz. Mus’ab, mücahidlerden birkaç kişi ve Nesîbe Hatun ile İbni Kamia’ya karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullahı korumaya çalışan Hz. Nesîbe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesîbe Hatun da, cesurca ona bir çok darbeler indirdi. Fakat, bu müşrikin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.

İbni Kamia, önüne çıkan Hz Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus’ab İslâmın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamia bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus’ab sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullaha ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamia bu sefer mızrağıyla vücûdunu deldi. Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.1

Hz. Mus’ab, şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye verdi. Hz. Ali, çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.

“Muhammed öldürüldü” yaygarası

Mus’ab bin Umeyr Hazretleri zırhını giydiği zaman Resûl-i Kibriyâ Efendimize pek benzerdi. İbni Kamia da Hz. Mus’ab’ı şehit etmekle Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak: “Muhammed’i öldürdüm” dedi.2

Bunu duyan müşrikler sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de dağ başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü” diye yaygarayı bastı.

Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahidlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslâm ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden ve harp sahasını terk ediyorlardı. Bu dehşetli hengâmede farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta, bu karışıklık esnasında Huzayl bin Cabir, bir başka Sahabî tarafından yanlışlıkla şehid edildi.

Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahidler, Hz. Resûlullahı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahidlerin o anda en büyük ve tek arzusu artık, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi bulmak olmuştu.

Bu esnada yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslümanlar! Müjde size, işte Resûlullah!”

Bu sesin sahibi Ka’b bin Mâlikti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken eliyle de Resûl-i Ekremin bulunduğu yeri gösteriyordu.1

Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’â eliyle, “Sus, sus!”2 diye işaret verdi.

Artık Hz. Resûlullahın yeri tesbit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı… Mücahidler derhal Resûl-i Ekremin bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahidlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullahın vücudunu muhafaza etmek! Bunu başardılar.

Ümmü Umâre Nesîbe bint-i Ka’b, kocası ve iki oğluyla birlikte İslâm ordusuna katılıp Uhud’a gelmişti. Kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti. Ancak, harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullahın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesîbe Hatun, derhal Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla Resûl-i Zişan Efendimizi müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz sağına soluna baktıkça Nesîbe Hatunun müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:

“Ey Ümmü Umâre! Senin katlandığın dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz.”

Peygamberimiz, Nesibe Hatunun omuzundan aldığı yarayı görünce oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar, annenin!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“Ev halkınızı Allah mübârek kılsın. Senin annenin makamı, filânca ve filâncalarının makamından hayırlıdır. Babanın makamı da filân ve filânların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filân ve filânların makamından hayırlıdır! Allah size, ev halkınıza rahmet etsin.”

O esnada îmânın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesîbe Hatun, “Yâ Resûlallah! Allah’a duâ et de, Cennette sana komşu olalım!” dedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Allah’ım, bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et” diye duâ etti.

Bunun üzerine Nesîbe Hatun sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem. Bu bana yeter,”1 diyerek Allah ve Resûlullaha karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.

Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta, Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.

Gariptir ki, Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz, “O, Cehennemliktir” derdi. Sahabîler bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

Kuzman, harbin en şiddetli anında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hattâ İslâm ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı, “Ölmek kaçmaktan hayırlıdır. Ey Evs hânedanı, siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.

Sahabîler hâlâ Efendimizin, “O, Cehennemliktir” sözünün mânâsını anlamış değillerdi.

Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman nasıl Cehennemlik olabilirdi?

Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle biliyordu.

Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı Sahabîler: “Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana,” diyerek tebrik ettiler.

Kuzman ise verdiği cevapla gerçek mahiyetini ortaya koydu:

“Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım.”1

Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.2

Sahabîler, bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimizin sözünün hakikatını anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı Allah yolunda, Allah için değil, kavim ve kabilesinin şan ve şerefi ve Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.

Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü haberini alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyid eder!”1

Âmellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir. Yani, amelin Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.

İhlas ile söylenmeyen bir sözün yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiç bir kıymeti ve değeri yoktur. İşte bunun apaçık bir misâli Kuzmân hâdisesidir.

Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırlarken, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mübârek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:

“Allah’ım, kavmimi affet. Onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.”2



Hazin netice

Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatına varınca, derlenip toparlanan mücahidler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir edâ ile geri çekildiler.

Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.

Harpte, mücahidlerden yetmiş kişi şehid düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab bin Umeyr gibi çok güzîde Sahabîler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesîbe Hatun gibiler, Resûl-i Kibriyâyı muhafaza etmeye çalışırlarken, vücudları delik deşik olmuştu.

Harbin bir safhasında mücahidlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullahın emir ve talimatına riâyet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlûbiyete inkılab etmiş; Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyurduğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.

Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa’d bin Muaz ve Sa’d bin Ubâde’ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takattan da mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha bin Ubeydullah yere çöktü, “Buyur, yâ Resûlallah, ben kuvvetliyim” diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.

Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.

Peygamberimizin, Übeyy bin Halef’i öldürmesi

Bedir Harbinden önceydi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filânın ve filânın öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halef’i de ben kendi elimle öldüreceğim” buyurmuştu.

Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye bin Halef, mücahidler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı. Bu adam Kureyşin ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimize, her karşılaşmasında şöyle derdi:

“Ey Muhammed. Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Birgün gelir, onun sırtında seni öldürürüm.”

Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: “Belki, inşaallah, ben seni öldürürüm.”1

İşte Übeyy bin Halef, Bedir’de mücahidler tarafından canı Cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek, Uhud’a çıkıp gelmişti.

Hz. Resûlullahın Şi’b’e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darı ile beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden Sahabîler önüne çıkıp, hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, “Bırakın, gelsin” diyerek mücahidlerin karşı çıkmasına mâni oldu. Resûl-i Ekreme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından, “Ey Muhammed, sen kurtulursan, ben kurtulmayayım” lafları dökülüyordu.

Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullahın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp, geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun, ey yalancı” diye sesleniyordu.

Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.

Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Muhammed beni öldürdü” diyordu.

Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:

“O bana (Mekke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür.”1

Übeyy bin Halef, birgün bile yaşamadan, “Susadım, susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriyânın, Allah’ın izniyle, istikbalden haber vermiş olduğu bir mûcizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.

Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah bin Şihab-ı Zührî, Utbe bin Vakkas, Abdullah bin Kamia ve Übeyy bin Halef bir araya gelerek Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip and içmişlerdi.2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, “Allah’ım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın” diye duâ etti.

Sa’d bin Ebî Vakkas der ki: “Vallahi, Resûlullahı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden bir yıl geçmedi.”

Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamia ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra, davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.3



Ebû Süfyan’ın seslenişi

Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra kayalıklara çıkmış bulunan mücahidlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde, Peygamber Efendimiz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu.

Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye sordu. Hz. Resûlüllah yine cevap verilmesine müsaade etmedi.

Kureyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş, Sağ olsala



*GüLer*
*GüLer*
VEFALI ÜYEMİZ
VEFALI ÜYEMİZ


Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz