Giriş yap
Similar topics
Üye Paneli
Profiliniz Bilgiler Seçenekler İmza Avatar |
Sosyal Arkadaş ve Tanınmamış Üye listesi Grup |
Özel Mesaj Gelen Kutusu ÖM Gönder |
Gözlenmiş Konular |
Kimler hatta?
Toplam 19 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 19 Misafir :: 1 Arama motorlarıYok
Sitede bugüne kadar en çok 392 kişi 10.10.24 17:51 tarihinde online oldu.
En son konular
En bakılan konular
Istatistikler
Toplam 278 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: CANAN CAN
Kullanıcılarımız toplam 14129 mesaj attılar bunda 6601 konu
Arama
Kasım 2024
Ptsi | Salı | Çarş. | Perş. | Cuma | C.tesi | Paz |
---|---|---|---|---|---|---|
1 | 2 | 3 | ||||
4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 |
18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 |
25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
Hicretin Üçüncü Senesi
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·. _.: KUR'AN-I KERİM :._.·´¯) :: VAHYİN IŞIĞINDA
1 sayfadaki 1 sayfası
Hicretin Üçüncü Senesi
Peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V) Hicretin Üçüncü Senesi
Hicretin Üçüncü Senesi
Şair Kâ’b bin Eşref’in Öldürülmesi
Kâ’b bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke’ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedir’de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine’de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi.
Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu. Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu.
Kâ’b’ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifâ etmediğini, hattâ Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır.
Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.
Bu işi Resûl-i Ekremin müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin Mesleme iki-üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.1
Kâ’b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, Kâ’b’ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince, aldıkları cevap şu oldu:
“O, bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti.”1
Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir zaman da vazgeçmediler.
* * *
Yeni Gazâ ve Seriyyeler
Gatafan Gazâsı
Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.
Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du’sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa’lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine’de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan’ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa’lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.2
Gavres’in suikast teşebbüsü
Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağnak halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.
Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres’e haber verdiler:
“İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!”
Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde, “Kim, seni benden kurtaracak?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Allah” buyurdu.
Sonra da şöyle duâ etti: “Allah’ım! Beni onun şerrinden koru!”
Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve “Şimdi seni kim kurtaracak” dedi.
Gavres, “Hiç kimse” dedi. Sonra da, “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım” diyerek Müslüman oldu.
Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres’i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve, “Vallahi, sen benden daha hayırlısın” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım” buyurdu.
Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde, “Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?” diye sordular.
Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:
“Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!”1
Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine’ye geri döndü.2
Karde seriyyesi
Hicretin 3. senesi, Cemaziyelâhir.
Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam’a gitmeyi daha uygun ve emin bulmuşlardı.
Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam’a göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı.
Tam o sırada müşriklerden biri Medine’ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı. Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti. İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen kervanın Irak yoluyla Şam’a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan Ashabdan Salit bin Nu’man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz. Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.
Mevsim kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı. Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede, makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden takbik ettiği adelet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!
Seriyyenin teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride bıraktılar.
Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine’ye Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü’l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü.
Bu arada kervan kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine’ye gelince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.1
Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise’yi, “Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise’dir”2 buyurarak tebrik ve takdir etti.
Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.3
* * *
Peygamberimizin Yeni Evlilikleri
Peygamberimizin Hz. Hafsa ile evlenmesi
Hicretin 3. senesi, Şaban ayı.
Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.
Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe (r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.1
Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman’a ondan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir’e vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti.
Bu durum karşısında çok üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) giderek olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer’in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.
“Ben, sana Osman’dan daha hayırlı bir damat, Osman’a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi?” diye sordu. Hz. Ömer, “Söyleyin yâ Resûlallah” deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:
“Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım.”2
Hz. Ömer’i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa’yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü de Hz. Osman’a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine “Zinnureyn (iki nur sahibi)” lâkâbı verildi.
Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’le evleniyor
Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’in kocası Ubeyde bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti. Bu sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ’lâ-yı Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.
Hz. Zeyneb fakirleri ve yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için “Ümmü’l-Mesâkin (Yoksullar Annesi)” diye tanınırdı.
Hz. Zeyneb, Peygamber Efendimizin yanında üç ay kadar kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.1
Hz. Hasan’ın dünyaya gelişi
Hicretin bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberimize torunları arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu severken, “Resûlullaha benzeyen yavrum” derdi.2
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin’i son derece severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek, fesleğen)”3 buyururdu.
Yine Hz. Hasan’ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir ve “Allah’ım! Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!”1 diye duâ ederdi.
* * *
Uhud Muharebesi
Hicretin 3. senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.
Kureyş müşrikleri Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorladı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler neznindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.
Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.
Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini arttırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dârü’n-Nedve” de muhafaza edilmekteydi.1
Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut’im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular.
“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!”2
Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.3
Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş Kabilesi4 askerleriyle iktifâ etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de sür’atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde bir çok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.1
Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.
Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.
Medine’ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.
Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır.”1
Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve bir kaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla bir kaç Sahabîyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.
Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
Kureyş ordusu Uhud’da
Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.
Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı Ashabına anlattı:
“Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”
Ashab-ı Kirâm, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?” diye sordular.
Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir.
“Boğazlanmış sığır, Ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir.
“Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.”1
Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:
“Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir.
“Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir.”2
Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, Ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.
Ashabla istişâre
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.
Peygamberimizin kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine’yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.
Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiç bir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.
Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç Sahabîler, Bedir’de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:
“Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?
“Yâ Resûlallah! Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!”1
Bir kısmı ise şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zâfımıza hamlederek şımarır!”
Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa’d bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır Ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:
“Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim.”
Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa’d ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa’d ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır.
“Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!
“Allah Taâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir.
“Eğer ikincisi olursa—ki şehidliktir—Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı.
“Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!
“Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana ‘Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!’ diyordu.
“Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım.
“Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim.
“Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa’d’ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah’a duâ et!”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.1
Ebû Said el Hudrî’nin babası Mâlik bin Sinan ise, “Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur.
“Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.
Yine kahraman bir Sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği Ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Niçin?” buyurdu.
Hz. Numan, “Çünkü” dedi, “ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”
Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin” buyurdu.1
Karar
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
“Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!”
Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:
“Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir.”2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa’d bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr Sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:
“Medine’den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!”
Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir halde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.”
Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”1
Arkasından da şöyle buyurdu:
“Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”2
İslâm ordusu
Hazırlanan Müslümanlar 1000 kişi civarında idi.1 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.2
Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine Abdullah bin Ümmi Mektûm’u bırakmıştı. Zırhlı iki Sahabî, Sa’d bin Muaz ile Sa’d bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
İslâm ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız” dedi.
Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah’da seni mazeretli saymıştır” dediler.
Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.
“Yazıklar olsun size!” dedi. Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!”
Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
“Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu:
“Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Evet, uygun görürüm” dedikten sonra şöyle ilâve etti:
“Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!”
Sonra bu Sahabînin oğullarına şöyle dedi:
“Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder.”1
Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, “Allah’ım! Bana şehidlik nasib et” diye duâ etti.2
İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü.
“Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahidler, “Abdullah bin Übey’in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
Resûl-i Ekrem “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu.
“Hayır, yâ Resûlallah” denilince, Efendimiz şu emri verdi:
“Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok.”3
~~~DEVAMI VAR~~~
selam ve dua ile kalınız... [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Hicretin Üçüncü Senesi
Şair Kâ’b bin Eşref’in Öldürülmesi
Kâ’b bin Eşref, muhteris bir Yahudî, meşhur bir şâirdi. Bilhassa muhteşem Bedir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Peygamberimiz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke’ye giderek de müşrikleri Müslümanlara karşı tahrik eder Bedir’de öldürülen müşrikler için mersiyeler düzerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Medine’de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık ederdi.
Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bahsetmiştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuâtı seviyesinde tesir icrâ ediyordu. Dolayısıyla bu Yahudî şairin İslâm düşmanlığı yalnız kendisine ait kalmıyor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem bu menhus adamın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arıyordu.
Kâ’b’ın, yalnız şiirleriyle İslâm düşmanlığı yapmakla iktifâ etmediğini, hattâ Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir planla suikast tertiplediği de kaynaklarda yer almaktadır.
Böyle bir adamın vücudu, İslâmiyet için zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.
Bu işi Resûl-i Ekremin müsaâdesiyle Ashabdan Muhammed bin Mesleme iki-üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir gece vakti evine giderek onu öldürdüler.1
Kâ’b bin Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi Yahudîler arasında büyük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, Kâ’b’ın masum olduğunu, öldürülmeyi hak etmediğini şikayet suretinde arzedince, aldıkları cevap şu oldu:
“O, bizi hicv ve Müslümanlara diliyle eziyet etti. Müşrikleri de bizimle harbe, bizimle uğraşmaya teşvik etti.”1
Bu hâdiseden sonradır ki, tarihte fitne ve fesad çıkarmakla meşhur olan Yahudîler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimiz ve Müslümanlara karşı hürmetkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama âdeta kanlarına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli ve âşikar hiç bir zaman da vazgeçmediler.
* * *
Yeni Gazâ ve Seriyyeler
Gatafan Gazâsı
Hicretin 3. senesi, Rebiülevvel ayı. Bedir muzafferiyeti, Peygamberimizle sulh anlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bulunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği endişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan Bedir Harbinden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir hareket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazalardan biri de Gatafan ve Anmar gazâlarıdır.
Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du’sur (diğer namıyla Gavres), Gatafan Kabilesine mensup Sa’lebe ve Muharipoğullarından çok sayıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Maksat, güyâ Müslümanlara göz dağı vermek ve bir de Medine civarında bulabilirse bir şeyler yağmalamaktı.1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine’de yerine vekil olarak Hz. Osman bin Affan’ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak, Peygamberimizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar kaçıp tepelere sığınmışlardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa’lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslâma dâvet edildi. O da kabul edip Müslüman oldu.2
Gavres’in suikast teşebbüsü
Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz bir müddet burada beklemeyi uygun gördü. Bekleme esnasında bir ara sağnak halinde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı, kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına, yanı üzerine uzanıverdi.
Baskın düzenlemek isteyenler tepeden Resûl-i Ekremi gözlüyorlardı. Peygamberimizin zırhını çıkarıp ağacın altına istirahata çekildiğini, yanında da kimsenin bulunmadığını farkedince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gavres’e haber verdiler:
“İşte eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, Ashabının yanından ayrılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini bitiririz!”
Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimizin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde, “Kim, seni benden kurtaracak?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Allah” buyurdu.
Sonra da şöyle duâ etti: “Allah’ım! Beni onun şerrinden koru!”
Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düştü ve kendisi de yere yuvarlandı. Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve “Şimdi seni kim kurtaracak” dedi.
Gavres, “Hiç kimse” dedi. Sonra da, “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Onun Resûlüdür. Artık, bundan sonra hiçbir zaman senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım” diyerek Müslüman oldu.
Bunun üzerine Resûl-i Zişan Efendimiz de Gavres’i affetti. Gavres giderken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve, “Vallahi, sen benden daha hayırlısın” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Elbette, ben, buna senden daha lâyıkım” buyurdu.
Cesur ve pek cüretkâr olan Gavres kavmine dönünce, onlar şaşkınlık içinde, “Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?” diye sordular.
Gavres onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilâve etti:
“Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!”1
Bir ay kadar süren seferden sonra Peygamberimiz Medine’ye geri döndü.2
Karde seriyyesi
Hicretin 3. senesi, Cemaziyelâhir.
Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine müşrikler ticaret yollarını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti tehlikeye düştüğünden, Irak yoluyla Şam’a gitmeyi daha uygun ve emin bulmuşlardı.
Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam’a göndermişlerdi. Kervanla birlikte gidenlerin, içinde Kureyşin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, Abdullah bin Ebî Rabiâ da vardı.
Tam o sırada müşriklerden biri Medine’ye geldi ve Yahudînin birinin evinde misafir kaldı. Kimbilir onunla Müslümanlar aleyhinde hangi planı kurmak veya müşriklerin aldıkları hangi kararı veya tertipledikleri hangi planı iletmek için gelmişti. İçtiler, konuştular, eğlendiler. Bu arada müşrik farkında olmadan bahsi geçen kervanın Irak yoluyla Şam’a gönderildiğini ağızdan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan Ashabdan Salit bin Nu’man geçiyordu. Haberi duydu ve derhal Hz. Resûlullahın huzuruna vararak durumu kendilerine arzetti.
Mevsim kıştı. Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti hazırladı. Kumandanlığına Zeyd bin Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle olarak satın alınan, sonradan Peygamberimizin evlâdlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir Sahabî müfrezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslâmın vazife vermede, makam ve mevki sahibi kılmada, fakir zengin, köle efendi ayırımı gözetmeden takbik ettiği adelet ve liyakat prensibinin şaheser bir misalidir!
Seriyyenin teşkil maksadı kervanı yakalamaktı. Zeyd bin Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Kureyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hâdise ile karşı karşıya kalmıştı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Canlarını kurtarmak uğruna her şeylerini geride bıraktılar.
Zeyd Hazretleri sahipsiz kalan malları alıp Medine’ye Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü’l-Mâle ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyyeye katılan mücahidler arasında bölüştürüldü.
Bu arada kervan kılavuzu Furat bin Hayyan da esir alınmıştı. Medine’ye gelince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.1
Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd bin Hârise’yi, “Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd bin Hârise’dir”2 buyurarak tebrik ve takdir etti.
Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd bin Hârise Seriyyesi adıyla da anılır.3
* * *
Peygamberimizin Yeni Evlilikleri
Peygamberimizin Hz. Hafsa ile evlenmesi
Hicretin 3. senesi, Şaban ayı.
Uhud savaşından iki ay kadar önceydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa ile evlendi.
Resûl-i Ekrem Efendimize Peygamberlik vazifesi verilmeden önce dünyaya gelen Hz. Hafsa, daha önce Huneys bin Huzâfe (r.a.) ile evlenmişti. Huneys vefat edince Hz. Hafsa dul kalmıştı.1
Hz. Ömer, kızını evvelâ münasip bir dille Hz. Osman’a ondan müsbet cevap alamayınca da Hz. Ebû Bekir’e vermek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir onun bu isteğine müsbet ve menfi hiçbir cevap vermemişti.
Bu durum karşısında çok üzülen Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem Efendimize (a.s.m.) giderek olup bitenleri anlattı. Hz. Ömer’in gönülden arzusunu farkeden Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kendisini daha fazla üzüntü içinde bırakmak istemedi.
“Ben, sana Osman’dan daha hayırlı bir damat, Osman’a da senden daha hayırlı bir kayınpeder söyleyeyim mi?” diye sordu. Hz. Ömer, “Söyleyin yâ Resûlallah” deyince Resûl-i Ekrem şu müjdeyi verdi:
“Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım.”2
Hz. Ömer’i bu teklif fazlasıyla sevindirdi ve derhal kabul etti. Böylece Peygamber Efendimiz, Hz. Hafsa’yı Ezvac-ı Tahirât arasına alırken, kızı Hz. Ümmü Gülsüm’ü de Hz. Osman’a nikâhladı. Hz. Osman, daha önce de, Peygamberimizin vefât eden kızı Hz. Rukiyye ile evli idi. Hz. Ümmü Gülsüm ile evlenince kendisine “Zinnureyn (iki nur sahibi)” lâkâbı verildi.
Peygamberimiz, Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’le evleniyor
Huzeyme kızı Hz. Zeyneb’in kocası Ubeyde bin Hâris Bedir Muharebesinde yaralanmış ve bu yaranın neticesi olarak Safrâ denilen mevkide vefât etmişti. Bu sebeple Hz. Zeyneb dul kalmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kocasını İ’lâ-yı Kelimetûllah uğrunda şehid veren bu muhterem kadını Hicretin üçüncü senesi Ramazan ayında zevceliğe alarak şereflendirdi.
Hz. Zeyneb fakirleri ve yoksulları beslediği, onlara çok acıyıp merhamet ettiği için “Ümmü’l-Mesâkin (Yoksullar Annesi)” diye tanınırdı.
Hz. Zeyneb, Peygamber Efendimizin yanında üç ay kadar kaldıktan sonra 30 yaşında iken vefât etti. Cenaze namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı. Bakî mezarlığına defnedildi.1
Hz. Hasan’ın dünyaya gelişi
Hicretin bu üçüncü yılında Resûl-i Ekrem Efendimizi sevindiren bir hâdise daha vuku buldu: Torunu Hz. Hasan dünyaya geldi. Hz. Hasan, Peygamberimize torunları arasında kendisine en çok benzeyeni idi. Bu sebeple annesi Hz. Fâtıma onu severken, “Resûlullaha benzeyen yavrum” derdi.2
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, torunları Hz. Hasan ile Hüseyin’i son derece severdi. Onları zaman zaman omuzlarına alır taşır ve “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır (güzel kokan bir çiçek, fesleğen)”3 buyururdu.
Yine Hz. Hasan’ı zaman zaman omuzuna alır, gezdirir ve “Allah’ım! Ben onu seviyorum. Sen de sev! Onu seveni de sev!”1 diye duâ ederdi.
* * *
Uhud Muharebesi
Hicretin 3. senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.
Kureyş müşrikleri Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorladı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler neznindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.
Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.
Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini arttırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dârü’n-Nedve” de muhafaza edilmekteydi.1
Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut’im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular.
“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!”2
Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100 bin altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50 bin altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.3
Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş Kabilesi4 askerleriyle iktifâ etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de sür’atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde bir çok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.1
Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.
Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.
Medine’ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.
Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır.”1
Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve bir kaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla bir kaç Sahabîyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.
Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
Kureyş ordusu Uhud’da
Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.
Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı Ashabına anlattı:
“Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”
Ashab-ı Kirâm, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?” diye sordular.
Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir.
“Boğazlanmış sığır, Ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir.
“Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir.”1
Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:
“Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir.
“Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir.”2
Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, Ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.
Ashabla istişâre
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.
Peygamberimizin kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine’yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.
Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiç bir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.
Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç Sahabîler, Bedir’de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:
“Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?
“Yâ Resûlallah! Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!”1
Bir kısmı ise şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zâfımıza hamlederek şımarır!”
Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa’d bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır Ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:
“Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim.”
Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa’d ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa’d ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır.
“Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!
“Allah Taâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir.
“Eğer ikincisi olursa—ki şehidliktir—Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı.
“Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!
“Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana ‘Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!’ diyordu.
“Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım.
“Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim.
“Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa’d’ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah’a duâ et!”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.1
Ebû Said el Hudrî’nin babası Mâlik bin Sinan ise, “Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur.
“Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.
Yine kahraman bir Sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği Ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Niçin?” buyurdu.
Hz. Numan, “Çünkü” dedi, “ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”
Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin” buyurdu.1
Karar
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
“Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!”
Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:
“Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir.”2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa’d bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr Sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:
“Medine’den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!”
Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir halde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz.”
Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:
“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”1
Arkasından da şöyle buyurdu:
“Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”2
İslâm ordusu
Hazırlanan Müslümanlar 1000 kişi civarında idi.1 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.2
Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine Abdullah bin Ümmi Mektûm’u bırakmıştı. Zırhlı iki Sahabî, Sa’d bin Muaz ile Sa’d bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
İslâm ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız” dedi.
Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah’da seni mazeretli saymıştır” dediler.
Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.
“Yazıklar olsun size!” dedi. Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!”
Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.
“Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu:
“Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Evet, uygun görürüm” dedikten sonra şöyle ilâve etti:
“Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!”
Sonra bu Sahabînin oğullarına şöyle dedi:
“Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder.”1
Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, “Allah’ım! Bana şehidlik nasib et” diye duâ etti.2
İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü.
“Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahidler, “Abdullah bin Übey’in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
Resûl-i Ekrem “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu.
“Hayır, yâ Resûlallah” denilince, Efendimiz şu emri verdi:
“Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok.”3
~~~DEVAMI VAR~~~
selam ve dua ile kalınız... [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
*GüLer*- VEFALI ÜYEMİZ
Hicretin Üçüncü Senesi Devamı
|
*GüLer*- VEFALI ÜYEMİZ
.:. i R F @ N _ M E C L i S i .:. R @ H - i _ @ S K .:. :: (¯`·. _.: KUR'AN-I KERİM :._.·´¯) :: VAHYİN IŞIĞINDA
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
22.09.23 10:37 tarafından RıZa BeRKaN
» Namazı terk eden adam dinini bitirmiştir!
12.01.23 12:26 tarafından RıZa BeRKaN
» Muhammed sen canımın cananısın Muhammed sen gözümün ışığısın Muhammed
12.01.23 10:10 tarafından RıZa BeRKaN
» ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI : ACELECİLİK …!!!
17.11.22 17:23 tarafından RıZa BeRKaN
» i M a N i L e G ö N D e R B i Z i
11.10.22 18:29 tarafından RıZa BeRKaN
» Hazreti Ömer'den (r.a) birbirinden kıymetli 18 nasihat...
11.10.22 18:22 tarafından RıZa BeRKaN
» EN BÜYÜK KABADAYI'LIK EFENDİLİK'TİR
11.10.22 18:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz. Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
11.10.22 12:00 tarafından RıZa BeRKaN
» Sadece Kur’an Yeter mi ? KUR'AN YETER DİYENLERE
11.10.22 10:35 tarafından RıZa BeRKaN
» İNCEDEN İNCEYE GİYDİRİYORLAR SİZE MÜSLÜMANLAR
11.10.22 8:35 tarafından RıZa BeRKaN
» Recep Tayyip Erdoğan EVET O bir #DünyaLideri
11.10.22 8:11 tarafından RıZa BeRKaN
» Zordur kurban zordur, ayrılık zordur...
11.10.22 8:03 tarafından RıZa BeRKaN
» Allah ve Rasulü için göz yaşı dökenlere selâm olsun.
11.10.22 7:57 tarafından RıZa BeRKaN
» 2 MiLYaR TaKiPÇiSi VaR
11.10.22 7:34 tarafından RıZa BeRKaN
» Ne NeDiR?
20.01.22 11:54 tarafından RıZa BeRKaN
» ÖĞÜT VEREN AYETLER
20.01.22 10:58 tarafından RıZa BeRKaN
» Faizcileri deşifre edeceğiz.. Takip edeceğiz..
22.10.21 13:26 tarafından RıZa BeRKaN
» ANLAMSIZLIK HASTALIĞI: ANoMİ ‼
11.10.21 11:49 tarafından RıZa BeRKaN
» Mustafa Özcan Güneşdoğdu Rabbim Sana Sığınırım
11.10.21 11:46 tarafından RıZa BeRKaN
» Zengin Tüccar ve 4 eşi hikayesi.
11.10.21 11:41 tarafından RıZa BeRKaN